Salı, Ağustos 29, 2006

Takı...

Sabahın 8'inde Altunizade'ye gitmek üzere Beşiktaş'tan binilen taksi dialoğu:

E:Günaydın, Altunizade'ye lütfen.
T:Günaydın efendim.
E:...... (güneş gözlüklerinin arkasında uyuklamaktadır)
T:Takı sever misiniz?!?
E:Efendim? ( küpelerim çok mu abartı olmuş acaba niye takı muhabbeti şimdi ne alaka sabah sabah?)
T:Takı hanımefendi, takı sever misiniz?
E:Eee...yani...tabi, şey...severim...(?)
T:Eşimin yaptığı takılara bir bakmak ister misiniz? (Arkaya bir siyah çanta uzatılır.)
E:Hmm...Aaa! Çok güzel şeylermiş , elinize sağlık eşinizin. (Pazardan almış eşim yapıyor diyor.Cumartesi günü Beşiktaş pazarı doluydu bu kolyelerle -bilekliklerle)
T:Efendim o elinizdeki bilmemne taşı, Brezilya'dan geliyor.Gramı şu kadar para.O kolye Metrocity'de aynısı 90 milyon.Telefonla resmini çektik, eşim evde aynısını yaptı efendimDökün hanfendicim çantayı koltuğun üstüne, rahat rahat bakın.Çantanın dibinde kristal kolyeler var.O da var, bu da var.
E:Yok dağıtmayalım ortalığı şimdi, birazdan inicem zaten.Siz arkaya dönmeseniz...
E:Hah, burdan sağa gireceğiz.Veya girmeyin siz hiç, ben sokağın başında ineyim.
T:Abla almıyo musun hiçbişey?
E:Eee..şey..ay sonu...para..pul..hık mık...( bir şeye benzemiyor ki senin hatunun takıları, ya da en azından ben beğenemedim)
T:Abla boşuna mı girdim ben bu trafiğe?
E:Ne trafiği yaw?15 dakikada Beşiktaş'tan Altunizade'ye geldik?
T:Abla almayacağını bilsem durmazdım.


Salı, Ağustos 22, 2006

2 velet ve bir metro

Yıl seksenlerin sonu aylardan ise yazdı yanlış hatırlamıyorsam ve güzide şehrimiz (deniz ural'a not : yol yakınken vazgeçebilirsin ama en yakın noktalama işareti 13 kelimetre sonradır belirteyim) istanbulumuzun ilk metrosu yapılmış bitmiş ve ilk birkaç günlüğüne beleş olarak halkın hizmetine sokulmuştu. On - Oniki yaşlarında bir velet olarak tabe böylesine bir millenyum yeniliği tarafımdan incelenmeden geçilemezdi ve geçilmedi de. (baskılara boyun mu eğiyorum nedir ama hayır 1000 kelimelik tek cümlelik bir post yakında gelecek endişe etmeyin) Ayarttığım bir arkadaşımla beraber kendimizi emniyet durağından metroya attık ve bayrampaşa sağmalcılar falan gibi varoşlara doğru giden hatta ilerlemeye başladı yepyeni toplu taşıma aracımız. Bir kaç durak geçince sanırım üçüncü duraktı sağmalcılarda inelim olduk fazla da uzaklaşmadan merkezimize. Önce ilk düşündüklerimi anlatayım bana acaip garip gelmişti metro metro diyerek yaygara yaptıkları, tamamen yer altından gitmesi önemli olan bir nesnenin yeryüzünden gitmesi.. o zaman böyle düşünmüştüm şimdi ise yorumlayabiliyorum metroyu bile türk usulu yapmışız ya ne denebilir ki. Zaten bir ara hangi belediye başkanı bilmiyorum ama bu alete hızlı tramvay ismi vermişti de sonra tamamen yüzeyden giden zeytinburnu hattı yapılınca e o hızlı tramvaysa buna ne isim vereceğiz yahu diyip tekrar metro ismini iade etmişlerdi. Bak şimdi de belediye başkanını takdir ettim rasyonel adammış yav bunun neresi metro kardeşim dedi heralde göreve gelince. her neyse ned beni dövecek blog konseptinden uzaklaşmadım umarım. biz şimdi iki velet indik metrodan istasyondan çıktık sağmalcılarda dolaşcaz neyini dolaşacaksak çıktık biraz turladık ve geri geldik ama guvenlikçi amca almadı bizi metroya. o bölgenin bütün çocukları kapıya yığılmış sabahtan beri amcanın başının belası oldukları için adam en sonunda hiç bir çocuğu içeri almamaya karar vermiş. biz arkadaşımla bi anda feci olduk tam olarak nerede olduğumuzu kestiremediğimiz ve indiğimiz durağın isminin bir hapishaneyi çağrıştırmaktan başka bizim için bi manasının olmadığı ve aşırı güvenliksiz görünen bir semtte evden millerce uzaktayız. ve tek eve gideceğimiz yolu bulabileceğimiz ulaşım aracı olan metroya binemiyoruz. adama yalanın bini bir para anlatıyoruz bir şeyler ama yemedi çocuk sarrafı olmuş iki dakkada. baktık adam nuh diyo sadece ve unutmuş bütün diğer kelimeleri biz de çaresiz dedik bu metro hattını takip edelim bir önceki durağa gidelim ordan binelim dedik ve cevreyolunun kenarından gayet yuzeyden hem de yaya olarak bir istasyon gittik. Bayrampaşaya geldik içimizde de inceden bi korku var burdaki güvenlikçi amca da böyle bir şey yapar mı diye ama baktık istasyonun onünde çoluk çocuk kalabalığı yok o zaman umutlandık ve evet bir şey demedi adam ve girdik istasyona ve evimize gidebildik. O zamanlar ilgimi çeken bir nokta da istasyonlardı çok temiz böyle kocaman yüksek tavanlı çok sakin durgun hoş mekanlar gibi gelmişti ve o istasyonlar hala da temiz ve güzel mekanlar. Acelesiz zamanlarda en sonlar istasyonlarda boş olur herkes merdivenin kendilerini ilk bıraktığı yerde dikilip bekler metroyu ya işte ben yürürüm en sona doğru otururum o durgunluğu hissederim ve metro gelir binmem önümden içindeki binlerce hayatla geçmesini o florasan ışıklarının atmosferinde izlemek güzel gelir nedendir bilmem.. Sonra o son sefer olur küfür ederek kendine çıkarsın istasyondan..

Cumartesi, Ağustos 19, 2006

En ucuz macera

Taksim'den kalkıp sahilden Emirgan'a giden bir otobüste dün akşam saat 7 civarı...
Ortadaki camın altından geçen yatay demire sımsıkı yapışmış, burunlarını cama dayamış iki erkek çocuğunu duyuyorum.Küçük 9 , büyük 12 yaşındadır tahminim.Küçük çok heyecanlı.Herşeye atlıyor, herşeyi soruyor.Büyük de küçüğün cehaletinden almış gazı, atıyor da atıyor.Bir ara Kuruçeşme'nin oralardayken "biz burdan yüzerek karşıya geçtik" dedi."Yaaaa" dedi küçük."Burası neresi?" "Haliç" dedi abisi.
Sonra ceplerindeki paraları çıkarıp saydılar.Kaç kere sayarsan say, aynı işte : 2,8 YTL'leri vardı."Öğrenci bileti kaç lira" hesabına girdiler.
Dönebildiler mi evlerine küçük serseriler bilmiyorum.Ama özellikle - benim favorim olan- saftorik küçük, hayatının gezisini yapıyor gibiydi.Deniz otobüslerine, lüx spor arabalara, yolda gezdirilen köpeklere, yalılara, herşeye herşeye azalmayan bir merak ve ilgiyle baktı. Ne güzel! 0,9 YTL'ye (öğrenci bileti) yaşanılan keyfe bak!

Çarşamba, Ağustos 16, 2006

Atilla, gaz ver!

Otobüs’e Ankara’dan katılan ikinci (mi?) yolcu olarak herkese iyi yolculuklar diliyorum. İlk işim arşiv-marşiv dinlemeden bütün yazılanları baştan okumak oldu. Böylece, doğru yere gelmiş olduğumu hemen anladım. Zira, Ankara’ya öğrenci olarak gelmiş birinin yolculuk maceraları hiç bitmez. Memleket- gezi- falan üçgeninde, otobüsün –en önden en arkaya kadar- hangi numarasının pencere kenarına geldiğini ezberlemiş bulursun kendini. Hele bir de, tek firması olan küçük bir şehirden geldiysen, egzotik hikayelerin demirbaş kahramanı oluverirsin. Öğrencilik bitse bile AŞTİ hala orada seni bekliyordur: ‘Kalkıyoooor!’ :)
(Metro, dolmuş, ve şehir içi otobüsleri saymıyorum şimdilik.)

Şimdi anlatacağım olay, bir otobüste başıma gelmiş en acayip olaydır. Bundan sonraki yazılarımda böyle şeyler beklemeyin diye söylüyorum :)

Galiba 2001 yılının kışıydı. Ankara’nın en feci, en karlı kışlarından biri. Liseleri geçtim, üniversiteler bile tatil olmuştu. (Tabi, dağın başında olduğundan sürekli karla uğraşan ve sonunda iki adet kar küreme aracı alan Beytepe hariç. Bizim şehirden okula nasıl gideceğimiz ise muamma.) Haberlerde, orada burada mahsur kalmış, otobüsün içinde yeni hayat biçimleri geliştirmiş insanları gösteriyorlar belgesel gibi. Tatillerden bayram tatili. Biz de ablamla illa ki gideceğiz Yalvaç’a (Isparta). Hem de, tek firmanın, akşam altı buçuğa konmuş ek seferiyle! Hem amatörüz, hem manyağız demek ki o zamanlar :)

Ablam, Yalvaç otobüslerindeki arka koltukların kötü tadını bildiği için 1-2 numaradan aldı biletlerimizi. Ben birinci sınıftayım ve eve ilk kez gidiyorum. Neyse, bagajlarımızı koyup, koltuklarımıza yerleştik. Otobüsün ön tarafı şoförümüzün akrabalarıyla doluydu. Koşuşan çocuklar, koridorda oturan teyzeler…O şekilde pekala pikniğe falan da gidebilirdik.

Hay huy içinde yola çıktık. Karanlık, soğuk, alabildiğine beyaz ilerliyoruz. Biz, teyzelerin ağzından, Hatçagillerin Osman Efendi’ye gelin gelen kızın nasıl sivri dilli olduğunu –mecburen- dinlerken, otobüs birden durdu. Daha Polatlı’ya bile gelmemiştik halbuki. Şoför ve saz ekibinde bir heyecan başladı. Bir yerlerden gazete bulup otobüsün önünde yaktılar. Bir süre sonra tekrar yola çıktık. Herkes sus pus, şoför tedirgin. Kimse bir şey sormaya cesaret edemiyor. Yaklaşık yarım saat sonra yine durduk. Yeni gazeteler geldi, otobüsün önünde kamp ateşinini aratmayan bir ateş yakıldı. Söndürüldü. Devam ettik. Bu şekilde, yarım saatte bir ateş yakarak neresi olduğu meçhul bir yerlere geldik. Arkama şöyle bir baktım, herkes kellesini koltuğuna almış bekliyordu. Ablamla bense daha binerken o pozisyondaydık. Sonunda şoför telefonu eline aldı. Necdet Abi’sine otobüsün gaz pedalının donduğunu, ne yapsalar çözemediklerini, Akşehir’e kadar böyle idare edebileceğini, ama dağa çıkamayacağını, oraya yeni araba göndermesi gerektiğini söyledi. Kapattı. Telefon konuşması sırasında tıp oynayan yolcular, hep bir ağızdan sesli sesli hatim indirmeye başladılar.

Otobüsün teknik elemanları (!) gerekli işlemleri gerçekleştirmek üzere hummalı bir çalışmaya başladılar. Bizse, gerçekten orada olup olmadığımızdan şüphe etmeye başlamıştık. Zira, hiçbir açıklama duymadığımız gibi, otobüsün içinin dışarıdan daha soğuk olmasına da aldıran yoktu. Şoförün aile gezisine rica minnet katılmış 40 kişilik bir grup kadar eziktik. Kutup ayısı çıksa şaşırmayacağımız bir yerde biz de, sigara içmeye çıkan diğer yolcular gibi, aşağıya indik. Aşağıda muhabbet alıp yürümüştü. Kokmaktan ve donmaktan sıkılan herkes birbiriyle akraba çıkmaya uğraşıyordu. Pek kaynaşmışlardı. İki tane çocuk da gelip bize kaynaştı. Bir tanesinin Ankara’da arabası varmış, illa ki geri dönüp hep beraber yola arabayla devam etmeliymişiz. Baktık ki bizde akıl izan kalmamış, neredeyse kabul edeceğiz teklifi, hemen içeri geri döndük.

Bilmem kaçıncı kez tekrar yola koyulduk. Az önceki hummalı çalışmanın sonuçları, koridor boyunca uzanan bir ip ve bir Atilla olarak karşımızdaydı. Ablamla ben olayları, maalesef, protokol tribünündeymişçesine rahat izleyebiliyorduk:

Gaz pedalı artık kullanılmaz duruma geldiği için, otobüsün arkadaki motorunun gaz işlevi görecek bir yerine ip bağlamışlardı. Bu ip, arkadan gelip koridor boyunca ilerliyor ve Atilla’nın elinde son buluyordu. Atilla şoförün yanına oturmuştu. Kalkışımız 'Atilla gaz ver’ komutuyla oldu. Atilla, artık gaz pedalı olarak kullanılan ipi çekmeye başladı. Yollar buz kaplı olduğundan fren de kullanılmaz haldeydi. Gaz da Atilla’da olduğuna göre, direksiyon ve debriyaj pedalı dışında, şoförün otobüsle bir bağlantısı kalmamıştı. Tıpkı bizim hayatla aramızdaki tek bağın uzun bir film şeridi olması gibi.

Atilla gaz verdi, biz gittik. Arasıra, koridorda dolaşan çocuklar ipe basıyor, Atilla’dan sıkı bir azar işitiyorlardı: “Şşt, oturun yerinize lan! Öldürecek misiniz bizi?!”

Bir mucizeymiş gerçekten de yaşamak. Çünkü, yeni araba gelmediği için, biz bu şekilde Akşehir Dağı’nı (Sultan Dağları) da geçtik. O dağ ki, her virajının bir adı vardır; Gavur Uçtu, Ayı Uçtu, daha küçükleri için Tavşan Uçtu.

Dağda ilerlerken bir ara jandarmalar bizi durdurdu. Şoför ve ekibinde bir telaş bir telaş.
‘Abi, napçaz abi ya?’ ‘Atilla, bi dur oğlum, bi dur ya. Telaşlanma.’
Jandarma yavaş yavaş yaklaştı. Şoför pencereyi açtı.

Jandarma: ‘Yalvaç’a giden bir yolcumuz var. Alır mısın arabaya?’
Şoför: (Oh çeken sesiyle) ‘Tabi abi, ne demek.’
Jandarma: ‘İyi o zaman. Kenara çek de yolu kapamayalım’

Jandarma gidince bu sefer kenara nasıl çekeceğiz telaşı başladı. Çaktırmamak da lazım. ‘Gaz ver. Dur. Gaz ver. Dur’ diye diye azıcık çektiler kenara. Yolcuyu aldık. Devam ettik.

Gecenin bir köründe Yalvaç’a vardığımızda otogarın ana baba günü olduğunu gördük. Herkes endişeyle yakınını bekliyordu. Şoför, her zamanki yavşak ve sırıtan suratıyla inince, küçük bir linç tehlikesi geçirdi. Çünkü olayı herkes duymuştu bir şekilde. Duyduğumuz habere göre bir ay sonra kalp krizi geçirip ölmüş. Kalbi dayanmamıştır diyemem, çünkü Atilla’ya gaz verdirirken keyfi gayet yerinde görünüyordu. Ahımız tuttu herhalde.

Ha, biz niye hiç sesimizi çıkarmadık, en azından jandarmaya söylemedik diye soruyorsanız, onu inanın ben de bilmiyorum. Ablamın bir ara ufaktan tartışmasını saymazsak, hepimiz koltuklarımızda birer kütük haline gelmiştik. Şok mu desem, travma mı desem bilemedim. :)

O günden beri en ön sırada oturmamak için koridoru bile tercih etmişliğim vardır. Gerçi Yalvaç otobüsleri o günlerdeki kadar 'camel trophy' değil ama, n'olur n'olmaz.

tek kelime: taksiciler

ned in yazısını biraz geç gördüm.
ama bu taksicilerle yaşanan sinir harpleri öyle bir konu ki, beş yıl öncesinden kalma bir hikayeyi de hala aynı hırs ve heyecanla tartışabilirim.
taxi driver'da bir laf vardı:"yağmur yağarken, kentin kralı taksicidir" diye.
yağmurda taksi arama kabusu bir yana, nedir sahi bu taksicilerin zulmü?
hayır zaten bir şekilde ihtiyacım olmasa neden taksiye bineyim, başka yöntemler de var bir yerden bir yere ulaşmak için değil mi ama? ocağına düşmüş sefil bir faniye neden bu kadar kötü davranırsın be adam?
bir kere güzergahı asla beğenmezler:uzun mesafe olmaz, arabayı teslim edeceklerdir; kısa mesafe olmaz, parasını beğenmezler; karşıya geçmezler, trafik vardır; vardır oğlu vardır..
sonra bozuk paraları asla yoktur, müşteri olarak birincil görevlerimizin arasında üzerimizde tam gideceğimiz yerin tuttuğu kadar nakit taşımak vardır. aksi takdirde de başımıza geleceklere (taksicinin hakaretamiz bakışları altında araçtan inip, parayı bozdurup, hala çalışmakta olan taksimetrede yazan tutarı ezik ezik ödemek gibi) peşinen razı olmamız gerekmektedir.
çok uzattım biliyorum ama o kadar çok anım var ki sürüngen taksicilerle, başladım mı kendime mani olamıyorum. en iyisi bundan belki bir sene kadar önce başımdan geçen bir hikayeyle kapatmaya çalışayım:
sabahın kör saatleri, acelem var, beşiktaştan nişantaşına gideceğim. bir taksiye bindim. üzerimde de daha o sabah atm'den çektiğim iki adet 20'lik banknot dışında para yok. nişantaşında ineceğim yere geldiğimizde şöförle aramızda geçen diyaloğu zorlanmadan tahmin edersiniz sanırım:
"bozuk yok mu abla?"
"yok haliyle, daha yeni çıktım evden, bunu da yeni çektim bankadan."
"bozdurcaz o zaman."
"peki bozduralım."
bu şekilde benim inmem gereken noktadan itibaren 500 metre ilerisine kadar tüm simitçilere, kuruyemişçilere ve gazete bayilerine bozuk para sorarak ilerledik. netice sıfır. sorduğum son yerden de olumsuz yanıt alıp taksiye döndüğümde, sürüngen herif cebinden bir tomar bozuk para çıkardı ve son noktayı koydu:
"eh, hiç istemiyordum şimdi bozuk paralarımı vermeyi ama, madem bozduramadın.."
öldürmez misiniz??

Otobüsten Haberler

Akşam saat 7 civarı gibi işten çıktım. Arkadaşlarla yaptığımız plan dahilinde Taksim'e geçip, bişeyler atıştırıp, 2-3 bira eşliğinde muhabbete gidiyorum. Balmumcu otobüs durağında Taksim otobüsünü beklemeye koyuldum. Ve geldi. Bindim. Otobüs dolu. Ayaktayım. Biliyorum ki birazdan, 2-3 durak sonra Beşiktaş durağında otobüs yoğunlukla boşalacak, Taksim'e doğru yol alacak diğer yolcuları toparlayıp yoluna devam edecek. Dedim ya ayaktayım diye? Yanımda bir kız. Elinde bir tomar fotokopisi alınmış kağıt. Bir yandan ayakta durmaya çalışıyor, bir yandan elindekileri okuyor. Okuma şekli ilginç. Çünkü vurgulara dikkat ederek mırıldanarak okuyor.
Beşiktaş'a geldik. Otobüs boşalmaya başladı. Bu kız boşalan bir koltuğa yerleşti. Fırsat bu fırsat ben de hemen yanındaki boş koltuğa. Ne okuduğu merak ediyorum. Şimdi mırıldanma seviyesini biraz daha yükselterek kaldığı yerden devam etmeye başladı. Göz ucuyla elindeki metinlere bakmaya çalışıyorum. Fiilen gözü dönmek bu olsa gerek.
O sırada anladım ki bu kız, günün haberlerini okuyor. "Kral Esad İstanbul'da" başlığını takiben alt metinlere geçiyor ve en son hava durumuyla haberleri bitiriyor. Tahminen radyo yayınına yetişiyor diye düşünüyorum. Veya spiker olmak için iş başvurusunda bulunacak. Veya... Olasılıkları düşünmekten vazgeçiyorum. Kendimi günün haberlerine bırakıyorum.
Şu hayatta kaç kişi otobüste, kişiye özel günlük haberleri canlı dinleme şansını yakalamıştır ki? Ben dinledim vallahi! :)

NOT: Tüm Otobüs ahalisine selamlar, merabalar bu arada. :)

Ekmek arası köfte

Bugün bi arkadasın arabasının arka koltuğunda mecidiyeköy civarlarında kırmızı ışıkta kilit vaziette etrafıma bakınmakta ender uğradığım bu şehrin keşmekeş mekanının en berbat saatinde gözüm birden durakta kalkış saatini bekleyen bir otobuste sofor amcanın koltugunda oturmus elinde bir yarım ekmek ve kapının orda sanarım bir kol koyma yeri mi vardır nedir oraya koyduğu tahminimce plastik tabakta bulunan köftelerden kendine ekmek arası yapısını sonra da afiyetle ısırısını ama çok da zevk alarak deil aceleyle bir yandan da otobuse binen insanların sorularına cevap vererek birazcık onların gözüne sokmamaya calısarak arada da pilavını çatallayışına ilişti.

adam orda bu yemeği yemekten rahatsızdı düsüncesiz değildi. sebepleri bilemiyorum eminim adamın hatası (muavin söför olayında bir yetersizlik belki de) ekmek parası kazanma derdi yoğun istanbulun yoğun sefer saatleri halk otobus soforlerine bir minik kulubecik bile ayıramayan iett ve benzeri olabilirliği stratosferde dolanan binbir sebep düsündüm bunun düzelmesini düsündüm bunu düzeltin sofor otobuste yemek yememeliyi düsündüm bunu baırmayı caırmayı bunun ne kadar kolay olacağını düsündüm yemek yenmesi değil belki o koftenin o yemeğin kokusunun otobuse yayılması ve olusturacağı nice baska aç midelerin kazınması gibi sebepleri de düsündüm sonra dedim ki böyle iyi.. işte biz buyuz.. bu biziz yahu artısı eksisi guzeli kötüsü elestirmek için falan da deil ironik hiç deil ibretlik falan da değil böyle iki arada bir derede işini bilir millet halindeyiz kendimizi aç bırakmayız imkanlar yoksa ölecek değiliz ya aksama kadar aç direksiyon sallanmaz ya elbette böyle olacak böyle olmalı ve budur ben de buyum sen de busun herkes bu oldum sırıttım ve kafamı sola cevirdim yanyana üç dükkanın tabelalarına baktım simit şusu, simit busu, simit benim işim... yanyana yan yana yan yan aaaaaaa..

Taksi hikayesi - Klima

Az önce bir geziden döndük. Havaalanından taksiye bindik.
"Klimayı açabilir misiniz" diye sorduk.
Taksici önce bir ufladı. Sonra da ne dedi biliyor musunuz?
"Yaa şimdi açarım da, arabanın çekişini düşürüyo" (!!!!!!!)

Sonra açtı elbette. Çünkü açmayacaksa, taksiden ineceğimizi söyledik de.. E müşteriyi kaçırıp sıranın en arkasına girmektense, "çekişi" düşürmeyi göze aldı adam.

Peki şimdi merak ediyorum. İki sene sonra, hani şu taksiciler için hazırlanan tasarı kabul edildiği zaman, klima açmamak için ne bahaneler uyduracaklar?

Birkaç tanesi zihnimde beliriyor.
"Abi klimanın gazı bitti, ben de servise gidiyodum tam."!! (Önce bir açtırın klimayı, çalışıyorsa egzosu çıkarıp adamın bir tarafına "çarpabilirsiniz".)

"Abi klima arızalı biliyon mu, yoksa ben de seviyom klima serinliğini."

"Servistekiler klimayı açma dedi bana."

"Çok benzin yiyo abi o zaman, benzin paramı vercek misin?"

"Klima istiyosan, kendi arabana bin, taksiye binme." (Bu sonuncusu, bu durumda taksici cinayetleri bahsi tekrar açılır, söyliyim bak şimdiden.)


Haa bu arada, adam yol boyunca üç beş defa, yüksek viteste hız almaya çalışma numarası yaptı. Hani bize "bak abi, dedim sana çekişi düşürüyo diye" demek için ama sanırım tipimiz "ulan bunlar araba kullanan adamlar galiba, anlarlar şimdi numaramı" tipiydi de bir iki dakka sonra adam gibi kullanmaya başladı.

Ama en kıl olduğum şey, trafiğe düştükleri zaman oflayıp puflamalarıdır. İşte onu da yaptı. Ofladığına da değmedi. İki dakika içerisinde yol açıldı. Adam "berbat bir taksi şöförü" notunu alarak döndü gitti.

Sadece taksicilere değil, bu şekilde iş yapan herkese "işini sevmeyen adam" diyoruz biz dünyalılar.

Perşembe, Ağustos 03, 2006

Rujlu Kız!

İzmir Göztepe Kız Meslek Lisesi'nin anaokulundayım o zamanlar...
Sene 1984 ya da 85...
Bi' gün kocaman abiler ablalar geldiler ve karpuz seçer gibi seçtiler bizi...
"Sen gel, sen gel, sen de gel..."
"Aaa bu da güzelmiş, gelsin..."
Derken topladılar ve bi' servise doluşturdular...

Uzun bir yolculuktan sonra, bir fotoğraf stüdyosuna geldik.
İçeri girdik, baktık, bir sürü bizim yaşlarımızda çocuk, saçları taranıyor, kızlara ruj filan sürülüyor...
Hâlâ neden orada olduğumuzu bilmiyoruz ama... Ya da ben bilmiyorum!
Neyse beni de aldılar. Saçlarımı taradılar, bi' de toka takıp, ruj sürdüler.
Bir yandan da "ay ne güzel çocuk aman da aman" diye seviyolar.
Bir tarafta bi' kız ağlıyo... İçimden "aman ne şımarık şey" diye geçiriyorum. Görseniz kız safi kapris. Yok oyuncak isterim, yok efendim benim fotoğrafım renkli olsun, saçımı neden böyle yaptınız... Ayy, içim daraldı şimdi hatırlayınca bile... Benim saçımı tarayan abla da yanındakiyle konuşuyor bi yandan: "Belediye Başkanının kızı ya, ondan böyle yapıyo. Şımarık işte noolcak!"

Neyse, fotoğraflarımızı çektiler ve servisle yine anaokuluna götürdüler.
Yol boyunca cam kenarında oturup, dışarıyı izledim.
Her sabah babam beni okula götürürken, otobüste gördüğüm sarışın teyze geldi aklıma.
Otobüs bizim durakta dururdu.
O teyze hep aynı yerde oturur, dudağındaki parlak kırmızı rujuyla dışarıyı izliyor olurdu.
Onu önce camda görürdüm. Sonra da yol boyunca onu izlerdim.
Hep dışarı bakardı. Yüzünün aksi cama vururdu. Çok hüzünlü gelirdi bana...
O zamanlar bu sadece ona özel bir durummuş gibi gelirdi...
Ama otobüste yalnız olup da dışarıyı izleyenler hep hüzünlü görünürlermiş, sonradan fark ettim.
O gün yol boyunca camdan dışarı o teyze gibi bakmaya çalıştım.
Dudağımda kırmızı rujum, özenle taranmış sarı saçlarım vardı onun gibi...
Acaba ben de öyle güzel görünüyor muydum dışarıdan?
Acaba dışarıdakilerin dikkatini çekiyor muydum, onun benim dikkatimi çektiği gibi?

O gün bugündür, ne zaman otobüse binsem camda o teyzenin yüzünü görürüm.
Ve hâlâ merak ederim, aylarca, aynı yerde, aynı şekilde otururken aklından neler geçerdi...

Haa unutmadan!
Fotoğrafların çekilme nedenine geri dönelim... :)
Meğer ben o gün Yeni Asır Gazetesi'nin düzenlediği Güzel Çocuk Yarışması'na katılmışım bilmeden...
Kaçıncı mı oldum?
Elbette ikinci, Belediye Başkanının kızı değildim ne de olsa! ;)

Ama olsun!
Okula döndüğümde kraliçe gibi karşılanmıştım rujlu halimle...
Üstelik Serhan da bütün gün etrafımda dolaşmıştı rujlu kız rujlu kız diye...
Serhan kim mi?
İlk aşkım... hehheh! ;)

Taksi Hikayesi - Sigara

Ne zaman taksiye binsem, sigara içeceksem, şöföre sormadan yakmam. Şimdiye kadar sadece bir tanesi bana "hayır içemezsin" dedi. Mazereti de taksinin klimalı olmasıydı. Duman içeride kalıyormuş ve sonra taksinin içi sigara kokuyormuş. Bana "hayır" dedikten sonra suçlu hissetti herhalde ki, açıklama yapmaya devam etmişti: "Ben bile, taksiden inip sigaramı içiyorum."

Geçenlerde daha enteresan bir şey gördüm. Bir taksi, ön tarafına kocaman bir yazı asmıştı. "Sigara içmek yasaktır, teklif etmeyiniz"!

Eskiden şehirler arası otobüslerde sigara içmek serbestti, hatırlarsınız. Sonra yasaklandı. Şimdi molalar da olmasa, şehirler arası yolculuklarda cinnet sayısı artar herhalde..
Yakında taksilerde de aynı yasak gelecek diye korkuyorum.

Ayrıca bu yukarıda bahsettiğim taksiye binmemiştim ben. Yanımdan geçmişti taksi. Ben taa oradan görebildim bu yazıyı. Peki taksiye binecek olsam o taksiyi durdurur muydum? Hmm sanırım acelem yoksa durdurmazdım.

Bu yazı da o yüzden sarı.