Çarşamba, Mayıs 31, 2006

Güneş/Gölge/Yaz sezonu için otobüs bilgileri

Lilith'in post'u ile aklıma geldi.
Kendi metodumu paylaşayım.

Otobüs durağında bekliyorsunuz.
Öğle saatleri. Güneş tepede.
Otobüs henüz gelmemiş.

Ben hemen etrafıma bakınırım.
Güneşin konumunu, cisimlerin gölgelerini incelerim.
Gideceğim yolun hangi yönde kaldığını ve o yöne giderken otobüsün güneşi nereden alacağını hesaplarım.
Otobüs gelir, biner ve hesaplarıma uygun tarafa oturmaya çalışırım. Eğer (mesela sağ tarafta oturmam gerekiyorsa) sağ tarafta yer yoksa, sağ tarafta ayakta dururum. Sol tarafta boş yer olsa bile oturmam, sağ tarafta bir oturağın boşalmasını beklerim.

Bu yöntemi de tavsiye ederim.

Pazartesi, Mayıs 29, 2006

Mecidiyeköy (Otobüs Hikayesi)

Mecidiyeköy'den binmiştim.
İki sene önceydi herhalde.
Bakırköy'e gidiyordum.
Arkamda iki tane üniversiteli kız oturuyordu.
Çantam olmadığı için yanımda, okuyacak bir şeyim yoktu.
Sesleri de yüksek çıktığı için sohbetlerine kaydı kulağım.

İsimleri hatırlamıyorum şimdi. (Atacağım o yüzden.)
Bir tanesi nişanını anlatıyordu ötekine.
"Sen de artık götür, tanıştır Muhittin'i ailenle" diyordu.

Ötekinin nişanlanmış olmasından mıdır nedir, devamlı savunma halindeydi öteki kız.
"Muhittin'in şimdilik askerlik problemi var, onu yapsın bir gelsin, sonra istemeye gelir beni" dedi.

Nişanlanmış olan kız, nişan gününü ve Cengiz'in o gün yaptıklarını gülerek anlatıyordu.

Sonra, eski günlere gittiler. Henüz nişanlanmamış olan kız, Cengiz'in nişanlısına "Sen Ali ile çok iyiydin ya, niye ayrıldınız?" diye sordu.
"Ali'yi seviyorum hâlâ, ama işte olmadı, yürümedi. O da zaten nişanlandı bilmem kimle" dedi.
Sonra sesi değişti. Ali'yi hatırlamıştı.

Ve ben o sohbeti Cengiz duysaydı neler olurdu acaba diye kafamda senaryolar yazarak Bakırköy'de indim otobüsten.
Başka şeyler de düşünmüş olabilirim.
Boş ver.

Pazartesi, Mayıs 22, 2006

Ne kadar?! (Dolcak hikayesi)

İzmir'de okuyan Aydınlı bir arkadaşım gelmişti. İsmi İlker.
Ben o zamanlar Bakırköy'de oturuyordum.
O zamanlar dediğim de artislik yapmak gibi olmasın
alt tarafı 4 sene önce, ama "o zamanlar" işte :)

İlker Erinçler'e geldi önce iki gece kaldı orada, sonra birlikte bize,
Bakırköy'e gideceğiz. Taksim'de oturuyor Erinç.
Doğal olarak dolmuş kullanılacak, mösyöler otobüse binmiyorlar :)
İlker paşa da bir nevi İstanbul turu atacak, malum, yol uzun.

Taksim'de sahil sırası uzundur hep ama daha hızlı akar,
çevreyolu sırasında da az kişi olur ama 5 dolmuştan 2 tanesi oraya çalışır.
Şimdi misafir var, adamı sahilden götürmek gerekir dedik, sahilden sıraya geçtik. Bekliyoruz...
Başladı...

İlker: Bu Taksim Bakırköy ne kadar?
Erçin: Nasıl ne kadar?
Erinç: 1 milyon yüz
İlker: Yok olum öle değil ne kadar yani..
Erçin: Yol açıksa 20 dk en fazla da 40 dk
Erinç: Ya da 1 sat belki çünkü bazen be...
İlker: Ya öle değil be.. Ne kadaarr nee...
Erçin: 14 km
Erinç: Ya da 12 falan
İlker: Yaani ne kadar işte??!?!?!?!
Erçin: Star Wars biliyo musun? Yıldız destroyeri kadar ordaki...
Erinç: Ne demek ya ne kadar, hangi cins ölçü birimi kullanalım
Erçin: Ya İlker delirtmesene be adamı...
İlker: Ya bildiğin ne kadar be kardeşim, Aydın'ca...
Erçin, Erinç: Haaaaa... Tamaammm
Erinç: Aydın - İncirliova kadar falan..
İlker: Hahh.. Hayaşayın..
Erçin: Salak!
Erinç: Beyinsiz...
İlker: Napiyim olum en net bööle oluyo yani...

Yola çıkıldı.. Erinç'le birlikte, bir süre sessiz kaldıktan sonra
anıra anıra gülmeye başladığımızı,
ininceye kadar da güldüğümüzü hatırlıyorum.
Ayrıca İlker'in hiç ama hiç gülmediğini de...

Perşembe, Mayıs 18, 2006

Lupe Ontiveros

Kim mi bu?





Cevap az aşağıda.




Her otobüste,




Her trende,



Her vapurda,



Her dolmuşta,


O'nun benzerine rastlayabilirsiniz. Yeşil bir otobüste cep telefonunuzu açık unuttuğunuzda size ters ters bakan kadındır. Dolmuşta, yer vermediğinizde size yine aynı bakışlarla bakar. Trende, herkesin kaptı-kaçtıcı olacağını düşünerek suratınıza böyle bakan kişidir. Vapuru bilmiyorum, binmedim çoktandır.

Carlos'un annesi. Nasıl böyle bir bakışa bürünüyor, anlayabilmiş değilim.



Bu yine, yumuşak bakışı sayılır. Gelinine bakmıyor o sırada.

Cumartesi, Mayıs 13, 2006

Otobüs Hikayesi - Kusmuk

2003 falan, bir belediye otobüsüne bindim, işe gitmek için. Otobüs boş gibiydi ve orta sırada hasta bir genç kadın ve yanında da kocası olduğunu düşündüğüm adam vardı. Kadının hasta olduğu yüzünden anlaşılıyordu. E5'e çıkar çıkmaz, kadın böğürerek çıkardı yere. Kimse bir şey yapamadı. Utanmıştı belli ama ne yapabilirsin ki...

Kocası ile apar topar indiler otobüsten. Ön sıralardan bir amca, elindeki gazete ile yerdeki kusmuğu örttü. Düşünmeye başladım, kötü bir şeydi. Kontrol edememek bazı şeyleri. Önlem mi? Önlem her zaman işe yarar mı? Küçük bir torbacık bile bulamadığın anlar olur...

Neyse, birkaç gün sonra da, ağzına kadar dolu bir "halk otobüsü"ndeydim. Biletçi ile göz göze gidiyoruz. O kadar dolu ki otobüs, utanmadan yolcu almaya devam ediyor. Binenler de mecbur o sıkış pıkış otobüse binmeye çünkü bir sonraki otobüsün ne zaman geleceğini bilemiyorsun iş dönüş saatlerinde (eskiden öyleydi, şimdi bilmiyorum).
Herifle bakışıp duruyordum. Demirlere tutunup sıkı bir tekme atsam iki bacağımla, acaba adamı camdan dışarı fırlatabilir miyim diye hesap yapıyordum. Sonra aklıma o kusan kadın geldi. Midem kalksa da herifin üstüne kussam diye düşündüm ama... Yok, kusamadım.

Bir şey diyeyim mi. Gelse idi, kusardım herifin üstüne. Çekinmeden. Çok kızıyordum onlara. Sebebi de vardı. Saatlerinde kalkmıyorlardı çünkü belediye otobüsü ile aşağı yukarı aynı saatlerde kalkıyorlardı ve belediye otobüsünden önce durağa varıp tüm yolcuları kaldırmak için böyle tıkış pıkış otobüslere mecbur ediyorlardı insanları. Nefret etmek için yeterli bir sebep, değil mi?

Kusamadım adama gitti. Pis herifler. Şimdi nasıl da adam gibi çalışıyorlar. İ.E.T.T. el koydu olaya da.. Gerçi ben de çoktandır iş dönüş saatlerinde binmedim ya o otobüslere.

Artık, halk otobüslerine binmemeye özen gösteriyorum. Durakta biraz daha bekleyerek, adam gibi oturulabilen ve insanları öteki hırtlara nazaran daha rahat taşıyan İ.E.T.T. otobüsüne biniyorum. Yolda okuyabildiğim kitaplar, yanıma kâr. Paranın da, namusu ile çalışan memurlara maaş olarak gittiğini biliyorsun en azından. Halk otobüsüne verdiğin nakitin, hangi mafyaya haraç olarak gittiğini bilmemek gibi değil.

Perşembe, Mayıs 11, 2006

Vapurunuzu seçtiniz mi?

Vapurunuzu seçtiniz mi? Ben seçmedim. Çünkü hiç binmiyorum. Ancak beş yılda bir falan..

Perşembe, Mayıs 04, 2006

Ak-bil gişesi

Dün Ak-bil gişesinde sıraya girdim. Taksim Meydanı'ndaki gişe. Genellikle önünde bir kuyruk olur oranın. Neyse, girdim kuyruğa.

Gişenin iki yanında da bilet satan küçük tezgah vardı. Otobüsler tarafında kalan tezgaha bir kadın yaklaştı.
"İ.E.T.T.'nin bilet gişesi neden kapalı?" diye sordu önce bilet satan gence.

Verilen cevabı dinleme zahmetine katlanmadan, kendisi konuşmaya devam etti. Bağıra bağıra. Herkes duysun da, "teyzenin bilgeliğini" takdir etsin diye, sanıyorum.

"Bu İ.E.T.T. ile bilet tezgahları arasında bir iş birliği mi var yoksa?"

Biletçi genç ne diyeceğini bilemeden baktı yaşı ilerlemiş teyzeye.

"Ne zaman bilet almak istesem İ.E.T.T. bilet gişesi kapalı ve siz hep buradasınız, biliyorum, aranızda bir iş birliği var."

Sırada bekleyenler bu sohbete şahit oldu. Teyze bileti alıp otobüse döndüğü sırada tanıdığı başka bir teyzeye rastladı. Biletçi gence baktım. Oralı bile değildi. Kadın ise "bilgeliğini halk arasında paylaşmanın" mutluluğunu yaşıyordu. Belki de kocasından öğrenmişti böyle "komplo teorileri" geliştirmeyi. Belki de "medya" denilen mesajdan alıyordu verilerini.

Bir belediye otobüsü bileti üzerinden komplo teorisi geliştirebilen bir kitle vardı demek ki. "Halk otobüsüne bindiğinde, verdiği paranın nereye gittiğini de araştırıyor mu acaba" diye düşündüm. "Neden Ak-Bil kullanmıyor ki" demeden de edemedim. Ak-Bil kullanmak için otobüse sık binmeye gerek yok ki.

"Komplo teorisyeni teyze", arkadaşı ile otobüse binmek üzere uzaklaştı oradan.

Gözüm, bizim Ak-Bil kuyruğuna kaydı. Uzun süredir yaşlı bir teyzeyi bekliyordum. Bir Ak-Bil uzatmıştı ve o da memurun bileti doldurmasını bekliyordu [aşağı yukarı üç-beş saniyelik bir işlem bu]. Uzun sürünce merak ettim. O sırada bir belediye otobüsü şöförü yaklaştı sıraya. Önden kaynak yaparak, "şu yirmi milyonu bozcan mı?" diye sordu gişedeki adama. Elindeki para, elbette 20 YTL idi. Gişedeki adam (sesini duyamadım ama) hareketleri ile beklemesini söyledi ona.

Gişedeki adam, Ak-Bil'inin doldurulmasını bekleyen yaşlı teyze, teyzenin hemen arkasındaki bir adam ve ondan sonra ben. Kuyruğun yanında, gişe memurunu bekleyen belediye otobüsü şöförü.

Önümdeki adam, şöföre; "Amma uzun sürdü bileti doldurmak" dedi.
Şöför, adama; "Normaldir, kafa kalmamıştır bu saate kadar onda" dedi.
"Bazen bizim de kafa kalmıyor, duraktan çıkıyoruz ama bir sonraki durak neredeydi, biz nereye gidiyoruz şimdi, şaşırıyoruz valla. O n'apsın?" dedi.

"Hımm," diye düşündüm. Haklı adam. Ben bile bazen durağa geldiğimde hangi otobüse binip nereye gideceğimi şaşırıyorum diye düşündüm.
Şaşkınlık var demek ki hepimizde. Komplocu teyze hariç. Yok yok, Carlos'un annesine benzemiyordu kadın. "Ezber eğitime hayır" diyerek, bunu bile "belediyenin suçu" olarak bağlayabilen komplo teorilerine imza atabilecek kapasitede, sarı boyalı saçları ve mavi kotu ile "yaşlılığa çeyrek kala" gösteren bir teyze idi.

Şöför, 20 YTL'sini "bir onluk, iki beşlik" olarak bozdurup gitti. Sıra bana geldi. Uzattım Ak-Bil'lerimi. Hikaye orada bitti.

Perde.

Durak? Yok yok, biz en iyisi durmayak! (Otobüs Hikayesi)

Sene 1997...
Lise son sınıftayım...
Cumartesi, Pazar karga pisliğini yemeden kalkıp dersaneye gidiyorum.
Nerede miyim?
İzmir...
Narlıdere'de oturuyoruz. Dersane Alsancak'ta...

Bir Pazar sabahı...
Bir önceki gün dersaneden dönmüş, yine her zamanki gibi Kantar Durağı'nda inmiş, evime gelmişim. O sabah da kalkıp, yine Kantar Durağı'ndan otobüse binip, dersaneye gideceğim.

Evden çıktım... Durağa yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm... Yorgun ve uykulu gözlerim daha tam açılmamış, uyku şişkinliğini üzerinden atamamış. Durağa geldim esneye esneye...

Bekliyorum... Bu arada, yanımdan, sağımdan, solumdan insanlar geçiyorlar ve bana tuhaf tuhaf bakıyorlar... Anlam veremiyorum.

Aaa, işte! O karşıdan gelen benim otobüsüm değil mi? Elimi kaldırıyorum durdurmak için, ama nafile! Hızla geçip gidiyor. Ben yine anlam veremiyorum. Arkasından bildiğim bütün küfürleri sayıp, beklemeye devam ediyorum.

Bahar gelmiş... Şubat ayında olmamıza rağmen...
İzmir'de böyledir işte... Baharı daha Şubat ayında karşılarsınız. Hava sararır sanki birden...

O sabah da sarıydı hava...
Kafamı kaldırdım, gökyüzüne bakıp, güneşe bir selam çakayım dedim...
Aaa, o da ne???
Kantar Durağı?
Eee?
Kantar Durağı nerede?
Etrafıma baktım, durak yok!
Allah Allaaaah! Daha dün akşam buradaydı!

Hemen o sırada yanımdan geçmekte olan adama sordum: "Afedersiniz Kantar Durağı nerede? Buradaydı dün akşam..."
Adam, ben buranın yabancısıyım dercesine başını iki yana salladı.
Off! Al başına belayı!

Hemen Can Taksi'ye gittim. Onlar biliyorlardır belki...
- Memet Abi! Yahu bu Kantar Durağı nereye gitti? Daha dün akşam buradaydı!
- Hehehe! Dün akşam o durağı az ileriye taşıdılar.
- ???

Evet, Kantar Durağı bir gece yarısı operasyonuyla taşınmıştı. Belediyemiz yine müthiş bir hizmete imza atmış, eski yerinde mutsuz olan ve tabii çevresindekileri de mutsuz eden durağımızı, yeni, sıcak yuvasına kavuşturmuştu... Ellerine sağlıktı, ilk ders kaçmıştı ve sabah sabah hayretten hayrete koşulmuştu.

Bravoydu!

Çarşamba, Mayıs 03, 2006

"Çay Çay" (Vapur Hikayesi***)

- Çay çay?
- Sağol...

- Çay var çay çay çay...
- Yok sağol içmicez

- Çay var gençler!?!?
- Verme hayır tesekkürler...

- Çay..Çay Çay!
- Ver hadi tamam,
- E madem içicen ne bağırtıyosun....


Vapur. Burun, açık...

Sabah kabusuydu "Çay çay". İçmiyorumu anlamaz, dinlemez,
gözüne sokardı. Yaz kış burun açıktaydık. O da oradaydı, gezerdi aslında vapuru
ama orası onun bölgesiydi. Beyazımsıydı saçları, olur ya hani, beyaz değil ama gri de değil...
Herkesi tanırdı sanki, özellikle kalabalık grupları daha iyi bilirdi. Kalabalık dediğim de üç bilemedin dört kişi işte... Vapurda kalabalık sayılabilecek bir topluluk. İki kahkaha bir sessizlik sizi bilinir yapıverir vapurda oralıysanız ya, onun gibi.

"çay çay" bir selam gibi olmustu belki de...

- Sonra işte sabaha kadar oturduk, uyku akıyor gözlerimden resm..
- Çay çay!!!
- Yok sağol...
- Çay
- E ver hade bi tane..
- İç iç iyi gelir uykunu alır..

Selam gibi. Selamsız selamlaşma. Herkesle. Sırayla...
O kötü çayı hiç hatırlamadı damaklar, tek hatırlanan kulaklardaki sesti.
En kararlı adamın bile muhabbetini bölen, dönüp baktıran ses.

Sonra...

İtirazlardan sonra, nereye gidecek bu adamlar
ne yapacak bu insanlardan sonra...
Değişmesin vapurlarımızın sahipleri seslerimizden sonra,
sesimizin yetmediğini anladıktan sonra...

Çember sakallılardan sonra... inat etmenin yersiz ve gereksiz olduğunu anlamamızdan sonra...

"Çay çay" ve diğerleri yoktu sonra bir sabah. Şaşkınlıkla bakınıyorduk.
Ne kalkış kalkışa benziyordu, ne yolculuk yolculuğa.
Yanlış vapura mı bindik ne yaptık? Şoku atmak uzun sürmedi.
Alıştık her şeye olduğu gibi. Kapattık gözü kulağı elden ne geliyordu ki...

Yine sonra.

Taa o zamanlardan biri. Daha yeni.
Yanıma yaklaşıp "Çayçayy" dedi...
Vapur bizim oldu, dünyalar benim.

Bir çay söyledik, içtik, tadı berbattı, hiç umurumuzda değildi.
Uykumuzu aldı, bizi uyandırdı...

Dolcak

Ayça Şen der ki,

"Son kişi binene kadar henüz dolmamış bir araca,
neden dolmuş diyoruz?
Beklenen son kişi de biner, o zaman ismi "dolmus" olur,
ama o kişi de binene kadar bu aracın ismi "Dolcak" olmalıdır"


(Cümleler üç eksik 5 fazla olabilir ama verilen mesaj budur)

(vapur hikayesi mi? tam benlik!)


:)

Salı, Mayıs 02, 2006

Otobüs Hikayesi - Mektup


Yıl 2001 olsa gerek. Çapa civarında bir durakta bekliyordum. Otobüs geldi. Bindik. Doğal dürtü olarak "arkaya doğru ilerlemeye" başladım. Yukarıdaki şemada görebileceğiniz gibi bir sahne oluştu. Kırmızı (bir kız), hemen yanında sırtındaki siyah çanta ile görünen mavi (ben) ve koridorda ilerleyemediğimiz için oluşan kalabalık.

Kıza en yakın ayaktaki kişi ben olduğum için, onun yolu açmasını bekledim. Ama o bambaşka bir alemde idi. Çok kötü bir şey yaşamış gibi duruyordu. Arkasından dolanıp da geçmek istemediğim için ben de yanında dikilmeye başladım. Farkında değildi olanın bitenin. "İlerleyelim beyler" sesi gelmesine rağmen kızda bir değişiklik olmadı (Neden olsun ki, seslenen kişi 'beyler' diyor). İki durak geçtik mi, tam hatırlamıyorum ama kızın dikildiği koltuktaki yaşlı kadın kalktı. Kız, boşalan yere oturunca ben de ilerleyebildim. O "başka bir alemde yaşayan kızın" hizasında, ayakta dikilmeye devam ettim. Aslında, orada dikilmemin sebebi, kızın o halde olmasına sebep veren şeye dair kafamda fikirler üretmekti.

Çok fazla düşünmeme gerek kalmadı. İpuçları birer birer dökülmeye başladı.
Anlatıyorum şimdi.

O sıralar, Nokia markalı telefonların ekranında, telefon sahibinin ismini gösteren 'kelimeler' olurdu. Veya ekranda, tuttuğu takımın ismini görmek isterdi insanlar hani.. Kızın telefonu eline alıp saate bakmasıyla birlikte ben de ekrandaki ismi gördüm. Duygu, Simge, Özge (şimdi o ismi hatırlamıyorum) gibi bir isim vardı ekranda. Kız, tek kelime ile "berbat" bir durumdaydı. Hani otobüs kaza yapsa, otobüste bir olay çıksa, kafasını o yöne çevirip ilgilenecek gibi görünmüyordu.

Tam o sırada, dizinde tuttuğu çantasına gitti eli. İçinden bir mektup çıkardı. Zarfa baktı bir süre. Sonra zarftan yavaşça bir mektup çıkardı. Diplomat zarfa sığsın diye katlanmış bir mektup. Antetli bir zarf, antetli bir mektup.

İsmi yaygın bir şekilde bilinen bir eğitim kurumundan yazılmıştı bu mektup. Kurum ismi vermeyeceğim şimdi. Şöyle başlıyordu; "Sevgili Duygu, Simge, Özge... (telefonda hangi isim yazıyorsa, işte o kişiye sesleniyordu mektup)."

Telefondaki isim ile mektuptaki ismin aynı olmasından dolayı, Poirot'luğumu kutlarken mektubun devamını da okudum. Kızın, neden böyle bir ruh halinde olduğunu anlamak için, Poirot olmaya gerek yok tabi:

".. Kurumumuz, önümüzdeki sezon için sizinle sözleşme yapmamaya karar vermiştir. Şimdiye kadar okulumuza vermiş olduğunuz hizmetler için teşekkür ederiz...."

Bir süre mektuba baktı. Sonra katladı, çantasına koydu.
Otobüstekilerin bu olaydan haberi bile yoktu.

Pazartesi, Mayıs 01, 2006

Tacizci! (Otobüs Hikayesi)

Aşağıdaki hikaye bana başımdan geçmiş bir olayı hatırlattı.
Paylaşayım...

3 sene önce miydi neydi...
Bir gün Kadıköy'den Mecidiyeköy'e gitmek üzere otobüse bindim.
Mecidiyeköy meydanında ineceğim. Kapıya doğru yürüdüm. Otobüs balık istifi...
Adamın teki de beni takip ediyor, elinde bir dosya var.
Neyse efendim, ben kapının önünde durdum, düğmeye bastım, adam da arkamda...
Bir yerlerime bir şeyler değiyor, ama ben tüm iyi niyetimle bunun adamın elindeki dosya olduğunu düşünmeye çalıştım. Ama bir yandan da rahatsız olduğum için, kendisini hafifçe çaktırmadan ittim. Yanlışlıkla olmuş gibi...
Baktım adam ısrarcı... Ve ben de dokunan şeyin dosya olmadığını anlamışım, daha sert bir hareketle ittim adamı. O da kâr etmedi.
O sırada durağa geldik. Çevik bir hareketle aradan sıyrılıp, adamın önüme geçmesini sağladım.
Ve tam kapı açıldığında kuvvetlice ittim onu...
Merdivenlerden paldır küldür aşağı yuvarlandı.
Arkasından bağırdım, "n'apıyosun sen" diye.
Sonra toparlanıp koşmaya başladı. Ben durur muyum hiç? Ben de arkasından koşuyorum.
Maksadım onu Mecidiyeköy Polis Karakolu'nun önüne kadar kovalamak.
Orada da polise şikayet edeceğim.
Ama ne fayda!
Daha oraya gelmeden kendini caddeye attı adam ve arabaların arasından, ezilme tehlikesine karşın, yolun öbür tarafına geçmeyi başardı ve kısa süre sonra gözden kayboldu.
İnsanlar da sağ olsunlar sap gibi baktılar.
Ben de yolun diğer tarafında kaldım.

Aah ahh!!!
Nasıl içimde kaldı bilemezsiniz...
Onu orada polise teslim etmeyi ne çok istemiştim oysa...