Cumartesi, Aralık 30, 2006

Gözlerdeki ışıltı.

Az önce deniz otobüsündeydim..
Bostancı'ya çok yaklaştığında uyandım zaten. Normalde deniz otobüsü yaklaşmadan hareketlenirim aslında ama bu sefer bekledim.. İnsanların kalkmasını inilecek yere toplanmalarını, birbirlerinden yol istemelerini izledim.
Birkaç sıra önümdeki yaşlı bir amca ve teyze kalktılar ayağa. Amca teyzeyi tuttu, dengesini sağlayamadı bir an diye, sonra teyzenin kabanını tuttu, güzelce giydirdi. O kadar aşk dolu bakıyordu ki size anlatamam, elinden poşetini aldı, ona yol verdi ve birlikte deniz otobüsünün arkasına doğru ilerlediler. O kadar tatlılardı ki size anlatamam..
Artık böyle erkeklerin kalmadığını düşünen ben amcayla birlikte bir kez daha inandım :)
O kadar hayran gözlerle izledim ki onları, yanımdan geçerken amca gözümün içine baktı, beni fark etmişti, bir şey söyleyecek miyim diye döndü.. Ben sadece kocaman bir gülümseme hediye edebildim ona. Ve içimden maşallah deyip, mutluluklarının devamını diledim.
indikten sonra yürürken bu mini olayı sizinle paylaşmaya karar verdim, bu aralar hayatta işaretlere o kadar inanıyorum ki, onlar bir işaretti bence, hem de hayatın en güzel işareti...

Perşembe, Aralık 28, 2006

Otobüste Yarı Uyku Hallerim

Haşim'in şöyle dizesi var: "Yarı yoldan ziyade yerden uzak. Yarı yoldan ziyade maha yakın". Bu "Yarı yol" asla yolun yarısı değil benim için. Bu benim yarı uykulu hallerim :)

ilk defa üniversiteye başladığım zamanlarda tattım bu tadı. Anlatması mümkün değil. Sanki okula sadece dönüşte uyumak için gidiyordum. O günlerde geceleri uyumak benim için ayıp gibi bir şeydi :) Okula gidiyorum dediğime de bakmayın siz. Benim gibi öğrenci zor bulur okullar. Kayıtlı ama kaygısız bir öğrenciliğim vardır. Hala da var ya; o ayrı bir konu.

Gece evde oturmuş, bol bol okumuşum. Bir ara elde kitap uyku galip gelmiş. Birden sabah olmuş ve alel acele -ancak evde kahvaltıda yaparak- 141(Avcılar-Aksaray)'e kendimi atmışım.

Yok! Yarı uyku hallerim okul yolunda değil. Gün kafede ve sinemada güzelce akmış. Biraz da kitapçı dolaşmışım. Bir ara da kütüphanede okumuşum.

Nasıl olmuşsa akşam oluvermiş ve ben eve dönmeye başladığım an ile bu uyku hallerimin güzel zamanı başlamış olur.

İlk defasını bile hatırlıyorum: Yağmurlu bir hava idi. Yollar kapanmış ve ben en arkada oturuyordum. Nasıl oldu ise gözlerim kapandı. İşte tam olarak o an, tatlı bir sıcaklık bedenimi sardı.

Sonra "ben yemek yedim" veya da "biraz daha uyuyacagim" diyerek gözlerimi açtığım çok oldu. Bazen de sürekli başımı dik tutma çabası ile bir göz açık kestirmeler. Ya başını dayayacak yer olmaması ile çene göğüste keyif çatmalar :)

Nasıl olduğu konusunu bilmiyorum ama kesin olan şey şu ki otobüste gözleri dinlendirmenin tadı bir başka oluyor. Bunun sadece ve sadece İETT ve Halk Otobüsleri için geçerli olduğunu ilave edeyim :)

Şehirlerarası yolculuklarda uykunun bir tadı yok :)

Çarşamba, Aralık 27, 2006

Durak hikayesi - Fenerbahçe cumhuriyeti, kötü bir cumhuriyettir.

Geçtiğimiz Cumartesi, AKM'nin yanındaki minibüs durağına doğru yürüyerek geliyordum. Belli ki, FB-GS tartışması yaşayan (tartışma derken, kavga-küfür şeklinde değil tabi) iki minibüs şoförü, durağın orada uzaktan birbirlerine seslenerek konuşuyorlarmış.

Ben AKM'ye doğru yaklaşıyorum, karşımdan da genç bir anne yanında iki küçük çocuğu ile birlikte AKM tarafından gelerek durağın önünden geçiyor.. (Sahneyi hayal ettiniz, biliyorum.)

O sırada şoförlerin sohbetinde final bölümüne denk gelmişiz demek ki; tartışmayı kazandığını düşünerek yüzüne en büyüğünden gülümsemesini yerleştirmiş şoför, önlerinden geçmekte olan iki çocuklu genç anneye ve çocuklara dönüp:
- Çocuklar! Fenerbahçe cumhuriyeti, kötü bir cumhuriyettir! Dedi.

Anne de (tahminimce) bir yandan çocukları kontrol altında yürütmeye çalışıp bir yandan o Arnavut kaldırımlı sokakta ince topuklularıyla nasıl yürüyeceğini düşünürken çocuklarına bu öğüdü veren GS gönüllüsüne doğru:
- Evet, biz de öyle düşünüyoruz zaten. Dedi ve yoluna devam etti.

FB'li şoför sahneyi terk etmiş miydi, cevap olarak bir şey dedi mi duyamadım. Acelem vardı, hızla meydana doğru yürüyordum.

Pazartesi, Aralık 25, 2006

Kaş yolu

- Bağlasan durmam ben bu Kemer’de, nefret bi yer burası, iki gün sen yokken delirdim burda, başka bir yere gidelim.

Sene bilmem kaç (yaşım çıktı zaten çıkacağı kadar, daha fazla detaya gerek yok). Yaz tatilini bir arkadaşımla beraber geçireceğim. Tatil mekanı olarak Kemer seçilmiş. Ben tatile iki gün erken başladım. O da sonradan benim yanıma geldi. Ama Kemer gerçekten dayanılır gibi bir yer değil. Olmaz, orada tatil falan yapılmaz.

- En yakın neresi var?

- Olimpos

- Geç Olimpos’u, gitmem ben olimposa.

- Kaş’da buraya yakın olsa gerek.

- Kaç saattir ki burdan?

- 1 buçuk 2 saattir en fazla

- İyi kaşa gidelim o zaman. Nası gidicez?

Sorduk soruşturduk, Kemer’den Kaş’a gitmek için Antalya-Fethiye ana yoluna çıkıp, Antalya’dan gelip, Fethiye’ye giden dolmuşa binmek gerekiyormuş. El edersek dururmuş.

Saat 3, tatil beldesine uygun bir giyim tarzını belirlemiş iki kız, sırt çantalarıda yanların olmak üzere Antalya-Fethiye ana yoluna çıkmış, el edebilecekleri bir dolmuş bekliyorlar. Bu dolmuşlar Antalyadan 30 saatte bir kalkarmış. Yani en fazla yarım saat dolmuş bekleyeceğiz. Ama geçmiyor o yarım saat. Korna çalanlar, selektör yapanlar. Neyse bir şekilde görmemezlikten geliyoruz. Canım deli gibi sigara içmek istiyor ama şort ve askılı bluz giyinmiş yol kenarında sigara içen hatun imajı çok sakat olduğundan içemiyorum. Zaten yeterince korna sesi duyuyoruz. Birde üstüne yaz günü hava kapalı ve yağmur serpiştiriyor. Derken önümüzden harika, kırmızı bir araba geçiyor. Vay be bu neymiş böyle diye arkasından bakıyorum ve olan o anda oluyor. Ben arabanın ne olduğunu göremiyorum ama arabanın içindekiler (bakınızki tesadüfe iki erkek) benim onlara baktığımı görüyor. Daha doğrusu görmüşler, hoş yanlış görmüşler ben onlara değil, arabaya bakmıştım ama... Aradan 1-2 dakika geçiyor geçmiyor, o kırmızı araba dönüp, geri geliyor ve tam olarak yanımızda duruyor.

- Selam kızlar

- Selam!!

- Nereye gidiceksiniz?

Çat diye Kaş lafı çıkıveriyor ağzımdan, oysa size ne falan demem gerek. Yanımdaki arkadaşın gözleri “sen naptın” der gibi bakıyor. Ama çok geç. “Burdan Kaş ne kadar ki?” diyerek arkadaşına dönüyor şöför. Arkadaş da torpido gözünden harita çıkartıp evirip çevirmeye başlıyor.

- Siz napıcaksınız ki buradan Kaş ne kadar? Biz gidicez, size n’oluyor?

Salağım ben gerçekten salak. Aklımca adamı tersiyorum ama aleni bir şekilde adamın “e biz sizi götürelim” demesi için çanak tutuyorum.

Ve adam da tabi

- E biz sizi götürelim diyor.

Arkadaşım “Aferin, beğendin mi yaptığını?” der gözlerle bakıyor. Beğenmedim ve işin içinden çıkmaya çalışıyorum ama çalıştıkça batıyorum.

Önce gayet nazik, teşekkürler aman zahmet etmeyin diyorum. ‘Olur mu canım ne demek? Ne Kadar yol ki götürürüz. Bize de değişiklik olur, hatta belki bizde orada kalırız’a kadar getiriyor lafı şöför.

Ben bu ilmeği kendi boynuma nasıl geçirdim böyle.

- Canın isterse gidersinde kalırsında ama biz dolmuşla gidicez.

- Eeeh kızım sende iyi nazlandın, bineceksen bin işte arabaya allaa alaaa

- Ne diyosun be sen

- Yollusun işte belli, bin hadi (Allahım neyseki hala arabanın içindeler. Ya inmiş olsalardı, napardık bilmiyorum).

- Sen ne diyosun yaaaa

- Müşteri beklemiyorsun madem ne diye arabanın arkasından göz süzüyosun.

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü o an. Sinirden titremeye başladığımı hatırlıyorum. “ya biz dolmuş bekliyoduk, ben arabaya baktım öylesine” diyorum ama sesim titriyor, kelimeler ağzımdan kesik kesik çıkıyor, adamsa kaypak kaypak gülüyor. “O geç bunları geeeç” dercesine güldükçe ben iyice napıcağımı şaşırıyorum.

O an’a kadar ağzını açıp tek kelime etmemiş arkadaşım, sessizce dolmuş diyor.

Ben hiç istifimi bozmadan adamla anlaşmaya yanaşmış gibi, kafamla kucağındaki haritayı gösteriyorum.

- İyi peki, ne kadarmış burdan Kaş?

Adamın kafasını haritaya gömmesi ile biz çantaları kaptığımız gibi az ilerde duran dolmuşa doğru koşmaya başlıyoruz.

Dolmuşa binince herşey bitti zannedebilirsiniz. Aslında kırmızı arabalı adamla ilgili olan kısım bitiyor da. Ama bizim özelliklede benim çilem bitmiyor. Önce bir yarım saat kırmızı arabalı adamla olan konuşmalarım yüzünden azar işitiyorum. Kemer-Kaş arasının 4 saat olduğunu öğrendikten sonra Kemer’de kalmam ben diye tutturduğum için azar işitiyorum. Onu, bu kadar virajlı yollarda gitmek zorunda bıraktığım için azar işitiyorum. Hava kapalı olduğu için azar işitiyorum. Üşüdüğü için azar işitiyorum. Yol üzerindeki bütün bucak, köy, belde ne varsa hepsinde mola veriyoruz. Ben her durduğumuz yerde yol arkadaşımın sinirlerini gevşetmek için ona dondurma, çikolata, fıstık birşeyler alıyorum. Yolun sonuna doğru ona yedirdiklerimden ve virajlardan dolayı midesi bulandığı için azar işitiyorum ve nihayet Kaş’a varıyoruz.

Tatil nasıl mıydı?

Sizce?

Pazar, Aralık 24, 2006

şehirlerarası yolculuk

şehirlerarası yolculuklarda tanıdım hayatı... hayatın tanıklarını…
düşüncelerimi biriktirdim yollar boyu. yolları saydım kilometrelerce. başımı yasladım ay ışığına. gözlerimi diktim karanlığa. içimi boşalttım sahipsiz mecralara. fosforlu saatle öğrendim zamanı. susuzluğumu dinledim bazen. açlığımı sakladım kendimden. en önemlisi; hayatın tanıklarını dinledim saatlerce. kulak verdim hikayelerine, umut dolu tavsiyelerine, ibret verici sözlerine...

bir güney yolculuğunda tanıdım mesela Orhan abiyi. Antalya' da bir tiyatroda suflörlük yapıyormuş. ‘işletmeyi bitirdim, işsiz gezdim bir süre ve en sonunda bu işi buldum’ diyor kederli gözleri. kader bu ya, tam da tercih dönemi rastlıyorum Orhan abiye. ‘yazma işletmeyi; aç kalırsın benim gibi.’ diyor; fakat dinlemiyorum Orhan abiyi, yeni yeni hatırlıyorum dediklerini...

Kayseri'ye giderken orta yaşlı, yolun yarısını neredeyse devirmiş, şişman suratlı, gözlüklü bir beyefendiyi dinliyorum bu defa. Ankara'da bir otelde resepsiyon müdürü olduğunu söylüyor ve başlıyor hikayesini anlatmaya: kız almaya gidiyormuş Kayseri'ye. ‘aman ben geç kaldım, sen kalma haa!’ diyor. ‘acele et bak; yoksa evde kalırsın.’ sonra ekliyor; ‘bak kafamda saç kalmadı, daha yeni damat olacağız. üniversitede okurken hemen evlen, sonra gül gibi geçinirsiniz’ diyor şaka yollu. ‘aman abi, dur daha genciz, güzeliz yakma bizi şu çağımızda’ diyorum mütemadiyen. muhabbet uzuyor çeşitli anılarla, uykuya dalıyoruz bir süre sonra...

asker Salih’i unutuyordum az kalsın. memlekete dönerken tanışıyoruz. her hafta gittiğimiz pazarda ayakkabı satıyormuş. pek de hızlı konuşuyor, anlamakta zorluk çekiyorum. arada bir başımı sallayıp onaylıyorum, bazen de kendisi tekrarlıyor. bir soru sorsa tıkanıp kalacağımın farkındayım. neyse ki hep o anlatıyor, ben de puzzle oynar gibi Salih’i çözmeye çalışıyorum. askerlik günlerinden, komutanlarından, Edirne halkından bahsediyor. yaşını sorduğumda aynı yaşta olduğumuzu anlıyorum ve bulutları seyrederken Salih’in yerine kendimi koyuyorum, asker oluyorum bir süre… ve başlıyorum hâyâl kurmaya...

bu kez de irice bir amcanın yanındayım. özel şoförmüş kendisi. veryansın ediyor otobüsün şoförüne kendi kendine. ‘ya bas biraz, ne kadar yavaş gidiyor bu adam’ diye söyleniyor ya, ne fayda! bir ben duyuyorum amcamızın sesini. ‘takometre var araçta’ deyince; ‘benim Chevrolet olacaktı ki şimdi, en az 250 ile uçuyorduk’ diye yapıştırıyor cevabı. durum anlaşılıyor ve hız tutkunu amcanın yanında susmaya karar veriyorum…

sonunda kendimle baş başa kalıyorum. loş bir karanlık aydınlatıyor yüzümü, kısıyorum gözlerimi. benliğimle dans ediyorum. iç hesaplaşmamın ardından gözüm fosforlu saate takılıyor yeniden, geçmiyor zaman. sınırlı ve zorunlu yolculukta molayı bekliyorum çaresizce. gözlerimi uykudan saklarken ayın parlaklığı vuruyor yüzüme. uzunlarını yakan araçlar sıralanıyor yolda. muavin geçiyor arada bir, görevini yapma telaşı var suratında, gözler kan çanağı olmuş, saçları dağınık. camda gölgeler, çevrede ağaçlar. klimadan gelen yapay rüzgâr serinletiyor vücudumu. hafiften bir müzik yayılıyor kulaklara. uyum içinde devam ediyor şehirlerarası yolculuk… devam ediyor hayat… ve hayatın tanıkları birer birer iniyor otobüsten, evlerinin yolunu tutuyorlar umutla.

‘güle güle hayatlar!’ diyorum içimden…

Cumartesi, Aralık 23, 2006

Vapur'da moda çekimi mi varmış?

23 Aralık 2006... Az önce...
Kadıköy'den bindiğim Beşiktaş vapurunda arkadaşımın yeni aldığı ultra über mega cart curt telefonu kurcalıyoruz. (kurcalıyorum demek daha mantıklı sankim, ben kurcalıyorum o da aman bişey olmasın endişesiyle beni izliyor) Fotoğraf çekme gücü yüksek, iş işte! O kadar paraya gider adam gibi makine alırsın falan filan. Neyse mesele bu değil. Mesele ben fotoğraf makinesi ile uğraşmaktayken karşımızdaki abinin poz vermeye başlaması! Sanki dergilerimizden biri için vapur kiralamışız da, o da baş manken aman nasıl havalar nasıl havalar...

Yazarken de, muhtemelen sizler için okurken de eğlenceli gelmeyebilir.
Ama işte keşke de... A-aaa... Ben arkadaşımı arasam da, o fotoğrafları silmese, sonra da ben o fotoğrafları burada yayınlasam!!

Hayırlı analar babalar...

Geçen gün, işten eve dönmek için, her zamanki gibi servise bindim. (8-10 kişiyiz.) Yola koyulmamızdan beş dakika sonra şoförümüz Ümit Abi, içi çikolata ve meyve suyu dolu bir poşet çıkarıp yanındaki arkadaşa verdi ve 'şunları bi dağıtıver yeğenim' dedi.

Aradan yine bir beş dakika geçti. Tüm ısrarlarımıza rağmen şoförümüz neyi kutladığımızı bir türlü söylemedi. 'Önce bi yiyin çikolatadan, ağzınız tatlıyken söyleyeceğim' dedi. Yedik içtik derken Ümit Abi beklenen açıklamayı yaptı: İkinci yeğenimiz yoldaymış, dün yengemiz söylemiş!

Şimdi size, asıl beni geren konuyu söyleyeceğim. Ben, bütün uğraşlarıma rağmen, hangi durumda hangi söz söylenir hala tam olarak öğrenemedim. Tabi, birinin ölümünün üzerinden 'hayırlı olsun' demeyecek kadar biliyorum bu işleri. Ama benzer durumlarda (benzer dediğim de sadece iki yüzeysel kategori: iyi-kötü) ne söyleneceğini bilemiyorum. Uzun uzun düşünüyorum, hesaplar yapıyorum, gerim gerim geriliyorum. Hele öyle maşallahlı, inşallahlı kalıpları hiç beceremiyorum.

Neyse, yarım ağızla ve uyuz bir sesle 'tebrikler' dedikten sonra servistekilerin neler dediğini dinlemeye başladım. Söylenme çokluk sırasına göre:

-Hayırlı olsun.
-Allah analı babalı büyütsün.
-İnşallah sağlıklı sıhhatli olur.

İnşallah, maşallah, hayırlar, mayırlar... Yine unutmuşum :(

Yol boyunca -ki kırk dakika kadar sürüyor- bunları hesapladım. Hangisinin duruma daha uygun olduğunu, hangisinin söylenişinin daha kolay olduğunu ve saire. Bir yandan da komik komik şeyler düşünüp kendimi eğlendiriyorum tabi . Mesela benden başka kimsenin 'tebrikler' dediğini duymadım! Eyvah. İç sesim vakit geçirmenin yolunu bulmuş, benimle uğraşıyor:

"Eh Deniz, tebrikler denir mi? Ne o öyle. 'Başarılarınızın devamını dilerim' der gibi. Bir de 'çok iyi iş çıkarmışsınız, bravo' falan de de tam olsun. "

Ama yol daha bitmedi. Ben böyle durumlarda, üstüne tüy kondurmadan bitiremem olayı. Hem en küçük harflerle, hem de kendimce uygun olmayan bir söz söylemişim. Bu yüzden adama ayıp olmasın diye inerken bir iki kelam etmeyi kafama koydum.

Hayırlı olsun mu desem, Allah analı babalı büyütsün mü desem, yoksa başka güzel bir şey mi uydursam diye düşünürken aniden benim ineceğim durağa gelmişiz. Tüm servis sesizlik içindeyken benim ağzımdan, nedense kontrolüm dışında, dökülen sözler şöyleydi:

'Allah hayırlı analar babalar versin'

Eh, indikten sonra kendime kızgınlıkla 'ayrıca bana da akıl fikir versin' demeden edemedim. Bunu da sesli söylemiş olacağım ki, önümdeki kadın korkuyla dönüp dönüp bana baktı. (Tüy X2)

Perşembe, Aralık 21, 2006

anlattım rahatladım

bundan bir yıl kadar önce, ofisimiz seyrantepe'deyken, bir akşam beşiktaş'a gitmek üzere 27SE'ye bindim. herşey mevsim normallerinde seyrederken, ne göreyim? arkadaşlar, nick cave'in gençliği tam karşımda oturuyor! o tuhaf uzunla kısa arası saç modelinden, kurtla kuzu arası yüzhatlarına, (hatırladığım kadarıyla parlak mavi) takım elbisesine ve dahi ilk üç düğmesi açık gömleğine kadar düpedüz o'ydu ey yolcular... insan insana benzer de bu kadar mı benzer, benzerse de koca istanbul'da seyrantepe-beşiktaş hattında mı ortaya çıkar?
bu da böyle bir anımızdı işte...

Çarşamba, Aralık 20, 2006

egypt air güvenlik görevlisi

Sudan'dan dönüyorum. Her türlü yorucu kontrolden geçip ( ki buna karanlık kabinde soyup döviz aramak dahil) uçağa bineceğim an karşıma zebellah gibi firavun suratlı bir güvenlik görevlisi dikildi. Çöl kumu renginde bir üniforması ve ancak mareşallerde görebileceğiniz sırmalı apoletleri vardı. Elimdeki abanoz ağacından yapılma geleneksel mızrağı göstererek:

-Sir, Bununla uçağa binemezsiniz! dedi. Ben de yılışık turist edasıyla:
-Come ooon! Bununla uçağı kaçıracağımdan mı korkuyosun? dedim. O anda o hantal herif bi hışımla elimdeki mızrağı kaptığı gibi bağırsaklarıma bastırıverdi!

-Sence bu tehlikeli bir alet değil mi? diyerek gözlerini gözlerime dikti. Bu ani afallama karşısında utanmış ve aşağılanmıştım. Bir anda hoş bir seyahatten değilde gurbetten dönüyormuş hissine kapıldım. Adam belli ki yaptığı küçük şovdan çok memnundu. Hollywood filmlerindeki cool polisler gibi hissetmişti kendini o an belli. Bana mızrağı İstanbul'a inişte vereceğini söylerken, nasıl bir intikam alacağımın ipuçlarını kendi elleriyle teslim ettiğinden habersizdi tabi...

Uçuşun sonlarında İstanbul semalarında artık deplasmanda değildim. O sırmalı apoletlerle ancak İstanbulumun otellerinde kapıcı olursun üniformalı çöl devesi. Şimdi aşağılanma sırası sende!
İnişten evvel adam mızrağımı bana teslim etmek üzere ortaya çıktı. Koridorun en başından elinde dimdik tutuğu mızrakla uygun adım gelen üniformalı güvenlik görevlisi çok geçmeden ıslık ve alkışların kendisine yapıldığını anladı. Ama artık çok geçti. Koridoru yarılamıştı geri dönemezdi. O esmer suratı kızaramadığı için mosmor bir et parçasına dönmüştü. Islıklar ve alkışlar matrak İngiliz yolcularının tezahüratlarıyla ritmik bir alay dalgasına dönüştü:

-Heyt yavrum be işte Mısır Havayolları güvenliği!

-Hey adamım! Biz batıda ateşli silah diye bişeyler kullanıyoruz, dene bence!

-Bunun yarı otomatiğini gördüm Aztek Havayollarında hahahaha!

-Aman şeytan doldurur dik tut! puhahahahaa

-En büyük güvenlik bizim güvenlik.....

-Oh güvenliği gördüm içim rahatladı, aramızda terörist varsa 2 kez düşünsün beyler hahahaha

Daha da kötüsü, koltuğumda iyice aşağı kaykılıp saklandığım için adama beni bulana kadar 2 ya da 3 zafer turu attırmam oldu arkadaşlar. Beni bulduğunda kızgınlıktan çok sevinç hissettim zavallıda. Bütün karizma gitmiş neler olduğunu anlamıştı. Çok keyifli neşe içinde bir iniş oldu. Sarsılan karizmamı fazlasıyla toparlamıştım.

Yıllar sonra bir taşınma esnasında o mızrakla Cihangir'de uzun bir yürüyüş yapmak zorunda kaldım. Öbür elimde de kafes içinde ev arkadaşımın papağanı varken üstelik... Karmaya inanır mısınız?

Sevgiler.....

Salı, Aralık 19, 2006

Her sarılıyı taksi mi sandın?

Bir gün itiraf.com'da bana çok komik gelen bir itiraf okumuştum:

Kadının teki, İstiklal'de, Kızılkayalar'ın önünde bekleyen taksiye atlıyor. Çok acelesi var. 'Bilmem nereye çek' diyor şoföre. Ama araç bir türlü hareket etmiyor. Kadın tam bir şey diyecekken şoför dönüyor ve 'götüreyim tabi hanımefendi, ama ben taksi değilim' diyor. Kadın aceleyle, önüne gelen ilk sarı otomobile atlamış meğerse!

Ben bu hikayeyi akşam evde, sabah okulda, ertesi gün boyunca önüme gelen herkese anlattım. Aradan bir kaç gün geçti. O akşam bir dostumla buluşacağım. Artık hikaye bana nasıl tatlı geldiyse, hızımı alamıyor, anlatmadığım herkese anlatmak istiyorum. (Bir manyaklık dönemi olsa gerek. Zira şimdi o kadar da komik gelmiyor. Ama o zaman ilkti, sonra alıştım bu tarz hikayelere.)

Akşam dostumla buluşuyoruz. Gelir gelmez, daha masaya oturmadan başlıyor anlatmaya:

"Deniz, inanmazsın başıma neler geldi. Geçen akşam bir arkadaşımla Kızılay'dan Tunalı'ya yürümeye üşendik. Çünkü hava acayip soğuktu, bir de karanlık bastırdı. Biz de civelek gibi çıkmışız dışarıya, etekler falan. Neyse, Tunus Caddesi'ndeyken bir taksiye atlayalım dedik. Baktık hemen yanımızda bir taksi bekliyor, hemen atladık. 'Tunalı' dedik. Gidiyoruz. Biz hala kendimizi ısıtma telaşındayız. Biraz gittikten sonra şoför, yavşak bir sesle 'kızlar, siz geldiniz bindiniz ama ben taksi değilim' dedi! Bizim ağzımız bir karış açık, adamdan özürler diledik. Sonunda da 'kusura bakmayın, biz inelim o zaman' dedik. Adam başlamasın mı, yok efendim ne demek, ben götürürüm Tunalı'ya kadar, elime mi yapışır, hem belki birlikte bir şeyler içeriz falan. Benim tepem attı orada. Çok hızlı gitmiyorduk zaten. Arkadaşıma göz kırptım, açtım kapıyı, atladım arabadan. Ben atlayınca adam durdu, arkadaşımı da bıraktı. Söylene söylene uzaklaştı. Yahu ne bu şimdi? Bu adamlar bilerek mi sarı otomobil alıyorlar acaba diye düşünmeden edemedim. Çünkü sanki daha önce yaptığı bir şeyi yapıyor gibiydi."

Eh, bu olayı birinci ağızdan duymak o itirafı bir daha anlatma isteği bırakmadı bende. Çünkü yerine bir başkası, hem de daha heyecanlısı, geçmişti. :)

Dipteki not: Şimdi gülüyorum da o zaman bayağı bir sinirlerimiz bozulmuştu. Sonrasında bırakın bindiğimiz arabanın taksi olup olmadığına bakmayı, plakasından durak ismine kadar her şeyi arkada bıraktığımız arkadaşımıza not ettirip öyle bindik bir süre taksilere.

Pazartesi, Aralık 18, 2006

uçaktan inip otobüs beklemek

sene 1996...zamandan tasarruf mu paradan tasarruf mu sorusuna, zamandan yana cevap verip uçağa atladım. Gece yarısına doğru Istanbul'a indim. Kurduğum mantıksal çerçeve neyi gerektirir? Uçaktan in taksiye bin ve yaptığın seçimin arkasında durmanın keyfini çıkar. Di mi?
Ben ne yaptım? aşağıdaki rotayı takip ettim:
Havaalanı-Topkapı (korsan dolmuş)
Topkapı-Karaköy (dolmuş)
ah ulan vapur kaçtı!
Karaköy-Beşiktaş ( taksi)
ah ulan bu da kaçtı!
Beşiktaş-Yıldız (yürüyüş)
Yıldız-neden kimse almıyor!! ( otostop girişimi)
Yıldız-4.Levent ( Sarıyer'e giden son dolmuş)
4.levent tem kıyıları - Tuzla E5 kıyıları ( Gebze Koop. 302 otobüsleri) gece 02.00 suları
TuzlaE5- Küçükyalı E5 kavşağı ( Gebze-Harem minibüsleri) - sabahın ilk ışıkları
Küçükyalı E5- ev ( yürüyüş,sürünüş arası ) inat diil mi ulan!!!

Aynı saatte Ankara'da uçağı tercih edip binmediğim otobüstekiler çoktan yataklarındaydı.
Neden? Hala bilmiyorum. Ders aldım mı? Hayır. Hatta olayı uluslararası boyuta taşıyarak çile bazlı yurtdışı yolculuklar yaptım. Bir dahaki sefere onları da anlatırım.

Otobüs Blogger Beta'da

Geçtik Beta'ya.

Yazarlarımızın hesaplarını beta'ya geçirmesini bekliyoruz. Yeni post gelene kadar route haricindeki tüm duraklara gideceğiz.

Her yazının altındaki kategoriler ile "sadece otobüs hikayelerini okumak istiyorum" gibi bir hakkınız da var artık. Mesela.

Pazar, Aralık 17, 2006

Sonraki durağın biletleri, meşhurdur cinayetleri

Kuzenin başına gelmiş, mail yoluyla iletti. Ben de aynen iletiyorum:

Olay 87 Edirnekapı-Taksim hattında, 21.00 sularında gerçekleşiyor. Yolcu, durakta otobüse yaklaşıp şöföre "bilet var mı" diye soruyor. Şöför de "yok" diye cevaplayınca, yolcu "bir sonraki duraktan bilet alır, atarım" diyerek otobüse biniyor. Şöför, binen bu yolcuya otobüsteki diğer yolcuları işaret ederek "onlara sor" diyor. Yolcu da "arkadaşlar, bir sonraki durakta bilet alabilir miyim" diye soruyor.

Cumartesi, Aralık 16, 2006

Ölüler bizi görüyor mudur?

Altunizade'den Ulus'a gidiyorum, eski bir taksinin arka koltuğunda.Yanımda toplantıya yetiştirmem gereken kocaman bir koli ve iki arkadaşım daha var.Trafik doğal olarak çok sıkışık ve biz gerildikçe gerilmişiz.Şöförümüz dayanamadı.Felaket derecede sohbet ihtiyacında.Biz o modda değiliz ama onun için çok önemli değil anlaşılan."Hayat ne garip di mi.." ile giriyor. "Hıı hı" diye geçiştiriyoruz.Şu köprüyü milyonlarca insan üstünden geçmek için kullanıyor, ama bazıları da intihar ediyor burdan. "Yaa evet.." Ölüler bizi görüyor mudur acaba. (Hayırlısıyla varsak şu toplantıya, adam çatlak...)Işıklara bakın ne güzel. Her birinin bir insan olduğunu düşünsek... ( harbi deli, kazasız belasız bitsin bu yolculuk alahım)..geçen gün arabaya Müjde Ar bindi, sen kullan ben arkaya geçeyim diye teklif ettim, kabul etmedi...

Sürekli arabada ve trafikte olmak mı bu hale getirmiş dersiniz?

Cuma, Aralık 15, 2006

İlla bayan yanı olacak!!!

2003 yılı.. Arkadaşlarla ilk tatilim olacak.. Ailenin mezuniyet hediyesi.. Hedef Bodrum.. Ama ailenin gönlü olsun diye hep birlikte Ayvalık’a gidildi, ordan kaçılacak Bodrum’a. Ayvalık’tan direk Bodrum’a giden tek otobüs var o da gündüz götürüyor.
Sabahın bir vakti bindim ben Ayvalık’tan ilk tatilin heycanı, güzel geçecek bir haftanın beklentisiyle İzmir’e kadar geldim.. İzmir’den o zamanlar hayatımda olan bir arkadaşım :)benim biletimin tam yan numarasını almış kendine. Ve tabi çok büyük bir süpriz yaparak bindi otobüse yan koltuğuma.. Ama otobüs şirketi birbirimizi tanıyoruz birlikte gideceğiz demesine rağmen bir kadınla erkek yanyana oturamaz diye numaraları değiştirmiş. Yani birimizde 15, diğerimizde 16 numaralı biletler var ama otobüs şoförüyle muavini bir olmuş bizi yanyana oturtmamaya çalışıyorlar..

- Sizin numaranız 15 ti ama biz 12 yaptık, sizi de 17 ye aldık.. Yanyana oturamazsınız diye..
- Nedeeen?
- Aaa olmaz bu aile otobüsü..
- Nası yani ?!?!!??!
- Yani evli değilseniz yanyana oturamazsınız..
- Yok daha neler... - Yuhh yani.. Saçmalamayın ya arkadaşım benim ve biz bilet numaralarımıza göre oturucaz.
- Yok kardeşim olmaz.
- ......
- .........
Tartışma büyümesin diye zaar zor sakinleştirdik iki tarafı ve benim kendi arzumla arkadaşımla yanyana oturma isteğimi (bir imza almadıkları kalarak) kabul ettiler.

Otobüsün hiç tutmadığı ve şehirlerarası yolları keyifle geçirdiğim halde İzmir – Bodrum arasını çıkararak geçiren ben; Ayvalıktan Bodruma gitmeye ve de o otobüs firmasını bir daha kullanmaya tövbe ettim...

Tamam bende tanımadığın adamların omzunda uyuması ihtimaline karşıyım genelde bayan yanı alırım ama, bu kadarı da Pesss yani.

Aşk Her Yerde

Dün Bahçelievler'den Kızılay yönüne giden Ankaray trenlerine bindim. Karşılıklı duran ikili koltuklardan birine oturdum. Karşımda 20- 21 yaşlarında bir kız vardı. Tam kitabımı çıkarıp okuyacakken kızın bir şey dediğini duydum. Tek başına olduğu için bana söyleyebileceğini düşünerek, merakla yüzüne baktım.

O anda aynı trende bulunsak bile aslında onun çok ayrı bir yerde olduğunu farkettim. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle -belli ki- aşık olduğu kişinin ona söylediklerine, o anda veremediği cevapları veriyor; veya verdiği cevabın kendisini şapşal durumuna düşürdüğü düşünerek tatlı tatlı kendine kızıyordu. Gözlerini ileride, benim arkamda bir yerlere odaklamış, gülümseyip duruyordu. Ağzından çıkan yarım yamalak bu cümle aslında, içindeki heyecan dur durak bilmeden kabardıkça kendine yer bulamayan birkaç sözcüktü sadece.

Birkaç sene önce, aşıkken insanın ağzına, yüzüne, eline, koluna nasıl mukayyet olamadığını bizzat yaşadığım için, o kız için az önce yazdıklarımı düşündüm. Yoksa, deli veya dikkat çekmeye çalışan biri olduğuna hükmederdim kesin. Kontrol odası beyinden kalbe taşınıyor işte bir süreliğine, engel olmak ne mümkün!

Perşembe, Aralık 14, 2006

Bilgi

101nci post'u kaldırmak için login olduğumda bir de ne göreyim. Beta versiyona geçebileceğimizi haber veriyor.

Ne dersiniz sevgili yolcular, geçelim mi? Etiket vererek, otobüs, minibüs, taksi, vapur, tren gibi kategorilerdeki yazıları da bölebiliriz böylece.

Geçelim mi? Geçmeyelim mi?

Anketimiz başlamıştır.

Görüntü değişmeyecek fazla. Sadece ilk açılış kısmı biraz daha sade oluyor. Bir de post'u yazdığınız bölümün altında "label" kısmı oluyor, yazdığınız hikaye hangi araç ile ilgiliyse onu yazıp (otobüs, tren, metro, taksi, vapur, deniz otobüsü.. vb) bir de hikayeye etkisi olan ögeleri ikinci bir label olarak yanına yazabiliriz (simit, köfte, ekmek arası, kırmızı ışık, yaya geçidi, duraktaki ilan, şöför amca, makinist teyze....vb).

Çarşamba, Aralık 13, 2006

Hostes Koltuğundaki Kız-I

Otobüsleri bi sevdiğim bi de sevmediğim zamanlar var. İçinde sigara içilirkenki dönemler yolculuk etmek hele de, doğu illerine, tam bir cehennemdi. Sonra sigara yasağı geldi şükür. Ama bundan bahsetmeyeceğim. Ben sizlere muavin delikanlılarla yaşadığım ve niyeyse otobüs denince aklıma gelen varlıklardan söz edeceğim.
Turan. Bizim dükkanın karşısında onlarında manifatura dükkanları var. Bir müşteri gelipte dükkana gitmesi gerekmese tüm günü bizim dükkanda geçirir. 8 kardeşler ve 4 erkeğin 2'si uzun yol şöförü(Söylemesi ayıp bu abilerinden birinin adı Mustafa. Ben ortaokul sondayım o vakitler. Mustafa abiyi her gördüğümde de bir tuhaf oluyorum. İçim hoş oluyor falan...), biri muavin diğeri de O. İdeali otobüs şöförü olmak. Öyle bir anlatıyor ki şöförlüğü dersiniz yolların CEO'su. Öyle yani. E o öyle anlatınca benimde içime bir sevda düşmez mi? Uzun yola çıkmak! Oysa beni araba tutardı o zamanlar. Ama sorun değilmiş bu. Benzin içersem azıcık, bir daha ömür billah araba tutmazmış. Yalnız benim sevdam başka. Şöför değil muavin olacağım ben. Her yanını da göreceğim memleketin. Nasıl görmekse? Hayal işte. Gel zaman git zaman Turan abilerinin şöförlük yaptığı araçlarda muavinliğe başladı. Araba sürmeyi de öğrendi. Her sefer sonrası dükkana gelip anlatıyor yol hikayelerini. Ben içli içli dinlemekteyim. E Turan görürsün sen! Elbet ben de düşeceğim o yollara. Senin gidemediğin yerleri de ben anlatacağım ballandıra ballandıra. Sonra, sonra büyüdük işte. Lise son sınıftayım. Üniversiteye hazırlanmaktayım. Lise 2,5 yılda bitti. Turan hep yollarda. Zaten muavin olmak istediğimden artık emin değilim. Mühendis olsam daha iyi olacak gibi.
***
Vee mühendis olacağım derken işletmeci oldum. Yollardayım. Tatillerde, bayramlarda eve gelirken otobüslerdeyim. Israrla hostes koltuğunda gelmek istiyorum. Sağolsun firmalar kırmıyor. 9 saatlik yolu şöförle konuşa konuşa, arabesk dinleye dinleye bitiriyorum. Muavinlerin en sıkı dostuyum. Tavsiye eder miyim? Şiddetle! Eğer uzun yolda bir muavin ile aranız iyi ise sabaha dek çay, kahve, kek eksik olmaz.
.
.
Daha anlatacaklarım var ama diğer yazılara. Şimdilik merhaba niyetine otobüse bindik. Hayırlı yolculuklar. Ararsanız hostes koltuğundayım.

Pazartesi, Aralık 11, 2006

Ailelere bir tane

Şehirler arası bir otobüste muavin, yolculara lokum dağıtırken hemen önümde şöyle bir diyalog geçiyor:

Yolcu: Bir tane daha alabilir miyiz..?
Muavin: Ailelere bir tane veriyoruz…

Bir an kendimi yolcunun yerine koydum, koymaz olaydım. Ne fena bir durummuş öyle! Aman aman...

Cuma, Aralık 08, 2006

Venus Durağında Kadınlardan Kaçmak

Tam anımsamıyorum ama galiba yıl 2339 du. Her bekar erkek gibi huzurlu evimin duvarlarının arasına sığınmış oturmakta ve günlerimin keyfini sürmekteydim. Ancak şeytan durmadı ve beni www 8.1 in o engin büyülü dünyasında gerçek olamayacak kadar rüyalarımın bile görse kendi üretkenliklerinden utanacakları bir kadınla karşılaştırdı. Ve ben bir kaç sanal keyif anından sonra onunla buluşmak için yollara yani aşk gezegeni Dünyaya doğru yola çıktım. Çıkmaya niyetlendim daha doğrusu.. Işınlanmaya param yetmediği için uzay taksisi aranmaya başladım. Bazı donemlerde gerçekten çok ucuz olabiliyorlardı. Ancak sanırım o donem benim ihtiyacım olan bu donem değilmiş. Işınlama kadar pahalı olmalarını hiç ummamıştım. Diğer halk tarzı ulaşım çozumleri ise zaman olarak uygun değildi. Yıllarımı dünyaya gidebilmek için harcayabilirdim ama yine de başarılı olamayıp bilinmedik bir uyduda benimle aynı kaderi paylaşan onlarca insanla birlikte boğazım kesilmiş olarak ve iç organlarımı kaybetmiş bir şekilde cürüyebilirdim.

Çaresizlik içinde en kalabalık terminallerden en ücradaki en tenha terminallere koştururken ve cebimde zaten az olan paramı tüketirken bir an başaramayacaımı anladım ve dedim ki bunun üstüne en iyisimi bi cek denyılz iç evlat gerisi hikaye. Hiç aynaya bakmadın mı? senin neyine karı kız.

Fikir daha kafamdan geçmesini bitirmemişti ki ben ilk gözüme ilişen bara oturmuş kadehimi de elime almıştım. İlk yudumu boğazımdan aşağıya yollayıp midemde yanarak ilerleyen sıvıyı hissederken gözüm yanımdaki meksika şapkalı adama takıldı. Meksika dünyadaydı. Bunu biliodum cünkü cek denyılzdan sonra en fazla tequila tüketirim. Barmene bir el ettim ve adama bir kadeh koymasını işaret ettim. Adam hiç itiraz etmeden kadehi aldı aazında birşeyler geveledi ve kafaya dikti. ben de herşey çok pahalı dünyaya gitcem ama gidemiyorum kaldım buralarda diye dert yanmaya basladım. Adam bana doğru döndü iyice elini kaldırdı işaret parmağını yüzüme doğru salladı bir şey diyecekmiş gibi dudaklarını araladı ve.. ve tabureden aşağı düştü.
--

Cuma, Aralık 01, 2006

Şey... benim bir kız arkadaşım var... yani nişanlım

Bakırköy Taksim arasının neredeyse bir buçuk saat sürdüğü, yoğun trafikli bir saatte, bu güzergahtaki otobüslerin birinin içinde ben de vardım. Başka yer olmadığı için şoförün arkasındaki sıkışık koltuklardan birine oturmak zorunda kaldım. Sonunda mideme, otobüste kitap okurken bulanmaması gerektiği üzerine verdiğim eğitimin meyvelerini topladığım güzel, güneşli bir gündü. Derken otobüs normal olarak bir sonraki durakta durdu. Genç bir adam bindi. Elinde kocaman, ama öyle böyle değil, bir boy büyüğüne çelenk denecek kadar kocaman bir çiçekle geldi, benim o sıkışık koltuğumun yanındaki sıkışık koltuğa oturdu. Ama ben bu kısımları görmedim, çünkü midemin bulanmamasını fırsat bilerek okuyabildiğim kadar çok okuyordum kitabı. (‘Çok okumak da ne ola ki’ diye sormayın. ‘Fazla yoğunlaşmak da denebilir’ derim sonra.) Benim dikkatimi çektiği dakika, telaşının ve huzursuzluğunun benimle alakalı olduğunu hissettiğim dakikadır. Eh, ben de huzursuzlandım tabi. Neyse, sonunda kafasında o zor kararı verdi ve bana döndü:

Bölüm 1
-Ya, kusura bakmayın... yani rahatsız ediyorsam. Ya... ben bir şey sorabilir miyim size acaba?... Yani danışabilir miyim desem daha doğru olur aslında. Hani siz de böyle genç bir hanımsınız ya... (Ben: Evet buyrun?)
Şey... Şimdi ben (diyerek anlatmaya başladı öyküsünü. Temiz yüzlü, iyi bir çocuğa benziyordu.) Benim bir kız arkadaşım var. Aslında nişanlım sayılır. Yani biz bir süredir beraberiz. Annesini falan da tanıyorum. İki gündür cevap vermiyor telefonlarıma. Ne yaptıysam ulaşamadım. Çiçek aldım, iş yerine götürüyorum şimdi ben bunu. İki gün önce tartışmıştık biraz, ondan mı acaba? Ama hiç önemli bir şey değildi ki, anlamadım ben de. Biz... Bizaltı aydır çıkıyoruz şimdi kardeş.

Bölüm 2
-Zaten hemen annesiyle tanıştırdı beni. Çok güzeldi ilk günler. Hep gezdik eğlendik. Ben ona hep baktım. İyi değildi durumları. Borçları vardı. Benim de durumum fena değil, söylemesi ayıp. Allah’a şükür kazanıyoruz işte biraz... Bir gün dedi ki, ben evlenmek isterim seninle ama çeyizim bile yok, utanırım. Dedim ki, olur mu öyle şey? Fakir dostuyumdur söylemesi ayıp, hem seviyorum çok. Birkaç çeyizlik aldık. Sonra borçları vardı, annesinin sigortası falan. Ödedim ben hep. Baktım ben bunlara.

Bölüm 3
-Baktım ama hiç gocunmadım. Seviyorum kardeş. Neyse, iki gündür ses çıkmayınca merak ettim. Dün evlerine gittim. Kimse yok. Kapı duvar. Annesi falan da yok. Bugün yine giderim. Ama önce bir çalıştığı yere gideyim, şu çiçeği vereyim, belki affeder. Yani...artık neyi affedecekse bilemedim ben de. İyi yapmış mıyım sence? Hoşuna gider değil mi bu çiçek?

Tam olarak ifade edebildim mi bilmiyorum ama özetle şunu söyleyeyim. Birileri çok pis dolandırmış bu çocukcağızı. O kadar bariz ki söylediklerinden. Açıkçası bir an söylemek üzereydim. Ama dilim varmadı. Hem, daha bunu anlayacak duruma gelmemişti, çok sevdiği kız aradaşına hakaret ettiğimi falan düşünebilirdi.

Otobüsten indikten sonra bir süre yürüdük beraber. Ayrılırken onu dinlediğim için çok teşekkür etti. İş yerinin adresini verdi bir çayını içmem için. Zor tuttum kendimi gidip ne olduğunu öğrenmemek için. Gitmedim tabi ki. Üzülmüştüm yahu, hiç böyle şey yapılır mı? Cık cıklayarak bitirmek istiyorum yazımı o gün yaptığım gibi.