Çarşamba, Şubat 28, 2007

Çıkıyosa bütün dolmuş!

Borçlar Hukuku dersinde hoca gene bizi idari hakim zannetmiş ve en kazık sorulardan müteşekkil 4 sayfalık soru kağıdını koymuş önümüze. Boşlukları bile dolduramamış olarak sınavdan çıkmışım. Moralim alabildiğine bozuk. Eve dönüyorum. Dolmuştayım. Eski ifadesi ile 350 bin lira olan dolmuş parasını ödemek için 500 bin lira verdim. Şöför absürd bir radyo kanalını dinliyor. Tuhaf bir gözlüğü var. 500 bin lirayı uzatınca sesleniyor;

- Kaç kişi?

Benim zaten sinirim tepemde. Bağırıyorum ve minibüs kopuyor;

-Çıkıyosa bütün dolmuş!

Pazartesi, Şubat 26, 2007

Dolmuşta Kafa Seslerim

Bazı günler tüm enerjiniz çekilmiş gibi gelir, o kadar halsizsinizdir ki, beyniniz bile bir şey düşünmeye üşenir. Sadece boş boş, öylece durmak isterseniz. Hah, işte bunun tam tersi bir durum var. Size oluyor mu bilmiyorum. Bazen o kadar enerji dolu oluyorum ki, düşüncelerimi durduramıyorum. Bu hani, hoplama zıplama isteği yaratan enerjilerden değil. Sürekli düşünüyor, içimden konuşuyor, yetmezmiş gibi bir de kendi kendime gülüyorum. Eğer ki uzayda, seslerden başka düşüncelerin de kayıtları tutuluyorsa, ve günün birinde bunları birileri dinleyecekse, sanırım gelecekte arkamdan çok dalga geçilecek.

Yine öyle bir günde, kafamın dünyasındaki konuşmaların dolmuştaki bölümünden bir örnek vereyim siz de anlayın neler çektiğimi:

:)

Kafa Sesi #1: Birçok Koltuk Boş

Hmm, koltukların çoğu boş olmasına rağmen, benim her zaman oturduğum en arka cam kenarları dolu. (Otobüste ‘pencere yanı’ olarak kullanılan bu kavram dolmuşta ‘cam kenarı’na dönüşüyor bende.) Nasıl bir iştir bu? Keşke herkesin nefret ettiği koltuklar onlar olsa. Millet ‘minibüsün çatısında giderim, yine o koltukta gitmem’ dese. Ama yok, illa birileri daha sevecek benim sevdiğim yeri. Bir gün, sadece benim seveceğim bir yer bulacağım. Aha, az önce buldum galiba! Minibüsün tepesi Yok, yok. İzin vermezler ki... Mesela ayakta gitmeyi seviyor olsaydım dünya ne kadar güzel olurdu.

Cam kenarları dolu olduğuna göre, arka dörtlüyü es geçiyorum. Şimdi bakalım diğer koltuklara..:

Arkanın bir önü, arkanın ‘1’ önü olması dolayısıyla, arkaya en yakın koltuk. Bunun da anlamı şu: En fazla dört kişinin parasını öne uzatacaksın. Cam kenarı da boş. Şöyle, oraya doğru bir hamle yapayım... Ama bir dakika sayın seyirciler, bu da ne! Tam ayağımı koyacağım yerde kocaman, metal bir kutu var. Arabanın tekerleği midir, hazine midir bilemeyeceğim ama yanıma biri oturunca dizlerimi ağzıma sokmama sebep olacağı kesin. Bir de bu kutu, diğer dolmuşlardakinden de kötü; kutuyla koltuk neredeyse aynı hizada! Cenin pozisyonunda yolculuk yapmayı seven yolcular için özel olarak tasarlanmış. Düşünceli Isuzu’lar sizi...

Neyse, en arkadaki cam kenarlarını kapmış olan gıcık kişiler –ki genelde aynı yaşlarda oluruz- bana ‘arkanın bir önüne otursa da hemen parayı uzatsak’ der gibi bakıyorlardı zaten. İyi oldu oturmadığım. Ben sizin ciğerinizi bilirim be! Paranın sorumluluğunu öndekine atıp, bir an önce o kulaklıkları kulağınıza takmak istiyorsunuz değil mi? Zira orada otursam aynı şeyi ben yapacaktım. Üstüne üstlük ben bir de müzik çalarımı yanıma almayı unutmuşum. Yok öyle yağma. Özellikle de sen, kırmızı yanaklı! Ha hayt, böyle bir şeye alet olacağımı mı sandın? Nıha ha ha. Kötüyüm ben kötüyüm, kötüyüm, kötüyüm, nay nay nay nay...

En öndeki üçlü koltuğun cam kenarında olanına bir amca oturmuş. Amcalar genelde oraya oturuyor zaten, ne güzel. Muavin koltuğunda ise –ki o koltuk da fena değildir- orta yaşlarda, şoförle muhabbet ederse kendisini bedava götüreceğini zanneden bir ‘küçük hesap abisi’ var. Aslında ona da hak vermek gerek. Ben de arada sırada oraya oturduğumda şoförle konuşmadığım için biraz gergin oluyorum. Hiç olmazsa arkadan gelen paraları almasına yardımcı oluyorum. Eh, adı üstünde, muavin koltuğu.

İkinci sıra tamamen boş. Üçüncü sırada (arkanın iki önü de diyebiliriz) çok tatlı bir durum mevzu bahis: Bir teyze gitmiş, koridordaki koltuğa oturmuş. Ah tontişim, canım benim. Sempatik ve empatik teyze. Muhtemelen hemen ineceğinden öyle oturmuştur. Olsun.

- Af edersiniz, geçebilir miyim?
- Tabi kızım.

Evet, koltuğumu buldum sanırım. Evet evet.

Kafa Sesi #2: Ve Para Elden Ele

Ankara’ya ilk geldiğimde 600 bin liraydı dolmuş ücreti. Sonra 900 bin olunca Beytepe’ye kadar yürüme eylemi mi yapsak diye konuşmuştuk üniversitede. Bundan sonrası çok koymadı galiba ki, 1 lira 20 kuruş olduğunda nasıl bir tepki verdiğimi hatırlamıyorum. Hey gidi. Beytepe dolmuşlarında ne maceralar yaşadık.

- Pardon, şuradan bir kişi uzatabilir misiniz?

Ne kadar vermiş? Hmm, 2 lira. Uzatırım tabi, üstünü de arkaya vereceğimi unutm...

- Af edersiniz, şuradan üç kişi lütfen.

Oha, 50 lira! Ne yaptın Asuman, kalbimi kırdın. Aman banane, şoför kızarsa gönderen üzerine alınsın, elçiye zeval olmaz. 50 lirayı kime vereceğimi unutmayayım bari. Yok artık, onu unutmam herhalde, he he. İlahi Deniz. Kalbimi kırdın, çık çıkı, yap bi pansuman, çık çıkı...

- Hocam, şuradan iki kişi...

Yahu, öndekine uzatmama fırsat vermeden nasıl da tutuşturdular paraları elime. Hmm, 1+3+2 eşittir 6. Tamam, bitti bu iş. Ay Teyze, tontişsin falan ama, bakıyorum hiç uğraşmıyorsun bu işlerle. Of, ne kadar kasarsan o kadar başına geliyor. Sen misin müzik çalarını evde unutan? Böyle hindi gibi düşün dur şimdi.

Allahım yeter artık, bir sus yahu! (Çaktırmadan kafayı tutarak) sus artık kardeşim, deli mi oldun nedir anlamıyorum ki? Şu aşırı enerjik durumların, az enerjikler kadar sinir bozucu sayın beynim. Yoruldum, inan yoruldum. Başka bir şeyler düşünmeye çalışacak kadar bile enerji bulamıyorum kendimde. Başka bir şey... Hah, annemin acayip icat projelerini düşüneyim, ne vardı? Hah, yazın soğuk durabilen yastık. Başka? Unutmuşum bak. Yazayım ben bunları... (Yankıyla) Yazayım ben bunları... Tabi ya. Kafamın konuşmalarını da otobüste bloğuna yazayım! Gideyim de yazayım. Evet evet.

(Görüldüğü gibi, kafa sesimin üslubu bile benimkinden farklı. Oradan oraya atlayıp duruyor büyük bir hızla. Beynimde biri mi var? ;))

Cuma, Şubat 23, 2007

Otobüs - Gençlik





Özgür göndermiş. Diyor ki "eskiden telefon numaraları falan yazılırdı. ara beni diyerek. Şimdiki gençler MSN adreslerini yazıyorlar." :)

Ne Olacak Bu Hattatlar

Geçenlerde Ned "Ne yapmalı? Taksiler üzerine genel düşünceler" başlığı ile taksicileri yazınca, eski bir konu hakkında tekrar yazma isteği uyanmıştı. Nasip bu güne imiş :)

Benim meselem ise minibüsler. İstemediğim halde konusu, karşıma hiç beklenmedik vakitlerde karşıma çıkıyorlar. Oysa ki onlarla şehir içinde -oturarak- yolculuk etmeyi sevdiğimi rahatlıkla söyleyebilirim.

Eskiden minibüslerde oturmak zorunlu idi. Çok eski günler olsa bile hatırası hiç silinmiyor. Polisler ayakta yolcu olmaması için kontroller yaparlardı. O zamanlarda E-5 üzerinde sanki daha çok polis görev yapardı. O günlerde yolların sahibi polisler mi idi ne?

En son geçen hafta, yeni açılan ve gitmek için bir bahane aradığım yeni dev teknomarketimiz ***'ya giderken konusu açıldı. Adaşım aynı apartmanda oturan bir minibüsçü komşusunun söylediklerini anlattı: "Yollar benim... İstediğim yerden istediğim şekilde girer çıkarım... Ben o yolların kahrını bütün gün çekiyorum. Elbette bana yol verecekler... Vermezlerse... " falan filan.

Daha önce ise belediyenin E-5 için dev otobüsler getireceği konusunda söyleştiğimiz bir arkadaşım ise şöyle demişti: "Ya minibüsçüler ne olacak..." Ben de "Bana ne minibüsçülerden" demiştim ki arkadaşımın sözleri karşısında sessiz kalmayı tercih etmiştim: "Minibüsçüler izin vermez ki."

"Minibüsçüler ne olacak?" cevabı-sorusu daha eski bir soruyu hatırlatıyor: "Hattatlar geçimlerini nasıl sağlayacak."

Farkındayım ama yine de söyleyeceğim: "Bu gök kürenin altında yeni bir şey yok. Sadece aktörler değişiyor. Yazgı hep aynı :("

Perşembe, Şubat 22, 2007

Pembe Taksiler


Özgürümüz bildirmiş. Ben de Springwise'ın bültenini incelerken gördüm. Konu, blogumuzla ilgili olduğu için buraya da aktarayım dedim.

Malumunuz taksicilerimizin çoğunluğu [dünyanın her yerinde olduğu gibi] erkek. Ben yalnızca NTV'de Beyaz'ın ve Kadir Çöpdemir'in yaptığı "Biri Bana Anlatsın" isimli programda gördüğüm kadın taksi şoförünü biliyorum ama trafikte hiç denk gelmedim. Taksi şoförleri sadece bizim ülkemizde değil, neredeyse tüm dünyada "erkek mesleği" olarak biliniyor. Çoğu iş dalının "değişim yüzyılı" ile değişiklikler göstermesi gibi taksicilik alanında da ilginç örnekler yaşanıyor.

Özgür'ün gözlemlerinden üç-beş satırı buraya da geçireyim dedim:

Olay yaklaşık bir sene önce İngiltere'de yalnızca kadınlara kiralık araba sağlayan bir oto-kiralama firması ile başlıyor. Pink Ladies isimli bu firma yalnızca kadınlara, sürücü de isterlerse sadece "bayan şoförlü" araçlar kiralıyorlar. Ardından Moskova'da, bir girişimci olan Olga Fomina ve iki arkadaşı tarafından Pembe Taksi kuruluyor. Fakat Rusya'dakiler "yalnızca kadın yolcu taşırız" demiyorlarmış ve hem kadın hem erkek yolcu taşıyorlarmış. Ama hepsinde ortak yön, şoförün kadın olmasıymış. İşleri de iyi gidiyormuş ki, iki Daewoo araç ve iki şoför ile başladıkları iş hayatları 20 araç ve 27 şoförlü bir filo haline gelmiş. Şimdi de bu araçları Volvo S40'larla değiştirmeyi düşünüyorlarmış.
Ardından Dubai'de yalnızca kadınlara hizmet eden, yalnızca kadın şoförlerden oluşturulan bir taksi şebekesi 2007 yılında hizmete giriyor. Kadınların ve yanlarındaki çocukların daha büyük bir güven içinde ulaşımlarını sağlamalarına imkan tanıyor.
İran'da da kadın taksiciler başgöstermeye başlamış. Bu trend, "güvenlik" ve "kadınlar için yeni iş imkanları" tabanına dayalı bir biçimde büyüme eğilimindeymiş.

Türkiye'de de bence büyük bir açığı dolduracaktır. Erkek taksicilerin fevriliğinden çekinebilecek, kendisini anlayan kadın şoförleri tercih edebilecek bayanlar için elbette bulunmaz bir nimet olabilir. Trafikte diğer taksiciler ve erkek şoförler tarafından bir süre [kıskançlık kökenli] rahatsızlıklar yaşasalar da, sanırım bir süre sonra yollarda bol bol "pembe taksi" görebiliriz. Böylece önündeki araç biraz yavaşladı diye deli gibi kornaya basıp gürültü kirliliği yapan "erkek sürücüler"den de kurtulmuş olur trafiğimiz ve yolcular da gönül rahatlığı ile taksiye dönüp "hey taksi" diyebilir. Umarım.

Özgürümüz Alazımız'a da, Otobüste ahalisi adına, bu gözlemleri tüm dünya ile paylaştığı için teşekkür ederim : )

Niye Özgürümüz dediğimi de açıklayayım. Şimdilik gazetelerde televizyonlarda çıkmıyor Özgür'ün başarıları da, Türkiye'nin yetiştirdiği uluslararası adamlardan birisidir kendisi. Bir o kadar da mütevazı, bu başarılarını yakın çevresinden bile gizliyor neredeyse. Biz de TAK TAK TAK maşallah nazar değmesin diyerek, otobüste ahalisi olarak devamını bekliyoruz kendisinden. Söylemese de olur. Biz duyarız nasıl olsa bir gün:))

Özgür Alaz sevgili yolcular.

Salı, Şubat 20, 2007

Otobüs Hikayesi - Kulaklık, Örgü, Otobüs




Gönderen İsmail Kuriş.

Bir anekdot da benden. Sabahın köründe servisle okula gidiyorum. Bir an yandaki otobüsün içine bakıverdim. Bir de ne göreyim; bir teyze kulağında kulaklık, elinde örgü şişleri, bir yandan müzik dinliyor, bir yandan torununa kazak örüyor. Bir de bunu işe giderken yapıyor. Ne diyelim Allah kolaylık versin...


Tabii ki İsmail telefonu çıkarıp fotoğrafı çekene kadar biraz görüntü kaybımız olmuş ama olsun. :)

Pazartesi, Şubat 19, 2007

Taksi Hikayesi - Dinsizin hakkından imansız gelir

"Bu taksicilerin insanı istediği yere kadar götürmeleri, istemedikleri yerlere gitmemeleri, yer-yön seçmeleri üzerine bir arkadaşımın kurnazlığını anlatayım."


Demiş Meltem Yaşar ve;

Ortaköy`de trafiğin civcivli olduğu bir göbekte taksi çeviriyor bir arkadaşım.

Biniyor. Taksicinin göbekten geri dönüp tekrar Taksim tarafına gitmesi gerekiyor, taksici de göbeğin trafiğini beğenmiyor.

Çoktan taksiye binmiş olan arkadaşımı `Ben o tarafa gitmem.` diyerek indirmek istiyor.

Arkadaşım ifrit olmuş, taksi bulma hayalleri ile oynanmış bir halde ısrar etse de taksici gitmiyor, indiriyor.

Ama o sırada bir trafik polisini gözüne kestiriyor, taksici de uzaklaşamaz zaten trafiğin yavaşlığı üzerinden.

Şikayet edeyim de görsün gününü diye geçiriyor içinden.

Taksiden inip trafik polisine gidiyor.

Dialog şöyle:

Arkadaşım: Memur bey, şu trafikteki 34XXYYY plakalı taksi var ya, ben Taksim`e gitmek istedim, götürmedi, indirdi beni.
Polis: Eeeee?

Poliste tepki yok.

Arkadaşım: Ama ben ona dedim ki benim mutlaka o tarafa gitmem gerek. Ayıp değil mi yaptığı?
Polis: Eeeee?
Arkadaşım: Eeee?
Polis: Ben diyorum Eeeee diye kardeşim. Napıyim şimdi?

O sırada arkadaşımın aklına bir katakulli geliyor. Başlıyor uydurmaya.

Arkadaşım: Taksiciye dedim ki: Seni şu memur beye şikayet ederim, görürsün gününü o zaman. Taksici de bana dedi ki. `Kim oluyormuş o polis ki?? İstersen git cumhurbaşkanına şikayet et.`
Polis: -sinirlenmeye başlıyor, planı tutuyor arkadaşımın- O nasıl laf öyle?
Arkadaşım: Yaa memur bey! Ben de ona dedim ki sen şimdi devletin memurundan korkmuyor musun? Ne biçim konuşuyorsun öyle devletin polis memuru hakkında? Taksici de bana dedi ki: `Başlarım şimdi o polis memuruna? ###@@@%%!!!!!???`
Polis: Bana mı dedi?
Arkadaşım: Evet ya, size dedi!
Polis: -delirmiş- Hangi taksici küfretti lan bana?
Arkadaşım: İşte şu göbeği dönmek üzere olan 34XXYYY!
Polis: Ben şimdi biliyorum yapacağımı o ???##$$$'na!!! ###@@@%%!!!!!???
Polis memuru en son ağzındaki düdüğü öttüre öttüre, eli belinde, gözlerinden alev çıkarak taksiciye doğru hışımla giderken görülmüş…
Arkadaşım kurduğu kumpasın keyfiyle çaktırmadan Taksim`e doğru yürümeye başlamış bile.

Kıssadan hisse: Dinsizin hakkından imansız gelmiş! :)
Meltem Yaşar

Pazar, Şubat 18, 2007

Ayşecik gibi yavrucak ile 45 dakika

Soru: Otobüsler otel görevini ne zamana kadar üstlenebilir?

Otobüsün arkası yine ceza sahası gibi kalabalıktı ve yine sıkıcı bir sessizlik hakimdi. Bu halde devam etseydi hayatımın en uzun 45 dakikasını yaşayabilirdim. Ama işte, olmadı ve annesinin yanında uyuyan küçük kız uyandı.


Gözlerini ovuştururken konuşmaya ya da şakımaya başladı ve sonra da hiç susmadı. Çevresinde gördüğü her şeyi annesine gösterme görevini üstlenmişti. Bir de bütün bunları büyük bir şaşkınlıkla yapıyor, işaret parmağını çok iyi kullanıyordu. Ve evet, bu durumdan rahatsız olanlar da vardı ve bunlardan bir tanesi aynı sırada oturan bir ağabeydi. Gözlerindeki şişkinliğe bakılırsa uyuması gerekiyordu. Tamam evet, zaten kendisi de bunu biliyor ve uyuyordu ama işte, Ayşecik ‘ten bozma sevimli yavrucak yüzünden uyandı. Ne oluyoruz der gibi, gözlerini yavrucağın annesine gösterdi. Annesi bütün anneler kadar anlayışlı ama ne yapsın, kızı da filmlerdeki çocuk oyuncular kadar konuşkan ve afacan. Uykusu olan ağabeyimiz bu durumu benim gibi anladı ama umursamadı, uyumaya devam etmek için gözlerini kapattı.
Sonra aradan 10, bilemedin 15 dakika geçti, kızın yanına bir abla oturdu. Hemen tanışıp arkadaş oldular ve abla bütün büyükler gibi gereksiz sorular sormaya başladı. Bu böyle uzayacak gibiydi. Benim gibi düşünen uyuyan ağabeyimiz kalktı ve düğmeye bastı. Durağa gelince otobüsten kendini attı. İndiği durakta kendine bir bank bulup oturdu. Gözlerini kimseye göstermemeliydi ve öyle yaptı, uyumaya orada devam etti ve muhtemelen gelip geçen otobüsler umurunda değildi. Biz de otobüsün arkasındaki yolcular olarak sevimli yavrucağa itiraz etmeden dinledik. Hakkında bilinmesi gereken her şeyi anlattı. En çok babasını seviyormuş, bilemediniz. Annesi bile bilemedi.
Cevap: Hiç belli olmaz.
Not: 45 dakika dediğime bakmayın, belli olmaz.
Not 2: Kız ömercik diye birini hiç tanımamış.

Cuma, Şubat 16, 2007

Ne yapmalı? Taksiler üzerine genel düşünceler

Nişantaşı'nda. Saat dört-beş suları. Trafik, akşam cümbüşüne hazırlık yapmakla meşgul. Tüm taksiler dolu geçiyor. En sonunda bir tanesi bana bakarak yaklaştı. Baktım, beni almak üzere durmuş (yani başka biri el etmiş de, onun için durmamış) bindim. "Nereye" diye sordu "AKM'ye" dedim.
Ne derse beğenirsiniz?
"Ya ben Beşiktaş'a gidiyordum da, yol üstünde bir yere gidersin diye durdum. Şimdi AKM'ye gidersem oradan dönemem. Acelem var. Arabayı servise götüreceğim...." bıdı bıdı bıdı başladı saymaya.

İlk defa bir taksici beni indirmeye kalktı. Şimdiye kadar sadece üç-dört kişilik bir grup halinde binmeye kalktığımızda bir taksicinin "mesafeyi beğenmeme" hastalığı ile karşılaşmıştım ama tek başıma iken ilk defa geliyordu başıma.

Ne yapsam diye düşündüm. Daha önceki düşüncelerim genel olarak "sen bilirsin" diyip inmek üzerine idi. Ama bu sefer "madem vaktin dar, niye ben çevirmediğim halde durdun ve daha binmeden önce nereye gideceğimi sormadan arabaya aldın" dedim.

"yaa işte Beşiktaş'a doğru bir yere gidersin diye düşündüm. arabayı servise götürmem lazım. akm'den dönemem şimdi..." vıdı vıdı vıdı yine aynı cümleleri ezbere saymaya başladı.

İyi akşamlar bile dilemeden indim. Arkasından da "b.k ye" dedim (dedim, itiraf ediyorum dedim)

Şimdi Meltem'in alttaki hikayesinden sonra yine aklıma geldi bu "indiren taksiciler". Bindikten sonra bir bahane ile indirmeye kalkan taksici geldi aklıma. Birçok kişiden de yoldaki trafiği görüp "ya ben karşıya geçemem", "OGS'm yok", "dönüşüm zor olur, siz motorla geçin karşıya" gibi yalan-dolan şeylerle insanların yolda bırakıldığını duydum. Peki bu taksicilere ne yapmalı, nasıl davranmalı.

Başlığa tekrar döneyim. "Ne yapmalı?"

Çarşamba, Şubat 14, 2007

Taksi Hikayesi - İndiren Şoför

Sevgili Meltem Yaşar'dan bir hikaye daha. Aynen iletiyorum. :)

Burcu ile Nişantaşı`ndan Tepebaşı`ndaki Nupera`ya gitmek üzere akşam 12:00 civarı bir taksiye bindik. Tam Ömer Hayyam geçidinin yakınına geldiğimizde taksiciye bir telefon geldi. Tak, sağa çekti, `İner misiniz?` dedi. A aaa… Üzerimize iyilik sağlık! Keserler orda adamı be… Öyle bir yer ki, ara sokaklara girip çıkanlar, travestiler apartman kapısında bekliyor bir bacak duvara dayalı, kafalarda rengarenk peruklar vs. Zaten daha geçen hafta gözümle görmüşüm aynı yerde takside ön koltukta oturan bir yolcuya yan sokaklardan şimşek gibi fırlayan genç bir çocuk saldırdı kulağındaki cep telefonunu almak için. Ama yolcu yaman çıktı, çocuğa "gelişine" bir tokat çaktı, çocuk geldiği gibi hızla geri koşup ara sokaklarda kayboldu. Hayatta inmem!

Dedim ki `Şoför bey, şurada az kaldı, Tepebaşı`na götürüverin. Yarı yolda, bu saatte iki bayan bırakılır mı burada?`. `Gidemem` dedi. Ben delirdim. `Ben sizin taksinize olmadık bir yerde indirin diye mi bindim? Nasıl insanlık bu böyle?` dedim. İnsan bile değilmiş, umurunda değil. Neyse, yolun karşı tarafına geçen sola doğru bir dönüş var, en azından oraya götürdü ve el frenini çekti, durdu. Yine `inin!` dedi. Gitmiyor, inmiyorum… Burcu gözleri ile bana `Bu taksici, dışarda karşılaşacağımız adamlardan daha tehlikeli! İnelim!` diyor. Sonunda indik ama bin kez küfrettim adama. Parasını da vermedim.

Haaa, esas hikaye sonrasında. Birkaç gün sonra başka bir taksiye bindim Ali Sami Yen`in yakınlarında, Nişantaşı`na eve gidiyorum. Bu olayı anlattım taksi şoförüne, `Yazıklar olsun yahu` dedim. `Bu adamın anası bacısı yok mudur? Onlara yapılsa ne yapardı Allah bilir? Yeminle söylüyorum adam bıraktı bizi gecenin yarısında oralarda.` dedim. O ana kadar sakin, beyefendi olan taksi şoförü tam da evin önüne gelmiştik, delirdi:
`Ablam, ben zevk için adam dövüyorum. Senin için adam öldürürüm. Al bakayım sen benim telefon numaramı. Sana laf söyleyen olursa ara beni, bitireyim onları anında` dedi. Zorla bana telefon numarasını yazdırdı. Ense kökümde beklediği için numarayı yazdım, `Yaz ablam, adımı da yaz` dedi, adını söyledi. Ama ben numarayı `Psikopat` diye de sakladım. Köşeden dönüp yok olunca da sildim :(
Meltem Yaşar

Yannis otubuz bu baba!

Dünyada ondan daha inaçı birini daha tanımadım dersem yalan olmaz. Babam. Eğer o bir şeye karar verdi ise mutlaka olmalı.
Girizgah mühim. Asıl hikayeyi besleyecek çünkü:)
8 ayı beyaz, 3 ayı ayaz,1 ayı yaz bir memleketten Sivas'a gideceğim. Babam ve annem yolcu edecek beni. Gece 03:00'te orada olacağım. Birileri gelip beni alacak diyorum, babamın içi rahat. Oysa çok defa taksiye biniyorum inince.
Sivas'a giden araçları bilirim. Ama bu başka bir araç. Babamın bir arkadaşının otobüsü. İçeriye ilk adımımı atıyorum ve gerisin geri aşağı inip, babama;
-Baba bu Sivas arabası değil. Babam;
-Nasıl değil. Yanlış otobüse mi bindireceğim seni. Töbe töbe. HemTalat Beyamcan arabada. O seni gidene dek kollayacak. Ben;
-Ya baba ne kollaması? Ne Talat Bey'i? Hem bu araç Sivas'a bile gitmiyor.

Biz böyle tartışırken, otobüstekiler de bizi seyretmekte. Bir yandan da cıklamalar.
Rabarba;
-Cık cık cık. Bak kıza babasına nasıl da çemkiriyor. Okumakta kâr etmiyor bu devirde. Saygı okulda öğretilmiyor ki? Cık cık cık.
E babam bu sözleri işitince, inadım inat damarı da şaha kalkmaz mı? Annem kaş-göz işaretleri ile "Bin şu arabaya" diyor. Yanıma gelip kulağıma fısıldıyor;
-Ayol adamın huyunu biliyorsun. Sen biniver otobüse, yolda iner kendi otobüsüne binersin. Sizinle mi uğraşıcam bu buz gibi havada.
Mesaj alınmıştır. Arzu biner otobüse. Hostes koltuğundayım. Sevdiğimi bildiği için babam burayı almış. Yolda şöför soruyor;
-Nerede ineceksin kızım?
Ben;
- Sivas'ta.
Adam bir "hımm" çekti ve sonra konu konuyu aça aça sohbete koyulduk. Muavin de çay&kahve taşımakta muhabbete. Tercan'a girerken şöför aşağıdaki cümleden sonra koptu. Gülüyor;
-Buradan biz Karadeniz'e sapacağız. Bu araba Sivas'a gitmez:)))
-Biliyorum gitmediğini de niye gülüyorsunuz?
-Üniversiteye giden kızsın. Yanlış arabaya bindiğini ne zaman anlayacaksın diye bekliyordum. Hehehehee heh heee(Önlerden duyanlar da gülüşmeler.)
-Ben severim aktarma yapıp gitmeyi. Şimdi mesela Tercan'da inip, başka otobüse bineceğim. İyi oluyo böyle. Heh heh he. (Töbe töbe! Manyak yurdum insanları. Dengesizler.)
Babama nasıl kızıyorum. Serde yiğitlik var. Paşa paşa iniyorum. İçimdeki diğer ses, git Karadeniz'de bir ilde in, ordan geç Sivas'a. Yol boyunca da şu yurdum insanlarını canından bezdir diyor ama saat ilerliyor. Gece yarısı artistlik edeceğim derken başıma bir şeyler gelecek diye cesaret edemiyorum. İniyorum otobüsten. Başka bir firma ile Sivas'a gidiyorum.
------
Babama durumu anlatmıyorum. O hala doğru otobüs olduğundan emin. Zaten unutmuştur hadiseyi:)

Salı, Şubat 13, 2007

Patak :)

Zeynep'in hikayesini okuyunca aklıma geldi. Bir gün okuldan 4 -5 arkadaşım Taksim'den otobüse biniyorlar. 110'a. Taksim - Kadıköy.
Otobüste bir çocuğun telefonu çalıyor. Bunlar ayaktalar çocuk (kii çocuk dediğime bakmayın bizimkiler 22 - 23se çocukta o kadar işte) ise o 4'lü koltuklarda önlerinde oturuyor. Telefon çalınca bizimkiler uyarıyorlar ama çocuk sadece sesini kısıyor, bunu fark eden arkadaşlarım tekrar çocuğa dönüp;
'Telefonun sesini kısmak, kapatmak demek değildir' diyee bilmişlik yapıyor bir de.. O an fark ediyorlar ki çocukta yalnız değil.. 6 -7 kişi de çocuğun arkadaşları var. Hasanpaşa'da Göztepe'ye devam etmek için otobüsten indiklerinde çocuk ve arkadaşları da iniyor.. Sonra daa bir güzel bizimkileri benzetiyor..
Sonradan bana anlattıklarına göre açık açık dayak yedik, diyor bizimkiler. Hatta erkeklik gururunu falan silip gidip polise şikayet ettik, abii biz dayak yedik, otobüsten inip bizi dövdüler diyee :)
Hatta polis başta bunlarla dalga geçiyor, koskoca adamlarsınız gelip şikayet etmeye utanmıyor musunuz diye sonra da bunlarla birlikte dayakçı çocukları arıyor ve Kadıköy de buluyor.. Bir güzel şikayet dilekçesi yazıyor bizimkiler, poliste gerekeni yapıyor...

Pazartesi, Şubat 12, 2007

Fazla Nazik Bey otobüse binmemeli

Denize oturan martıları izleyip, vapurların düdüklerinden bahsettiğimiz Beşiktaş iskelesindeki çay bahçesindeki tatlı sohbetin ardından evin yolunu tutacağız. Bu tatlı sohbetin kırıntılarından bahsederekten Akaretler durağına doğru ilerliyoruz.

Deniz tarafından gelip, yanımızdan hızla geçen otobüsün Kadıköy'den yüzerek gelebileceğini dile getirerek şaka hazırlıkları yapıyoruz arkadaşlarla. Bazıları "Olur mu canım öyle şey, Üsküdar iskelesinin ordaki duraktan geliyor o otobüsler" derken, benim de içinde olduğum diğer grup "Neden olmasın yahu" diyor. Geleceğe Dönüş'teki DMC gibi tekerlerini yatay hale getirip, birinci viteste pek ala Kadıköy'den buraya kadar gelebileceğini savunuyoruz.

Şaka hazırlıkları yapmakta iken pek fazla gülüşmüş olmalıyız ki, koyu kahverengi takımı ile orta yaşı daha yeni uğurlamış, sinek kaydı tıraşlı bir bey bize "Münesabetsizler... Zamane gençleri işte, ne olacak!" dercesine bakıyor. Umursamıyoruz ve inatla "Yüzen İETT Otobüsü" şakamızı son raddine kadar zorluyoruz.

Şakayı savunan grubun her elemanı katıla katıla gülüp, ardından "Ama denizde yolcu indiremez. İndirir ama acil çıkış yazan camları kırıp inebilir. O zaman da otobüs batar" gibi futuristik ve bir o kadar da absürd bir abartı tozu ekliyor. Şakaya başından beri ciddi yaklaşan grup ise, "Ota boka gülüyorsunuz yahu" anlamına gelen fizik kanunlarından da yararlanarak açıklamalar yapmaya çalışıyorlar.

Bizim grup gülüştükçe, koyu kahverengi takımlı bey, krem renkteki gömleğini büzüştürmüş çizgili kravatını çekiştirerek, "cık cık cık" ses efektleri çıkarıyor. Şakaya ciddi yaklaşan arkadaşlar açıklama getirince de, ceketinin kol düğmelerini yokluyor, olmayan tozları eliyle silkeliyor ve onaylarcasına kafasını sallıyor.

Bir süre sonra arkadaşların otobüsleri teker teker geliyor ve tekrar görüşmek dileğiyle uğurluyorum. Benim otobüsüm hala ortada yok. Kahverengi takımlı bey de gitmemiş. O da bekliyor. Arkadaşlar gidipte yalnız kalınca, gülüşen grubun son temsilcisi ve günah keçisi gibi hissediyorum kendimi. Çekiniyorum, bey amcaya doğru bakmaya utanıyorum. Sanki benim ona bakmamı bekliyor, bakınca da lafı gediğine yerleştirecek. Ama yine de, başım farklı bir yöne dönük, yan gözlerle süzüyorum, hareketlerini yokluyorum.

Sürekli hareket halinde. Elleri hiç durmuyor. Ceketini önünü kapatır gibi yapıp, gömleğinin yakasına dokunuyor. Toz varmışcasına jilet gibi ütülü pantalonunu silkeliyor, itina ile soldan sağa yatmış saçına elinin ayası ile usulca dokunuyor. Bu dokunuşu saçının şeklini değiştirmese de o, periyodik aralıklarla dokunuşunu sürdürüyor.

Yağmur çiseliyor ama "Aman ıslanıyorum" derditmeyecek kadar. Durak oldukça kalabalık. Durağın direğinin yanında duruyor bizim bey amca. Kalabalık arttıkça dışarı doğru itiliyor. Yarım ağızla "Pardon" diyenlere hafif bir tebessüm ile dudaklarını oynatıyor. Dudaklarını okumaya çalışıyorum, "Aman efendim, ne önemi var. Bir hatadır, olur" gibi bir şeyler diyor herhalde. Ama hatayı işleyen çoktan sırtını dönmüş ona. Elindeki siyah çantasını göğsüne doğru çekip, ellerini üzerine sarıyor.

İtişen liselilere ters ters bakıyor aynen bize baktığı gibi. Çocuklar hınzır. Onun bakışlarını görünce, şeytan ruhları ortaya çıkıyor. Ani bir plan ile, o çocuklardan biri kahverengili bey amcanın üzerine doğru itekleniyor. Çocukla birlikte yere düşer gibi oluyorlar. Çocuğu dirseğinden tutuyor. "Tamam" diyorum. Şimdi "Aaa yeter ama, bu kadarı da fazla" diye çıkışacak. Yok, yapmıyor. "Bir şeyin var mı?" diyor. Bana da "Haydaa" dedirtiyor içimden. Onun yerine ben diyorum "Bu kadar da fazla, bu kadar nezaket fazla!".

Çantasındaki beyaz etikette ismi yazıyor fakat uzaktan seçemiyorum. Ama yaşadıklarından ve verdiği nazik tepkilerden de destek alarak "Fazla Nazik" yazdığından eminim. Hatta biraz daha ileri gidip TRT'de çalıştığını düşünüyorum. Başına da hayali bir fötr şapka giydirip, TRT binasında karşılaştığı iş arkadaşlarına şapkasını usulca kaldırdığını hayal ediyorum.

Az sonra otobüsüm geliyor. Binmeye hazırlanırken gözüm hala Fazla Nazik Bey'de. "Aman" diyorum, "Bu bey amca otobüse binmemeli". Şu an otobüse binerken yaşadığım itiş kakışa maruz kaldığında onun ne gibi hallere gireceğini düşünüyorum.

Otobüse biniyorum, tıklım tıkış. Akbilimi öttürüp, "Arkalara doğru ilerleyelim beyler"uyarısına istemeden de olsa uyuyorum. Ayaklarım havada, kalabalıkla birlikte arkalara doğru ilerliyorum. Gözüm Fazla Bey'de hala. Yağmur şiddetini artırmış olaca ki, küçük küçük adımlarla durağın altına girmeye uğraşıyor. Pek şansı yok. Ondan sonra gelenler onu iyice dışarı itiyor. Fazla Bey yalnızca dudaklarını hareket ettiriyor ama bir sonuç alamıyor.

Otobüsüm hareket ediyor büyük bir ivme ile. İvme beni geriye doğru ittirirken, son karede Fazla Bey'in fötr şapkasını kaldırıp bana selam verdiğini görür gibi oluyorum. Benim de içimde bir el sallama hissi uyanıyor. Aynı zamanda da bir acıma hissi. "Binme be! Binme. Taksi tut. Parasını ben vericem" diyorum, duymuyor.

Abimle Yolculuk

Abim uzun yıllardır yurt dışında yaşadığı için Türk adetlerini biraz unutmuş. İki yıl kadar önce birlikte otobüsle Bursa’ya doğru yola çıktık. Uzun süre görüşemediğimiz için konuşacak çok şeyimiz birikmiş, yol boyunca konuşuyoruz.

Ama sohbetimiz sürekli otobüs muavini tarafından çeşitli ikramlar yapılmak üzere bölünüyordu.

Sohbetimiz yolculuğun başından beri; iki defa yiyecek-içecek ikramı, iki defa su ikramı, şeker ikramı, kolonyalı mendil ikramı ve gazete-dergi gibi okuyacak bir şeyler ister misiniz gibi her seferinde “verici” sebeplerle kesilmişti. Yolculuğun sonuna doğru muavin eline aldığı büyük çöp poşeti ile çıkageldi. En önde oturduğumuz için bizden başlayarak çöpleri toplamaktı niyeti.

Muavinin tekrar geldiğini gören abicim elinde ağzı açık olarak çuval gibi tuttuğu poşete sarılarak, içindekilerden almak üzere daldırdı elini. O anı bir düşünün lütfen. Sonrasında ağız dolusu kahkahalar…….

Abicim çok özlettin kendini
Ben de kulaklarını çınlattım biraz

Perşembe, Şubat 08, 2007

otobüste..

sene 1996..
taksimden kalkan, iki katlı yeşil otobüsler..
cep telefonu kullanımı yasak ve o zamanlar herkes daha bir hassas bu konuda..

orta sıralarda oturan, orta yaşlı sarışın bir bayan (seyir halindeyken) çantasından telefonunu çıkarır, numaraları, yakın gözlüğünü takarak, tek işaret parmağı darbeleriyle yavaaş yavaaşş çevirir ve bağıra bağıra konuşmaya başlar...

herkes birden kadına döner;
- hanımefendi bilmiyor musunuz yasak olduğunu otobüste aaaa..
- aaaa pess her yerde yazıyor konuşmayın diye..
- kapatır mısınız lütfen?..
- cık cık cık..
- yok biz adam olmayız...

kadın tepkilerden iyice sersemler ve kısık sesle şöyle der konuştuğu kişiye;
- canım yasakmış burda aramak, ben kapatıyorum sen beni ara tamam mı?..

(heheheheheh :)))))) nasıl bir yanlış anlamaktır bu yaaaaaw)

not: ben görmüş ancak bişii dememiştim, kitap okuyordum, bozulmasındı keyfim :) sorumlu vatandaşlar atlar diye beklemiştim..

minibüste..

sene 1994..
kadıköy ilk duraktan minibüse bindik..
minibüs yolundan giden kadıköy pendik minibüsü..parayı uzatan kadın sorar;

kadın: evladım nere üzerinden gider bu pendik'e?
şoför: antartika üzerinden abla; uyar mı?

bütün yolcular sağa sola dağılır gülmekten; şoför gözlüğünü düzeltir vites değiştirir ve yola devam eder..

Taksi Hikayesi - Her taksici paranoyak mıdır?

Geçenlerde Oky'ın postu ile aklıma gelmişti. Hazır unutmadan yazayım dedim.
Pofuduk paltolar var ya hani. Onlardan var üstümde. Çanta taşımamak için tüm zımbırtılarımı cebime tıkamıştım. Palto zaten pofuduk, cebimdekiler düşmesin diye de ellerim cebimde. Bu haldeyken bir taksi durdurdum. Ön koltuğa geçtim. (Arka koltuğa oturduğum zaman hem sohbet etmek zor oluyor hem de taksiye limuzin muamelesi yaptığımı düşünüyorum. O yüzden genelde ön koltuğa oturuyorum.)

Cebimde bir not defteri, birkaç CD, iki paket açılmamış sigara ve bir paket açılmış sigara, bir çakmak, bir kalem, bir adet telefon, bir paket Vivident sakız. Hiçbiri cebimden dökülmesin diye ellerim de cebimde yola çıktık. Oturur oturmaz şoförde bir gerginlik hissettim. Yan gözle beni inceliyordu. Mont pofuduk, eller cepte ve cepler belli ki dopdolu. "Ulan bu herif canlı bomba olmasın!". Aklıma bu geldi ve bir süre ses çıkarmadım. Cebimden sakızı çıkarıp ağzıma attım. O sırada adam bana "sigara içebilir miyim" diye sordu. "Tabi" dedim "ben de içeyim bir tane".

(Bu durumda çoğu taksici kendi içtiği sigarayı tutuyor bana ama onlarınki benim kullandığım sigaradan olsa bile almıyorum. Bu taksici bana sigara tutmadı. Bombacıya sigara mı tutulur, değil mi?)

Halk arasında, bir yerlerden empoze edilmiş bir "bombacı tipi" vardır. Genellikle saçlarınız ve teniniz kapkara ise, bu kapkara sakallar ve saç birbirine karışmışsa, asık suratlı iseniz, gergin görünüyorsanız vesaire vesaire... Sizi bombacı zannedebilirler.

Fakat bizim durumda, taksici bu özelliklerden sadece "üç günlük sakal" kısmına takılı kaldı sanırım. Haa bir de gittiğimiz yer Etiler!! Sakız çiğniyorum, gergin görünmüyorum, suratımda hiç bombacı ifadesi yok falan filan... Tek şüpheli yer pofuduk montum ve bu montun önünün kapalı olması. E hava soğuk, ne yapayım?

Şoförün gözünün önüne ertesi günün gazete manşetleri bir geliyor, bir gidiyor: "Akmerkez'de Canlı Bomba", "Canlı Bomba Takside Patladı", "Yine Sakar Bir Bombacı. Hedefi Bekleyemeden Takside Patlattı" (Tam gazete başlıkları oldu. Bir tane daha yazayım: "Canlı Bomba Takside, Etiler'e Giderken Patladı" - sevgili Şahin Tekgündüz'ü de anmış olalım:))

En sonunda şoför kararını verdi ve benim bombacı olamayacağıma kanaat getirdi herhalde ki : "Bu İstanbul'un trafiği de..." diye başladı muhabbete. İnerken bozuk para da verdim. Daha ne olsun? Pofuduk montla taksiye binerken montun önünü açıp göstermek gerekiyormuş. "Bak, canlı bomba falan değilim" diye. Ondan sonra cebinizdeki silahı düşürmemek için elinizi cebinizde tutarak yolculuğunuza devam edebilirsiniz tabi:)
["Kim cebinde silah taşır" sorusunu sormadığımızı varsayalım.]

Valla zor iş taksicilik. Helal olsun.

Çarşamba, Şubat 07, 2007

Adile Naşit gibi bir teyze ile 45 dakika

Problem: Adile Naşit benzeri bir teyze ile aynı otobüste olsaydınız, nereye oturmak isterdiniz? Süreniz başlamıştır, başarılar dilerim. (cevap alttadır.)

Okula gitmek için kullandığım otobüsün hiç boş olduğunu görmedim. İnsanlar hep ayaktadır ve hep omuz omuza mücadele yaşanır. İşte bir keresinde, ben yine okula giderken bu otobüsün boş haline denk geldim, nasıl olduysa. Sonra ilk gördüğüm yere oturdum hemen. Cam kenarımızın verdiği ölçüde etrafa gülücükler attım, her bir durak için ayrı bir şarkı tutturdum, yani çok mutluydum. Sonra işte, bu mutlu halimle bir yaşlı teyzeye yer verdim. Hayır, buna üzülmedim, otobüsün kalabalık olmaması benim için yeterliydi. Sonra işte biraz arkaya geçtim. Bir iki durak sonra yaşlı teyzenin yanı boşaldı ve beni yanına çağırdı. Koşarak oturdum.

Teyzemiz engel olamadı kendisine ve sevecenliğini göstermek için konuşmak gereği duydu. (*) elimdeki bakkal defterine benzeyen notlarımı merak etti, sonra onları pek sevimli buldu. Okuduğumu öğrenince pek sevindi. -Buna ben bile bu kadar sevinmemiştim.- İşte doktor kızından ve diğer mürekkep yalamış yakınlarını saydı. Sonra, ne okuduğumu sordu tabi, ben de söyledim ama, kulakları biraz ağır işitiyor gibiydi ve yanlış anladı. İşte ben de durumu anlatacaktım ama fakültenin durağına gelmiştik. Teyze benim öss’ ye hazırlanıp büyük bir adam olacağıma inanıyorken, indim ben de bozuntuya vermeden. Ettiği hayır dualarıyla 2. üniversite bile okuyabilirdim ama önce bütünlemelerimi vermeliydim.

(*) Böyle teyzelerden her mahallede en az bir tane bulunmalıdır. Çok insan-sever olurlar. Bütün hayat hikayesini bir beş dakikaya sığdırma başarısını gösterirler. Bu sırada size hafif dirsek atıp, göz bile kırparlar ve Adile Naşit gibi gülerek konuşurlar.

Cevap: Tabi ki yanına. (Bildiniz, tebrikler!)

Dip not: Bir daha o teyzeye rastlamadım ve otobüs yine kalabalıklaşmaya başladı. Ya da bana kalabalık geliyor da olabilir, bilemeyiz.

Ne alırsınız?

Çok sevgili arkadaşım Filiz’e ait bir otobüs hikayesini paylaşmak istedim.

Filiz ve anneannesi bir gün İstanbul’dan Bodrum’a doğru yola çıkmış. Tabi yol uzun, arada yolculara servis yapılacak.
Muavin servis arabasını hazırlamış ve dolaşmaya başlamış. Sıra onlara geldiğinde muavin ile anneannesi arasında şöyle bir konuşma geçmiş:

Muavin : Ne alırsınız? Çay, kahve meşrubat?
Anneanne : Evladım, çayı şimdi alayım. Kahveyi de sonra getirirsin.

Bu olayı dinlediğim an hala gözümün önünde. Hayatımda en çok güldüğüm anlardan biridir.

Salı, Şubat 06, 2007

Dolmuş Hikayesi / Kadıköy-Marmaris

Daha önce de blogundan iki hikaye aldığımız sevgili Meltem Yaşar göndermiş.
Çok yakın bir arkadaşının başına gelmiş bu olay. Buyrun bakalım:

Arkadaşım, Yakacık'tan Kadiköy'e gitmek üzere dolmuşa biniyor ve en öndeki koltuğa oturuyor. Yani şoförün ensesinde. Bu arada arkadaşımın cep telefonu çalıyor. Arayan kişi, ektiği bir arkadaşı. Telefondaki şahıs "nerelerdesin, hani buluşacaktık, yapacaktık, edecektik, gidecektik vs vs vs" diyor. Arkadaşım Marmaris'e gidecek gerçekten ama henüz gitmemiş olduğu için "Marmaris`e gittim. Ay çok özür dilerim yola çıktım bile." diyor telefondakine. Telefonu kapatıyor. Dolmuş şoförü arkasını dönüp diyor ki: "Abla, telefon konuşmana kulak misafiri oldum istemeden. Yanlışlık olmasın, bu dolmuş Kadıköy`e kadar gider, Marmaris`e değil"

Ben Hayvan mıyım?

Sivas-Erzurum otobus hattı. Kars Turgut Reis ya da Doğu Kars firmasının gece 24:00 otobusundeyim. Sene yanılmıyorsam 96.
Emekli asker olduğu her halinden belli bir beyfendi iki koltuk önümde oturmakta. Niye dikkatimi çekmişti acaba?
Muavine soruyor;
- İlk mola yeriniz neresi?
Muavin:
-Orda mı ineceksiniz?
Beyfendi;
-Hayır. Soruyorum.
Muavin;
-Tercan.
Beyfendi;
-Peki beni Tercan'a vardığımda uyuyorsam uyandırın.
Muavin:
-Tamamdır.
.......
Sivas-Tercan arası oldukça uzun gelirdi bana. Alabildiğine dağ ve kıraç alanlar. Bir de gece olunca, sadece uyunabilir. Tabi benim gibi şöförlerle muhabbet etme ve elindeki kaseti şöför yanında dinleme hobisi olan biri değilseniz.
Neyse Tercan'dayız. Yarım saat çay ve ihtiyaç molası:)
Mola bitti ve biz yollardayız. O da ne beyfendi uyanmış. Muavine, "Tercan'a daha çok var mı?" diyor. Muavin çok pişkin.
-Hehhe. Tercan'ı geçtik beyamca.
Beyfendi;
-Öyle mi? Peki beni neden u-yan-dır-ma-dı-nızzzzzzz?
Muavin;
-Kusura bakmayın unuttuk. Ama acil bir ihtiyacınız varsa otobüsü durdurabilirim.
Beyfendi;
-Bakın! Ben Tercan'da durmak isteğimi ielttim size. İhtiyaç molası verecektim. Şimdi bana kalkmış bunu unuttuğunuzu mu söylüyorsunuz?
Muavin, kızgın adamın suyuna akıyor;
-Haklısınız ama ben unuttum.
Beyfendi;
-Unutmak mı? Senin işin buuuuuuuu? Unutamazsın!!
Muavin;
-Ya beyfendi tamam. Unuttum işte. İnsanlık hali. Bi ehtiyacın varsa, sağa çekek gör işini. Ne yapak?
Beyfendi;
-Ben hayvan mıyım? Ben köpek miyim? Böyle dağ başında nasıl ihtiyacımı giderme mi istersiniz? Sizi şikayet edeceğim. Sizi, sizi......Hıhh.
Muavin;
-İndireyim burada şikayet et istersen.
Biraz sesini kısarak devam eden muavin; "Töbe töbe. Ne var yani, şurda insen, işini görsen ölürsün değil? Hayvanmış. Sık şimdi kendini. Erzurum'a kadar gider bu yol."

Not: Mola yerlerinin kaçırmanın bedelinin neler olabileceğini öğrenmiş olan ben, bu konuda çok dikkatli olmayı öğrendim:)
Asker olduğundan emin olduğum adamsa en son yüzü kıpkırmızı olarak Erzurum'da inerken görüldü.

Pazar, Şubat 04, 2007

Otobüsün ABC'si

Şehirler arası yolculukları oldum olası severim (olduğum tarih 25.08.1980) Bu sevgi daha nekadar sürer bilemiyorum ama karayolları yol yapmaya devam ettikçe bu sevgide kendisine yeni sapaklar bulup yoluna devam eder düşüncesindeyim.

Yıl 1999.

Üniversiteden arkadaşım Gençay,Savaş ve ben Antalya yolculuğu için birden bire karar alıyoruz. Gece saat 10. Evde boş boş otururken birden "Gençay sen Antalyalı değil misin? Eee o zaman hadi size gidelim, bi çay içmeye" Konuştuğumuz anlarda bulunduğumuz konum tam olarak Bursa...

Hemen biletler ayarlanıyor ve Antalya yolculuğuna çıkmak için terminalde soluğu alıyoruz.
Soluk soluğa-yız...

Hafif yağmur çiseliyor, gece yarısı olmuş. Bekleme salonuna sanırım uyku gazı salınmış. Herkes biryerlere kıvrılmış, kafalar bir sağa bir sola şuursuzca düşüyor. Horultu sesleri arasında otobüsün yanına varıyoruz. Yol uzun malum, yanımızda Leman, dergi v.s. alet edavat alınmış kendimizi içeri atıyoruz. Otobus arka 4 lüsü bize ait. Sorun biz 3 kişiyiz. Nesi sorunsa? diğer koltuğada ıvır zıvır koyulacak işte, belli. Daha yolculuk başlamadan böyle ıvır kıvır işlerle beynimizi yormanın ne mantığı var. Saçmalık işte...

Arka koltuklara gömülüyoruz. Önümüzdeki ikili koltuğun koridora bakan kısımda yaşam konusunda bizden takriben 40 yıl daha deneyimli bir beyefendi torunuyla konuşuyor. Artık Son kelimeler. Otobus şöförümüz motoru çalıştırıyor. Beyfendide konuşmasını tamamlamak üzere. Birden muavin beliriyor. Sanki ışınlanmış gibi.

Abi telefonu kapatalım tehlikeli bişi bu otobüs için.

Yaşça tecrübeli beyefendi hemen telefonu kapadı ama bu muhabbetin kapandığı anlamına gelmiyordu. Muavin amcaya baktı...

Hepimiz ölebiliriz. Çok tehlikeli bişi bu telefon. Sen ABC nedir biliyor musun? Beyfendi biraz tedirgin kafasını bilmiyorum manasında sağa sola salladı. İşte bu işaret herşeyin başlangıcı oldu...

Şimdi amcacım ABC bi kilit sistemi, frenlerle alakalı bişi diskler var. Sen telefonla ohh ne güzel konuşuyorum derken o canavar aletin çıkardığı bişiler bu ABC yi bozuyor. Sonra noluyor? Frenler tutmuyor. Sen basıyosun frene haydaaa. Küt çarpıosun öndeki arabaya. Bak bu gençler bilir.- İşte sıra bize geldi-. Ben derginin altına girmiş kıs kıs gülüorum ABC nedir ya :O) Muavin iyice uçmuş kaptırmış kendini hala anlatıyor. ABC çok möhim bişi. Beyfendide sanki otobüs kazasına sebep olmuş gibi biraz suçluluk duygusuyla onu dinliyor. Neyse sonra ön sıradaki koltuklardan bir yolcu muavini çağırdı da mu muhabbet kesildi. Ben arkada savaşla beraber gülme krizine girdim. Gençay'da muavinle yüzyüze tüm muhabbet boyunca kaldığından gülmemek için şekilden şekile girdi. Muavin gittikten sonra Beyfendinin koltuğuna doğru eyilip,

Efendim muavin biraz bilgisiz ABC değil ABS olacak o anlattığı. Sizde zaten seyir halindeyken konuşmadınız ki sanırım biraz heyecanlı bi arkadaş.

Beyfendi bana döndü. Ben biliyorum ABS yi ama muavin söyleyince ABC diye, sanki yeni bir teknoloji çıktı diye düşündüm diyip gülmeye başladı. Bizde eşlik ettik.

Antalya sıcaktı, güzeldi eğlenceliydi. Ama otobüsün içinde geçmediği için bu maceraları sansürlüyorum. Oto(büs)kontrol

Cuma, Şubat 02, 2007

Bu bir vapur hikayesidir

Geçtiğimiz Pazartesi İstanbul'da şiddetli lodos hakimdi. Ben ve kalabalık, söz verdiğimiz gibi Kadıköy İskelesi önünde buluşmuş, 14:45 vapurunu beklemeye koyulmuştuk. Beşiktaş sahiline vuran dalgalar, sürekli yön değiştiren çılgın rüzgarın da etkisiyle, hangi yöne savrulacağı belli olmayan kavisler çizerek bizimle adeta yakartop oynuyordu. Bu iskelede sigara içmenin ayrı bir tadı vardır. Fatih Erkoç'un da altını çizdiği gibi, genelde yarısını rüzgar içer. Fakat şimdi diğer yarısını da deniz söndürüyordu! Sonra ufukta vapurun görünmesiyle hep beraber duştan çıkıp kapıya doğru yöneldik. Vapur kıvırta kıvırta geldi, bir müddet önümüzde durdu, sonra aldı başını Boğaz'a doğru açıldı. Ben vapur seferlerinin iptal olabileceğini düşündüm. Ancak vapur ilerden ters bir manevra yaparak daha değişik bir açıyla tekrar iskeleye doğru yöneldi. Nihayet yanaşabilmişti.

Kapıların çekilmesiyle birlikte cümbür cemaat doluştuk. Zafer sarhoşluğu içinde bir o yana bir bu yana doğru savruluyorduk. Kendimi Lunapark'taki bir oyuncağın içinde gibi hissettim. Zoraki bir yere oturabildikten sonra yaslandım arkama ve bu eğlencenin tadını çıkardım. Vapur hareketlendi ve Kadıköy'e doğru yola çıktı. Marmaris'ten Dalyan turuna katılmış olanlar bilir, genelde bu deniz yolu oldukça dalgalıdır ve yolcuların yarısı kusar. Çocukken bu büyük teknelerden birinin en uç noktasına oturmuş ve bir daha asla tekrarlanmayacağını düşündüğüm dakikaları yaşamıştım. Abartmıyorum, teknenin ucu denizden 5-6 metre yükselirdi. Ve şimdi bir İstanbul şehir hatları vapurunda bu deneyimi yineliyor olmak oldukça ilginç ve heyecanlıydı. Karın boşluğum kelebeklenmekle meşgulken, tüm yolcular olarak vapurun ani düdüğüne irkildik.

Vapur neredeyse 30 saniyedir düdük çalıyordu. Herkes bir o pencereden bir bu pencereden dışarı bakarak neler olduğunu çözmeye çalışıyordu. Sağ paralelimizde (Haliç tarafı) devasa bir şilepin seyirdiğini gördüm. Ancak Kadıköy zaten solda kaldığı için onun bir problem yaratıyor olması imkansızdı. Derken sol taraftan, muhtemelen Eminönü ya da Karaköy'e doğru yola çıkmış başka bir vurupun doğrudan üzerimize geldiğini gördüm. Sağımızdaki devasa şilep yüzünden kaçma şansımız da yoktu. Ben o esnada, illa ki sahil güvenlik bizi kurtaracağı için canımı değil ancak üzerimde bulunan bir takım elektronik eşyaların suyla teması yüzünden çıkaracağı arızaların derdine düşmüş ve hatta en hesaplı olarak nerede tamir ettirebilirim diye düşünmeye başlamıştım bile! Yavaşladık. Diğer vapurun bize neredeyse birkaç metre yaklaştığı bir anda şilep bizi geçmişti ve hemen sağa kırıp onun arkasına saklandık. Öyle ki, biraz daha bu yönde ilerleseydik, Beşiktaş-Kadıköy seferimiz Eminönü'ne zorunlu iniş yapacaktı! Aşağıda, durumu daha iyi analiz etmeniz için hazırladığım imaj bulunuyor:

Öteki vapur falso yaparak arkamızdan geçti ve kendi güzergahına geri döndü. Biz de şilepin tekrar sol tarafına geçerek Kız Kulesi'ni geride bıraktıktan sonra dalgakıranı kolumuza takıp nispeten daha durgun su üzerinde Beşiktaş İskelesi'ne yanaştık. Eğer vapurda bir ünlü olsaydı, o ölümden döndüğü için biz de ölümden dönmüş sayılcaktık ama.. Kader utansın..

:(

İETT şoförü çarpıp öldürdü.

İstanbul Bilfen Lisesi 2. sınıf öğrencisi 16 yaşındaki Sinem Kalyoncu, dershaneye gitmek için geldiği Kadıköy Rıhtım Caddesi'ni karşıdan karşıya geçerken İETT otobüsünün altında kalarak hayatını kaybetti. İETT şoförü Yaşar Bababir tutuklanarak cezaevine gönderildi.
Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı Yaşar Bababir hakkında, bir kişinin ölümüne neden olmaktan 2 yıldan 6 yıla kadar hapis istemiyle dava açtı. Bababir, "Kadıköy'den yolcu alıp yola çıktım. Ümraniye son durağa yaklaşmıştım ki, İETT'nin sendika temsilcisi arayarak bir kazaya karıştığımı ve dönmem gerektiğini söyledi. Birine çarptığımı fark etmedim. Fark etseydim yoluma devam etmezdim" dedi. Mahkeme, sanık Bababir'in tutukluluk halinin devamına ve olay yerinde keşif yapılmasına karar vererek duruşmayı erteledi.

Anne Aysel Nermin ve baba İlhan Kalyoncu, kızlarının hayallerinin otobüsün altında kaldığını belirterek, "Nasıl olur da bir insana çarptığını fark etmez. İnsan yolda bir kediye bile çarpsa fark eder" dedi.

www.sabah.com.tr