Cumartesi, Aralık 30, 2006

Gözlerdeki ışıltı.

Az önce deniz otobüsündeydim..
Bostancı'ya çok yaklaştığında uyandım zaten. Normalde deniz otobüsü yaklaşmadan hareketlenirim aslında ama bu sefer bekledim.. İnsanların kalkmasını inilecek yere toplanmalarını, birbirlerinden yol istemelerini izledim.
Birkaç sıra önümdeki yaşlı bir amca ve teyze kalktılar ayağa. Amca teyzeyi tuttu, dengesini sağlayamadı bir an diye, sonra teyzenin kabanını tuttu, güzelce giydirdi. O kadar aşk dolu bakıyordu ki size anlatamam, elinden poşetini aldı, ona yol verdi ve birlikte deniz otobüsünün arkasına doğru ilerlediler. O kadar tatlılardı ki size anlatamam..
Artık böyle erkeklerin kalmadığını düşünen ben amcayla birlikte bir kez daha inandım :)
O kadar hayran gözlerle izledim ki onları, yanımdan geçerken amca gözümün içine baktı, beni fark etmişti, bir şey söyleyecek miyim diye döndü.. Ben sadece kocaman bir gülümseme hediye edebildim ona. Ve içimden maşallah deyip, mutluluklarının devamını diledim.
indikten sonra yürürken bu mini olayı sizinle paylaşmaya karar verdim, bu aralar hayatta işaretlere o kadar inanıyorum ki, onlar bir işaretti bence, hem de hayatın en güzel işareti...

Perşembe, Aralık 28, 2006

Otobüste Yarı Uyku Hallerim

Haşim'in şöyle dizesi var: "Yarı yoldan ziyade yerden uzak. Yarı yoldan ziyade maha yakın". Bu "Yarı yol" asla yolun yarısı değil benim için. Bu benim yarı uykulu hallerim :)

ilk defa üniversiteye başladığım zamanlarda tattım bu tadı. Anlatması mümkün değil. Sanki okula sadece dönüşte uyumak için gidiyordum. O günlerde geceleri uyumak benim için ayıp gibi bir şeydi :) Okula gidiyorum dediğime de bakmayın siz. Benim gibi öğrenci zor bulur okullar. Kayıtlı ama kaygısız bir öğrenciliğim vardır. Hala da var ya; o ayrı bir konu.

Gece evde oturmuş, bol bol okumuşum. Bir ara elde kitap uyku galip gelmiş. Birden sabah olmuş ve alel acele -ancak evde kahvaltıda yaparak- 141(Avcılar-Aksaray)'e kendimi atmışım.

Yok! Yarı uyku hallerim okul yolunda değil. Gün kafede ve sinemada güzelce akmış. Biraz da kitapçı dolaşmışım. Bir ara da kütüphanede okumuşum.

Nasıl olmuşsa akşam oluvermiş ve ben eve dönmeye başladığım an ile bu uyku hallerimin güzel zamanı başlamış olur.

İlk defasını bile hatırlıyorum: Yağmurlu bir hava idi. Yollar kapanmış ve ben en arkada oturuyordum. Nasıl oldu ise gözlerim kapandı. İşte tam olarak o an, tatlı bir sıcaklık bedenimi sardı.

Sonra "ben yemek yedim" veya da "biraz daha uyuyacagim" diyerek gözlerimi açtığım çok oldu. Bazen de sürekli başımı dik tutma çabası ile bir göz açık kestirmeler. Ya başını dayayacak yer olmaması ile çene göğüste keyif çatmalar :)

Nasıl olduğu konusunu bilmiyorum ama kesin olan şey şu ki otobüste gözleri dinlendirmenin tadı bir başka oluyor. Bunun sadece ve sadece İETT ve Halk Otobüsleri için geçerli olduğunu ilave edeyim :)

Şehirlerarası yolculuklarda uykunun bir tadı yok :)

Çarşamba, Aralık 27, 2006

Durak hikayesi - Fenerbahçe cumhuriyeti, kötü bir cumhuriyettir.

Geçtiğimiz Cumartesi, AKM'nin yanındaki minibüs durağına doğru yürüyerek geliyordum. Belli ki, FB-GS tartışması yaşayan (tartışma derken, kavga-küfür şeklinde değil tabi) iki minibüs şoförü, durağın orada uzaktan birbirlerine seslenerek konuşuyorlarmış.

Ben AKM'ye doğru yaklaşıyorum, karşımdan da genç bir anne yanında iki küçük çocuğu ile birlikte AKM tarafından gelerek durağın önünden geçiyor.. (Sahneyi hayal ettiniz, biliyorum.)

O sırada şoförlerin sohbetinde final bölümüne denk gelmişiz demek ki; tartışmayı kazandığını düşünerek yüzüne en büyüğünden gülümsemesini yerleştirmiş şoför, önlerinden geçmekte olan iki çocuklu genç anneye ve çocuklara dönüp:
- Çocuklar! Fenerbahçe cumhuriyeti, kötü bir cumhuriyettir! Dedi.

Anne de (tahminimce) bir yandan çocukları kontrol altında yürütmeye çalışıp bir yandan o Arnavut kaldırımlı sokakta ince topuklularıyla nasıl yürüyeceğini düşünürken çocuklarına bu öğüdü veren GS gönüllüsüne doğru:
- Evet, biz de öyle düşünüyoruz zaten. Dedi ve yoluna devam etti.

FB'li şoför sahneyi terk etmiş miydi, cevap olarak bir şey dedi mi duyamadım. Acelem vardı, hızla meydana doğru yürüyordum.

Pazartesi, Aralık 25, 2006

Kaş yolu

- Bağlasan durmam ben bu Kemer’de, nefret bi yer burası, iki gün sen yokken delirdim burda, başka bir yere gidelim.

Sene bilmem kaç (yaşım çıktı zaten çıkacağı kadar, daha fazla detaya gerek yok). Yaz tatilini bir arkadaşımla beraber geçireceğim. Tatil mekanı olarak Kemer seçilmiş. Ben tatile iki gün erken başladım. O da sonradan benim yanıma geldi. Ama Kemer gerçekten dayanılır gibi bir yer değil. Olmaz, orada tatil falan yapılmaz.

- En yakın neresi var?

- Olimpos

- Geç Olimpos’u, gitmem ben olimposa.

- Kaş’da buraya yakın olsa gerek.

- Kaç saattir ki burdan?

- 1 buçuk 2 saattir en fazla

- İyi kaşa gidelim o zaman. Nası gidicez?

Sorduk soruşturduk, Kemer’den Kaş’a gitmek için Antalya-Fethiye ana yoluna çıkıp, Antalya’dan gelip, Fethiye’ye giden dolmuşa binmek gerekiyormuş. El edersek dururmuş.

Saat 3, tatil beldesine uygun bir giyim tarzını belirlemiş iki kız, sırt çantalarıda yanların olmak üzere Antalya-Fethiye ana yoluna çıkmış, el edebilecekleri bir dolmuş bekliyorlar. Bu dolmuşlar Antalyadan 30 saatte bir kalkarmış. Yani en fazla yarım saat dolmuş bekleyeceğiz. Ama geçmiyor o yarım saat. Korna çalanlar, selektör yapanlar. Neyse bir şekilde görmemezlikten geliyoruz. Canım deli gibi sigara içmek istiyor ama şort ve askılı bluz giyinmiş yol kenarında sigara içen hatun imajı çok sakat olduğundan içemiyorum. Zaten yeterince korna sesi duyuyoruz. Birde üstüne yaz günü hava kapalı ve yağmur serpiştiriyor. Derken önümüzden harika, kırmızı bir araba geçiyor. Vay be bu neymiş böyle diye arkasından bakıyorum ve olan o anda oluyor. Ben arabanın ne olduğunu göremiyorum ama arabanın içindekiler (bakınızki tesadüfe iki erkek) benim onlara baktığımı görüyor. Daha doğrusu görmüşler, hoş yanlış görmüşler ben onlara değil, arabaya bakmıştım ama... Aradan 1-2 dakika geçiyor geçmiyor, o kırmızı araba dönüp, geri geliyor ve tam olarak yanımızda duruyor.

- Selam kızlar

- Selam!!

- Nereye gidiceksiniz?

Çat diye Kaş lafı çıkıveriyor ağzımdan, oysa size ne falan demem gerek. Yanımdaki arkadaşın gözleri “sen naptın” der gibi bakıyor. Ama çok geç. “Burdan Kaş ne kadar ki?” diyerek arkadaşına dönüyor şöför. Arkadaş da torpido gözünden harita çıkartıp evirip çevirmeye başlıyor.

- Siz napıcaksınız ki buradan Kaş ne kadar? Biz gidicez, size n’oluyor?

Salağım ben gerçekten salak. Aklımca adamı tersiyorum ama aleni bir şekilde adamın “e biz sizi götürelim” demesi için çanak tutuyorum.

Ve adam da tabi

- E biz sizi götürelim diyor.

Arkadaşım “Aferin, beğendin mi yaptığını?” der gözlerle bakıyor. Beğenmedim ve işin içinden çıkmaya çalışıyorum ama çalıştıkça batıyorum.

Önce gayet nazik, teşekkürler aman zahmet etmeyin diyorum. ‘Olur mu canım ne demek? Ne Kadar yol ki götürürüz. Bize de değişiklik olur, hatta belki bizde orada kalırız’a kadar getiriyor lafı şöför.

Ben bu ilmeği kendi boynuma nasıl geçirdim böyle.

- Canın isterse gidersinde kalırsında ama biz dolmuşla gidicez.

- Eeeh kızım sende iyi nazlandın, bineceksen bin işte arabaya allaa alaaa

- Ne diyosun be sen

- Yollusun işte belli, bin hadi (Allahım neyseki hala arabanın içindeler. Ya inmiş olsalardı, napardık bilmiyorum).

- Sen ne diyosun yaaaa

- Müşteri beklemiyorsun madem ne diye arabanın arkasından göz süzüyosun.

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü o an. Sinirden titremeye başladığımı hatırlıyorum. “ya biz dolmuş bekliyoduk, ben arabaya baktım öylesine” diyorum ama sesim titriyor, kelimeler ağzımdan kesik kesik çıkıyor, adamsa kaypak kaypak gülüyor. “O geç bunları geeeç” dercesine güldükçe ben iyice napıcağımı şaşırıyorum.

O an’a kadar ağzını açıp tek kelime etmemiş arkadaşım, sessizce dolmuş diyor.

Ben hiç istifimi bozmadan adamla anlaşmaya yanaşmış gibi, kafamla kucağındaki haritayı gösteriyorum.

- İyi peki, ne kadarmış burdan Kaş?

Adamın kafasını haritaya gömmesi ile biz çantaları kaptığımız gibi az ilerde duran dolmuşa doğru koşmaya başlıyoruz.

Dolmuşa binince herşey bitti zannedebilirsiniz. Aslında kırmızı arabalı adamla ilgili olan kısım bitiyor da. Ama bizim özelliklede benim çilem bitmiyor. Önce bir yarım saat kırmızı arabalı adamla olan konuşmalarım yüzünden azar işitiyorum. Kemer-Kaş arasının 4 saat olduğunu öğrendikten sonra Kemer’de kalmam ben diye tutturduğum için azar işitiyorum. Onu, bu kadar virajlı yollarda gitmek zorunda bıraktığım için azar işitiyorum. Hava kapalı olduğu için azar işitiyorum. Üşüdüğü için azar işitiyorum. Yol üzerindeki bütün bucak, köy, belde ne varsa hepsinde mola veriyoruz. Ben her durduğumuz yerde yol arkadaşımın sinirlerini gevşetmek için ona dondurma, çikolata, fıstık birşeyler alıyorum. Yolun sonuna doğru ona yedirdiklerimden ve virajlardan dolayı midesi bulandığı için azar işitiyorum ve nihayet Kaş’a varıyoruz.

Tatil nasıl mıydı?

Sizce?

Pazar, Aralık 24, 2006

şehirlerarası yolculuk

şehirlerarası yolculuklarda tanıdım hayatı... hayatın tanıklarını…
düşüncelerimi biriktirdim yollar boyu. yolları saydım kilometrelerce. başımı yasladım ay ışığına. gözlerimi diktim karanlığa. içimi boşalttım sahipsiz mecralara. fosforlu saatle öğrendim zamanı. susuzluğumu dinledim bazen. açlığımı sakladım kendimden. en önemlisi; hayatın tanıklarını dinledim saatlerce. kulak verdim hikayelerine, umut dolu tavsiyelerine, ibret verici sözlerine...

bir güney yolculuğunda tanıdım mesela Orhan abiyi. Antalya' da bir tiyatroda suflörlük yapıyormuş. ‘işletmeyi bitirdim, işsiz gezdim bir süre ve en sonunda bu işi buldum’ diyor kederli gözleri. kader bu ya, tam da tercih dönemi rastlıyorum Orhan abiye. ‘yazma işletmeyi; aç kalırsın benim gibi.’ diyor; fakat dinlemiyorum Orhan abiyi, yeni yeni hatırlıyorum dediklerini...

Kayseri'ye giderken orta yaşlı, yolun yarısını neredeyse devirmiş, şişman suratlı, gözlüklü bir beyefendiyi dinliyorum bu defa. Ankara'da bir otelde resepsiyon müdürü olduğunu söylüyor ve başlıyor hikayesini anlatmaya: kız almaya gidiyormuş Kayseri'ye. ‘aman ben geç kaldım, sen kalma haa!’ diyor. ‘acele et bak; yoksa evde kalırsın.’ sonra ekliyor; ‘bak kafamda saç kalmadı, daha yeni damat olacağız. üniversitede okurken hemen evlen, sonra gül gibi geçinirsiniz’ diyor şaka yollu. ‘aman abi, dur daha genciz, güzeliz yakma bizi şu çağımızda’ diyorum mütemadiyen. muhabbet uzuyor çeşitli anılarla, uykuya dalıyoruz bir süre sonra...

asker Salih’i unutuyordum az kalsın. memlekete dönerken tanışıyoruz. her hafta gittiğimiz pazarda ayakkabı satıyormuş. pek de hızlı konuşuyor, anlamakta zorluk çekiyorum. arada bir başımı sallayıp onaylıyorum, bazen de kendisi tekrarlıyor. bir soru sorsa tıkanıp kalacağımın farkındayım. neyse ki hep o anlatıyor, ben de puzzle oynar gibi Salih’i çözmeye çalışıyorum. askerlik günlerinden, komutanlarından, Edirne halkından bahsediyor. yaşını sorduğumda aynı yaşta olduğumuzu anlıyorum ve bulutları seyrederken Salih’in yerine kendimi koyuyorum, asker oluyorum bir süre… ve başlıyorum hâyâl kurmaya...

bu kez de irice bir amcanın yanındayım. özel şoförmüş kendisi. veryansın ediyor otobüsün şoförüne kendi kendine. ‘ya bas biraz, ne kadar yavaş gidiyor bu adam’ diye söyleniyor ya, ne fayda! bir ben duyuyorum amcamızın sesini. ‘takometre var araçta’ deyince; ‘benim Chevrolet olacaktı ki şimdi, en az 250 ile uçuyorduk’ diye yapıştırıyor cevabı. durum anlaşılıyor ve hız tutkunu amcanın yanında susmaya karar veriyorum…

sonunda kendimle baş başa kalıyorum. loş bir karanlık aydınlatıyor yüzümü, kısıyorum gözlerimi. benliğimle dans ediyorum. iç hesaplaşmamın ardından gözüm fosforlu saate takılıyor yeniden, geçmiyor zaman. sınırlı ve zorunlu yolculukta molayı bekliyorum çaresizce. gözlerimi uykudan saklarken ayın parlaklığı vuruyor yüzüme. uzunlarını yakan araçlar sıralanıyor yolda. muavin geçiyor arada bir, görevini yapma telaşı var suratında, gözler kan çanağı olmuş, saçları dağınık. camda gölgeler, çevrede ağaçlar. klimadan gelen yapay rüzgâr serinletiyor vücudumu. hafiften bir müzik yayılıyor kulaklara. uyum içinde devam ediyor şehirlerarası yolculuk… devam ediyor hayat… ve hayatın tanıkları birer birer iniyor otobüsten, evlerinin yolunu tutuyorlar umutla.

‘güle güle hayatlar!’ diyorum içimden…

Cumartesi, Aralık 23, 2006

Vapur'da moda çekimi mi varmış?

23 Aralık 2006... Az önce...
Kadıköy'den bindiğim Beşiktaş vapurunda arkadaşımın yeni aldığı ultra über mega cart curt telefonu kurcalıyoruz. (kurcalıyorum demek daha mantıklı sankim, ben kurcalıyorum o da aman bişey olmasın endişesiyle beni izliyor) Fotoğraf çekme gücü yüksek, iş işte! O kadar paraya gider adam gibi makine alırsın falan filan. Neyse mesele bu değil. Mesele ben fotoğraf makinesi ile uğraşmaktayken karşımızdaki abinin poz vermeye başlaması! Sanki dergilerimizden biri için vapur kiralamışız da, o da baş manken aman nasıl havalar nasıl havalar...

Yazarken de, muhtemelen sizler için okurken de eğlenceli gelmeyebilir.
Ama işte keşke de... A-aaa... Ben arkadaşımı arasam da, o fotoğrafları silmese, sonra da ben o fotoğrafları burada yayınlasam!!

Hayırlı analar babalar...

Geçen gün, işten eve dönmek için, her zamanki gibi servise bindim. (8-10 kişiyiz.) Yola koyulmamızdan beş dakika sonra şoförümüz Ümit Abi, içi çikolata ve meyve suyu dolu bir poşet çıkarıp yanındaki arkadaşa verdi ve 'şunları bi dağıtıver yeğenim' dedi.

Aradan yine bir beş dakika geçti. Tüm ısrarlarımıza rağmen şoförümüz neyi kutladığımızı bir türlü söylemedi. 'Önce bi yiyin çikolatadan, ağzınız tatlıyken söyleyeceğim' dedi. Yedik içtik derken Ümit Abi beklenen açıklamayı yaptı: İkinci yeğenimiz yoldaymış, dün yengemiz söylemiş!

Şimdi size, asıl beni geren konuyu söyleyeceğim. Ben, bütün uğraşlarıma rağmen, hangi durumda hangi söz söylenir hala tam olarak öğrenemedim. Tabi, birinin ölümünün üzerinden 'hayırlı olsun' demeyecek kadar biliyorum bu işleri. Ama benzer durumlarda (benzer dediğim de sadece iki yüzeysel kategori: iyi-kötü) ne söyleneceğini bilemiyorum. Uzun uzun düşünüyorum, hesaplar yapıyorum, gerim gerim geriliyorum. Hele öyle maşallahlı, inşallahlı kalıpları hiç beceremiyorum.

Neyse, yarım ağızla ve uyuz bir sesle 'tebrikler' dedikten sonra servistekilerin neler dediğini dinlemeye başladım. Söylenme çokluk sırasına göre:

-Hayırlı olsun.
-Allah analı babalı büyütsün.
-İnşallah sağlıklı sıhhatli olur.

İnşallah, maşallah, hayırlar, mayırlar... Yine unutmuşum :(

Yol boyunca -ki kırk dakika kadar sürüyor- bunları hesapladım. Hangisinin duruma daha uygun olduğunu, hangisinin söylenişinin daha kolay olduğunu ve saire. Bir yandan da komik komik şeyler düşünüp kendimi eğlendiriyorum tabi . Mesela benden başka kimsenin 'tebrikler' dediğini duymadım! Eyvah. İç sesim vakit geçirmenin yolunu bulmuş, benimle uğraşıyor:

"Eh Deniz, tebrikler denir mi? Ne o öyle. 'Başarılarınızın devamını dilerim' der gibi. Bir de 'çok iyi iş çıkarmışsınız, bravo' falan de de tam olsun. "

Ama yol daha bitmedi. Ben böyle durumlarda, üstüne tüy kondurmadan bitiremem olayı. Hem en küçük harflerle, hem de kendimce uygun olmayan bir söz söylemişim. Bu yüzden adama ayıp olmasın diye inerken bir iki kelam etmeyi kafama koydum.

Hayırlı olsun mu desem, Allah analı babalı büyütsün mü desem, yoksa başka güzel bir şey mi uydursam diye düşünürken aniden benim ineceğim durağa gelmişiz. Tüm servis sesizlik içindeyken benim ağzımdan, nedense kontrolüm dışında, dökülen sözler şöyleydi:

'Allah hayırlı analar babalar versin'

Eh, indikten sonra kendime kızgınlıkla 'ayrıca bana da akıl fikir versin' demeden edemedim. Bunu da sesli söylemiş olacağım ki, önümdeki kadın korkuyla dönüp dönüp bana baktı. (Tüy X2)

Perşembe, Aralık 21, 2006

anlattım rahatladım

bundan bir yıl kadar önce, ofisimiz seyrantepe'deyken, bir akşam beşiktaş'a gitmek üzere 27SE'ye bindim. herşey mevsim normallerinde seyrederken, ne göreyim? arkadaşlar, nick cave'in gençliği tam karşımda oturuyor! o tuhaf uzunla kısa arası saç modelinden, kurtla kuzu arası yüzhatlarına, (hatırladığım kadarıyla parlak mavi) takım elbisesine ve dahi ilk üç düğmesi açık gömleğine kadar düpedüz o'ydu ey yolcular... insan insana benzer de bu kadar mı benzer, benzerse de koca istanbul'da seyrantepe-beşiktaş hattında mı ortaya çıkar?
bu da böyle bir anımızdı işte...

Çarşamba, Aralık 20, 2006

egypt air güvenlik görevlisi

Sudan'dan dönüyorum. Her türlü yorucu kontrolden geçip ( ki buna karanlık kabinde soyup döviz aramak dahil) uçağa bineceğim an karşıma zebellah gibi firavun suratlı bir güvenlik görevlisi dikildi. Çöl kumu renginde bir üniforması ve ancak mareşallerde görebileceğiniz sırmalı apoletleri vardı. Elimdeki abanoz ağacından yapılma geleneksel mızrağı göstererek:

-Sir, Bununla uçağa binemezsiniz! dedi. Ben de yılışık turist edasıyla:
-Come ooon! Bununla uçağı kaçıracağımdan mı korkuyosun? dedim. O anda o hantal herif bi hışımla elimdeki mızrağı kaptığı gibi bağırsaklarıma bastırıverdi!

-Sence bu tehlikeli bir alet değil mi? diyerek gözlerini gözlerime dikti. Bu ani afallama karşısında utanmış ve aşağılanmıştım. Bir anda hoş bir seyahatten değilde gurbetten dönüyormuş hissine kapıldım. Adam belli ki yaptığı küçük şovdan çok memnundu. Hollywood filmlerindeki cool polisler gibi hissetmişti kendini o an belli. Bana mızrağı İstanbul'a inişte vereceğini söylerken, nasıl bir intikam alacağımın ipuçlarını kendi elleriyle teslim ettiğinden habersizdi tabi...

Uçuşun sonlarında İstanbul semalarında artık deplasmanda değildim. O sırmalı apoletlerle ancak İstanbulumun otellerinde kapıcı olursun üniformalı çöl devesi. Şimdi aşağılanma sırası sende!
İnişten evvel adam mızrağımı bana teslim etmek üzere ortaya çıktı. Koridorun en başından elinde dimdik tutuğu mızrakla uygun adım gelen üniformalı güvenlik görevlisi çok geçmeden ıslık ve alkışların kendisine yapıldığını anladı. Ama artık çok geçti. Koridoru yarılamıştı geri dönemezdi. O esmer suratı kızaramadığı için mosmor bir et parçasına dönmüştü. Islıklar ve alkışlar matrak İngiliz yolcularının tezahüratlarıyla ritmik bir alay dalgasına dönüştü:

-Heyt yavrum be işte Mısır Havayolları güvenliği!

-Hey adamım! Biz batıda ateşli silah diye bişeyler kullanıyoruz, dene bence!

-Bunun yarı otomatiğini gördüm Aztek Havayollarında hahahaha!

-Aman şeytan doldurur dik tut! puhahahahaa

-En büyük güvenlik bizim güvenlik.....

-Oh güvenliği gördüm içim rahatladı, aramızda terörist varsa 2 kez düşünsün beyler hahahaha

Daha da kötüsü, koltuğumda iyice aşağı kaykılıp saklandığım için adama beni bulana kadar 2 ya da 3 zafer turu attırmam oldu arkadaşlar. Beni bulduğunda kızgınlıktan çok sevinç hissettim zavallıda. Bütün karizma gitmiş neler olduğunu anlamıştı. Çok keyifli neşe içinde bir iniş oldu. Sarsılan karizmamı fazlasıyla toparlamıştım.

Yıllar sonra bir taşınma esnasında o mızrakla Cihangir'de uzun bir yürüyüş yapmak zorunda kaldım. Öbür elimde de kafes içinde ev arkadaşımın papağanı varken üstelik... Karmaya inanır mısınız?

Sevgiler.....

Salı, Aralık 19, 2006

Her sarılıyı taksi mi sandın?

Bir gün itiraf.com'da bana çok komik gelen bir itiraf okumuştum:

Kadının teki, İstiklal'de, Kızılkayalar'ın önünde bekleyen taksiye atlıyor. Çok acelesi var. 'Bilmem nereye çek' diyor şoföre. Ama araç bir türlü hareket etmiyor. Kadın tam bir şey diyecekken şoför dönüyor ve 'götüreyim tabi hanımefendi, ama ben taksi değilim' diyor. Kadın aceleyle, önüne gelen ilk sarı otomobile atlamış meğerse!

Ben bu hikayeyi akşam evde, sabah okulda, ertesi gün boyunca önüme gelen herkese anlattım. Aradan bir kaç gün geçti. O akşam bir dostumla buluşacağım. Artık hikaye bana nasıl tatlı geldiyse, hızımı alamıyor, anlatmadığım herkese anlatmak istiyorum. (Bir manyaklık dönemi olsa gerek. Zira şimdi o kadar da komik gelmiyor. Ama o zaman ilkti, sonra alıştım bu tarz hikayelere.)

Akşam dostumla buluşuyoruz. Gelir gelmez, daha masaya oturmadan başlıyor anlatmaya:

"Deniz, inanmazsın başıma neler geldi. Geçen akşam bir arkadaşımla Kızılay'dan Tunalı'ya yürümeye üşendik. Çünkü hava acayip soğuktu, bir de karanlık bastırdı. Biz de civelek gibi çıkmışız dışarıya, etekler falan. Neyse, Tunus Caddesi'ndeyken bir taksiye atlayalım dedik. Baktık hemen yanımızda bir taksi bekliyor, hemen atladık. 'Tunalı' dedik. Gidiyoruz. Biz hala kendimizi ısıtma telaşındayız. Biraz gittikten sonra şoför, yavşak bir sesle 'kızlar, siz geldiniz bindiniz ama ben taksi değilim' dedi! Bizim ağzımız bir karış açık, adamdan özürler diledik. Sonunda da 'kusura bakmayın, biz inelim o zaman' dedik. Adam başlamasın mı, yok efendim ne demek, ben götürürüm Tunalı'ya kadar, elime mi yapışır, hem belki birlikte bir şeyler içeriz falan. Benim tepem attı orada. Çok hızlı gitmiyorduk zaten. Arkadaşıma göz kırptım, açtım kapıyı, atladım arabadan. Ben atlayınca adam durdu, arkadaşımı da bıraktı. Söylene söylene uzaklaştı. Yahu ne bu şimdi? Bu adamlar bilerek mi sarı otomobil alıyorlar acaba diye düşünmeden edemedim. Çünkü sanki daha önce yaptığı bir şeyi yapıyor gibiydi."

Eh, bu olayı birinci ağızdan duymak o itirafı bir daha anlatma isteği bırakmadı bende. Çünkü yerine bir başkası, hem de daha heyecanlısı, geçmişti. :)

Dipteki not: Şimdi gülüyorum da o zaman bayağı bir sinirlerimiz bozulmuştu. Sonrasında bırakın bindiğimiz arabanın taksi olup olmadığına bakmayı, plakasından durak ismine kadar her şeyi arkada bıraktığımız arkadaşımıza not ettirip öyle bindik bir süre taksilere.

Pazartesi, Aralık 18, 2006

uçaktan inip otobüs beklemek

sene 1996...zamandan tasarruf mu paradan tasarruf mu sorusuna, zamandan yana cevap verip uçağa atladım. Gece yarısına doğru Istanbul'a indim. Kurduğum mantıksal çerçeve neyi gerektirir? Uçaktan in taksiye bin ve yaptığın seçimin arkasında durmanın keyfini çıkar. Di mi?
Ben ne yaptım? aşağıdaki rotayı takip ettim:
Havaalanı-Topkapı (korsan dolmuş)
Topkapı-Karaköy (dolmuş)
ah ulan vapur kaçtı!
Karaköy-Beşiktaş ( taksi)
ah ulan bu da kaçtı!
Beşiktaş-Yıldız (yürüyüş)
Yıldız-neden kimse almıyor!! ( otostop girişimi)
Yıldız-4.Levent ( Sarıyer'e giden son dolmuş)
4.levent tem kıyıları - Tuzla E5 kıyıları ( Gebze Koop. 302 otobüsleri) gece 02.00 suları
TuzlaE5- Küçükyalı E5 kavşağı ( Gebze-Harem minibüsleri) - sabahın ilk ışıkları
Küçükyalı E5- ev ( yürüyüş,sürünüş arası ) inat diil mi ulan!!!

Aynı saatte Ankara'da uçağı tercih edip binmediğim otobüstekiler çoktan yataklarındaydı.
Neden? Hala bilmiyorum. Ders aldım mı? Hayır. Hatta olayı uluslararası boyuta taşıyarak çile bazlı yurtdışı yolculuklar yaptım. Bir dahaki sefere onları da anlatırım.

Otobüs Blogger Beta'da

Geçtik Beta'ya.

Yazarlarımızın hesaplarını beta'ya geçirmesini bekliyoruz. Yeni post gelene kadar route haricindeki tüm duraklara gideceğiz.

Her yazının altındaki kategoriler ile "sadece otobüs hikayelerini okumak istiyorum" gibi bir hakkınız da var artık. Mesela.

Pazar, Aralık 17, 2006

Sonraki durağın biletleri, meşhurdur cinayetleri

Kuzenin başına gelmiş, mail yoluyla iletti. Ben de aynen iletiyorum:

Olay 87 Edirnekapı-Taksim hattında, 21.00 sularında gerçekleşiyor. Yolcu, durakta otobüse yaklaşıp şöföre "bilet var mı" diye soruyor. Şöför de "yok" diye cevaplayınca, yolcu "bir sonraki duraktan bilet alır, atarım" diyerek otobüse biniyor. Şöför, binen bu yolcuya otobüsteki diğer yolcuları işaret ederek "onlara sor" diyor. Yolcu da "arkadaşlar, bir sonraki durakta bilet alabilir miyim" diye soruyor.

Cumartesi, Aralık 16, 2006

Ölüler bizi görüyor mudur?

Altunizade'den Ulus'a gidiyorum, eski bir taksinin arka koltuğunda.Yanımda toplantıya yetiştirmem gereken kocaman bir koli ve iki arkadaşım daha var.Trafik doğal olarak çok sıkışık ve biz gerildikçe gerilmişiz.Şöförümüz dayanamadı.Felaket derecede sohbet ihtiyacında.Biz o modda değiliz ama onun için çok önemli değil anlaşılan."Hayat ne garip di mi.." ile giriyor. "Hıı hı" diye geçiştiriyoruz.Şu köprüyü milyonlarca insan üstünden geçmek için kullanıyor, ama bazıları da intihar ediyor burdan. "Yaa evet.." Ölüler bizi görüyor mudur acaba. (Hayırlısıyla varsak şu toplantıya, adam çatlak...)Işıklara bakın ne güzel. Her birinin bir insan olduğunu düşünsek... ( harbi deli, kazasız belasız bitsin bu yolculuk alahım)..geçen gün arabaya Müjde Ar bindi, sen kullan ben arkaya geçeyim diye teklif ettim, kabul etmedi...

Sürekli arabada ve trafikte olmak mı bu hale getirmiş dersiniz?

Cuma, Aralık 15, 2006

İlla bayan yanı olacak!!!

2003 yılı.. Arkadaşlarla ilk tatilim olacak.. Ailenin mezuniyet hediyesi.. Hedef Bodrum.. Ama ailenin gönlü olsun diye hep birlikte Ayvalık’a gidildi, ordan kaçılacak Bodrum’a. Ayvalık’tan direk Bodrum’a giden tek otobüs var o da gündüz götürüyor.
Sabahın bir vakti bindim ben Ayvalık’tan ilk tatilin heycanı, güzel geçecek bir haftanın beklentisiyle İzmir’e kadar geldim.. İzmir’den o zamanlar hayatımda olan bir arkadaşım :)benim biletimin tam yan numarasını almış kendine. Ve tabi çok büyük bir süpriz yaparak bindi otobüse yan koltuğuma.. Ama otobüs şirketi birbirimizi tanıyoruz birlikte gideceğiz demesine rağmen bir kadınla erkek yanyana oturamaz diye numaraları değiştirmiş. Yani birimizde 15, diğerimizde 16 numaralı biletler var ama otobüs şoförüyle muavini bir olmuş bizi yanyana oturtmamaya çalışıyorlar..

- Sizin numaranız 15 ti ama biz 12 yaptık, sizi de 17 ye aldık.. Yanyana oturamazsınız diye..
- Nedeeen?
- Aaa olmaz bu aile otobüsü..
- Nası yani ?!?!!??!
- Yani evli değilseniz yanyana oturamazsınız..
- Yok daha neler... - Yuhh yani.. Saçmalamayın ya arkadaşım benim ve biz bilet numaralarımıza göre oturucaz.
- Yok kardeşim olmaz.
- ......
- .........
Tartışma büyümesin diye zaar zor sakinleştirdik iki tarafı ve benim kendi arzumla arkadaşımla yanyana oturma isteğimi (bir imza almadıkları kalarak) kabul ettiler.

Otobüsün hiç tutmadığı ve şehirlerarası yolları keyifle geçirdiğim halde İzmir – Bodrum arasını çıkararak geçiren ben; Ayvalıktan Bodruma gitmeye ve de o otobüs firmasını bir daha kullanmaya tövbe ettim...

Tamam bende tanımadığın adamların omzunda uyuması ihtimaline karşıyım genelde bayan yanı alırım ama, bu kadarı da Pesss yani.

Aşk Her Yerde

Dün Bahçelievler'den Kızılay yönüne giden Ankaray trenlerine bindim. Karşılıklı duran ikili koltuklardan birine oturdum. Karşımda 20- 21 yaşlarında bir kız vardı. Tam kitabımı çıkarıp okuyacakken kızın bir şey dediğini duydum. Tek başına olduğu için bana söyleyebileceğini düşünerek, merakla yüzüne baktım.

O anda aynı trende bulunsak bile aslında onun çok ayrı bir yerde olduğunu farkettim. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle -belli ki- aşık olduğu kişinin ona söylediklerine, o anda veremediği cevapları veriyor; veya verdiği cevabın kendisini şapşal durumuna düşürdüğü düşünerek tatlı tatlı kendine kızıyordu. Gözlerini ileride, benim arkamda bir yerlere odaklamış, gülümseyip duruyordu. Ağzından çıkan yarım yamalak bu cümle aslında, içindeki heyecan dur durak bilmeden kabardıkça kendine yer bulamayan birkaç sözcüktü sadece.

Birkaç sene önce, aşıkken insanın ağzına, yüzüne, eline, koluna nasıl mukayyet olamadığını bizzat yaşadığım için, o kız için az önce yazdıklarımı düşündüm. Yoksa, deli veya dikkat çekmeye çalışan biri olduğuna hükmederdim kesin. Kontrol odası beyinden kalbe taşınıyor işte bir süreliğine, engel olmak ne mümkün!

Perşembe, Aralık 14, 2006

Bilgi

101nci post'u kaldırmak için login olduğumda bir de ne göreyim. Beta versiyona geçebileceğimizi haber veriyor.

Ne dersiniz sevgili yolcular, geçelim mi? Etiket vererek, otobüs, minibüs, taksi, vapur, tren gibi kategorilerdeki yazıları da bölebiliriz böylece.

Geçelim mi? Geçmeyelim mi?

Anketimiz başlamıştır.

Görüntü değişmeyecek fazla. Sadece ilk açılış kısmı biraz daha sade oluyor. Bir de post'u yazdığınız bölümün altında "label" kısmı oluyor, yazdığınız hikaye hangi araç ile ilgiliyse onu yazıp (otobüs, tren, metro, taksi, vapur, deniz otobüsü.. vb) bir de hikayeye etkisi olan ögeleri ikinci bir label olarak yanına yazabiliriz (simit, köfte, ekmek arası, kırmızı ışık, yaya geçidi, duraktaki ilan, şöför amca, makinist teyze....vb).

Çarşamba, Aralık 13, 2006

Hostes Koltuğundaki Kız-I

Otobüsleri bi sevdiğim bi de sevmediğim zamanlar var. İçinde sigara içilirkenki dönemler yolculuk etmek hele de, doğu illerine, tam bir cehennemdi. Sonra sigara yasağı geldi şükür. Ama bundan bahsetmeyeceğim. Ben sizlere muavin delikanlılarla yaşadığım ve niyeyse otobüs denince aklıma gelen varlıklardan söz edeceğim.
Turan. Bizim dükkanın karşısında onlarında manifatura dükkanları var. Bir müşteri gelipte dükkana gitmesi gerekmese tüm günü bizim dükkanda geçirir. 8 kardeşler ve 4 erkeğin 2'si uzun yol şöförü(Söylemesi ayıp bu abilerinden birinin adı Mustafa. Ben ortaokul sondayım o vakitler. Mustafa abiyi her gördüğümde de bir tuhaf oluyorum. İçim hoş oluyor falan...), biri muavin diğeri de O. İdeali otobüs şöförü olmak. Öyle bir anlatıyor ki şöförlüğü dersiniz yolların CEO'su. Öyle yani. E o öyle anlatınca benimde içime bir sevda düşmez mi? Uzun yola çıkmak! Oysa beni araba tutardı o zamanlar. Ama sorun değilmiş bu. Benzin içersem azıcık, bir daha ömür billah araba tutmazmış. Yalnız benim sevdam başka. Şöför değil muavin olacağım ben. Her yanını da göreceğim memleketin. Nasıl görmekse? Hayal işte. Gel zaman git zaman Turan abilerinin şöförlük yaptığı araçlarda muavinliğe başladı. Araba sürmeyi de öğrendi. Her sefer sonrası dükkana gelip anlatıyor yol hikayelerini. Ben içli içli dinlemekteyim. E Turan görürsün sen! Elbet ben de düşeceğim o yollara. Senin gidemediğin yerleri de ben anlatacağım ballandıra ballandıra. Sonra, sonra büyüdük işte. Lise son sınıftayım. Üniversiteye hazırlanmaktayım. Lise 2,5 yılda bitti. Turan hep yollarda. Zaten muavin olmak istediğimden artık emin değilim. Mühendis olsam daha iyi olacak gibi.
***
Vee mühendis olacağım derken işletmeci oldum. Yollardayım. Tatillerde, bayramlarda eve gelirken otobüslerdeyim. Israrla hostes koltuğunda gelmek istiyorum. Sağolsun firmalar kırmıyor. 9 saatlik yolu şöförle konuşa konuşa, arabesk dinleye dinleye bitiriyorum. Muavinlerin en sıkı dostuyum. Tavsiye eder miyim? Şiddetle! Eğer uzun yolda bir muavin ile aranız iyi ise sabaha dek çay, kahve, kek eksik olmaz.
.
.
Daha anlatacaklarım var ama diğer yazılara. Şimdilik merhaba niyetine otobüse bindik. Hayırlı yolculuklar. Ararsanız hostes koltuğundayım.

Pazartesi, Aralık 11, 2006

Ailelere bir tane

Şehirler arası bir otobüste muavin, yolculara lokum dağıtırken hemen önümde şöyle bir diyalog geçiyor:

Yolcu: Bir tane daha alabilir miyiz..?
Muavin: Ailelere bir tane veriyoruz…

Bir an kendimi yolcunun yerine koydum, koymaz olaydım. Ne fena bir durummuş öyle! Aman aman...

Cuma, Aralık 08, 2006

Venus Durağında Kadınlardan Kaçmak

Tam anımsamıyorum ama galiba yıl 2339 du. Her bekar erkek gibi huzurlu evimin duvarlarının arasına sığınmış oturmakta ve günlerimin keyfini sürmekteydim. Ancak şeytan durmadı ve beni www 8.1 in o engin büyülü dünyasında gerçek olamayacak kadar rüyalarımın bile görse kendi üretkenliklerinden utanacakları bir kadınla karşılaştırdı. Ve ben bir kaç sanal keyif anından sonra onunla buluşmak için yollara yani aşk gezegeni Dünyaya doğru yola çıktım. Çıkmaya niyetlendim daha doğrusu.. Işınlanmaya param yetmediği için uzay taksisi aranmaya başladım. Bazı donemlerde gerçekten çok ucuz olabiliyorlardı. Ancak sanırım o donem benim ihtiyacım olan bu donem değilmiş. Işınlama kadar pahalı olmalarını hiç ummamıştım. Diğer halk tarzı ulaşım çozumleri ise zaman olarak uygun değildi. Yıllarımı dünyaya gidebilmek için harcayabilirdim ama yine de başarılı olamayıp bilinmedik bir uyduda benimle aynı kaderi paylaşan onlarca insanla birlikte boğazım kesilmiş olarak ve iç organlarımı kaybetmiş bir şekilde cürüyebilirdim.

Çaresizlik içinde en kalabalık terminallerden en ücradaki en tenha terminallere koştururken ve cebimde zaten az olan paramı tüketirken bir an başaramayacaımı anladım ve dedim ki bunun üstüne en iyisimi bi cek denyılz iç evlat gerisi hikaye. Hiç aynaya bakmadın mı? senin neyine karı kız.

Fikir daha kafamdan geçmesini bitirmemişti ki ben ilk gözüme ilişen bara oturmuş kadehimi de elime almıştım. İlk yudumu boğazımdan aşağıya yollayıp midemde yanarak ilerleyen sıvıyı hissederken gözüm yanımdaki meksika şapkalı adama takıldı. Meksika dünyadaydı. Bunu biliodum cünkü cek denyılzdan sonra en fazla tequila tüketirim. Barmene bir el ettim ve adama bir kadeh koymasını işaret ettim. Adam hiç itiraz etmeden kadehi aldı aazında birşeyler geveledi ve kafaya dikti. ben de herşey çok pahalı dünyaya gitcem ama gidemiyorum kaldım buralarda diye dert yanmaya basladım. Adam bana doğru döndü iyice elini kaldırdı işaret parmağını yüzüme doğru salladı bir şey diyecekmiş gibi dudaklarını araladı ve.. ve tabureden aşağı düştü.
--

Cuma, Aralık 01, 2006

Şey... benim bir kız arkadaşım var... yani nişanlım

Bakırköy Taksim arasının neredeyse bir buçuk saat sürdüğü, yoğun trafikli bir saatte, bu güzergahtaki otobüslerin birinin içinde ben de vardım. Başka yer olmadığı için şoförün arkasındaki sıkışık koltuklardan birine oturmak zorunda kaldım. Sonunda mideme, otobüste kitap okurken bulanmaması gerektiği üzerine verdiğim eğitimin meyvelerini topladığım güzel, güneşli bir gündü. Derken otobüs normal olarak bir sonraki durakta durdu. Genç bir adam bindi. Elinde kocaman, ama öyle böyle değil, bir boy büyüğüne çelenk denecek kadar kocaman bir çiçekle geldi, benim o sıkışık koltuğumun yanındaki sıkışık koltuğa oturdu. Ama ben bu kısımları görmedim, çünkü midemin bulanmamasını fırsat bilerek okuyabildiğim kadar çok okuyordum kitabı. (‘Çok okumak da ne ola ki’ diye sormayın. ‘Fazla yoğunlaşmak da denebilir’ derim sonra.) Benim dikkatimi çektiği dakika, telaşının ve huzursuzluğunun benimle alakalı olduğunu hissettiğim dakikadır. Eh, ben de huzursuzlandım tabi. Neyse, sonunda kafasında o zor kararı verdi ve bana döndü:

Bölüm 1
-Ya, kusura bakmayın... yani rahatsız ediyorsam. Ya... ben bir şey sorabilir miyim size acaba?... Yani danışabilir miyim desem daha doğru olur aslında. Hani siz de böyle genç bir hanımsınız ya... (Ben: Evet buyrun?)
Şey... Şimdi ben (diyerek anlatmaya başladı öyküsünü. Temiz yüzlü, iyi bir çocuğa benziyordu.) Benim bir kız arkadaşım var. Aslında nişanlım sayılır. Yani biz bir süredir beraberiz. Annesini falan da tanıyorum. İki gündür cevap vermiyor telefonlarıma. Ne yaptıysam ulaşamadım. Çiçek aldım, iş yerine götürüyorum şimdi ben bunu. İki gün önce tartışmıştık biraz, ondan mı acaba? Ama hiç önemli bir şey değildi ki, anlamadım ben de. Biz... Bizaltı aydır çıkıyoruz şimdi kardeş.

Bölüm 2
-Zaten hemen annesiyle tanıştırdı beni. Çok güzeldi ilk günler. Hep gezdik eğlendik. Ben ona hep baktım. İyi değildi durumları. Borçları vardı. Benim de durumum fena değil, söylemesi ayıp. Allah’a şükür kazanıyoruz işte biraz... Bir gün dedi ki, ben evlenmek isterim seninle ama çeyizim bile yok, utanırım. Dedim ki, olur mu öyle şey? Fakir dostuyumdur söylemesi ayıp, hem seviyorum çok. Birkaç çeyizlik aldık. Sonra borçları vardı, annesinin sigortası falan. Ödedim ben hep. Baktım ben bunlara.

Bölüm 3
-Baktım ama hiç gocunmadım. Seviyorum kardeş. Neyse, iki gündür ses çıkmayınca merak ettim. Dün evlerine gittim. Kimse yok. Kapı duvar. Annesi falan da yok. Bugün yine giderim. Ama önce bir çalıştığı yere gideyim, şu çiçeği vereyim, belki affeder. Yani...artık neyi affedecekse bilemedim ben de. İyi yapmış mıyım sence? Hoşuna gider değil mi bu çiçek?

Tam olarak ifade edebildim mi bilmiyorum ama özetle şunu söyleyeyim. Birileri çok pis dolandırmış bu çocukcağızı. O kadar bariz ki söylediklerinden. Açıkçası bir an söylemek üzereydim. Ama dilim varmadı. Hem, daha bunu anlayacak duruma gelmemişti, çok sevdiği kız aradaşına hakaret ettiğimi falan düşünebilirdi.

Otobüsten indikten sonra bir süre yürüdük beraber. Ayrılırken onu dinlediğim için çok teşekkür etti. İş yerinin adresini verdi bir çayını içmem için. Zor tuttum kendimi gidip ne olduğunu öğrenmemek için. Gitmedim tabi ki. Üzülmüştüm yahu, hiç böyle şey yapılır mı? Cık cıklayarak bitirmek istiyorum yazımı o gün yaptığım gibi.

Çarşamba, Kasım 29, 2006

Uganda'dan post alasım geldi

Bugün "Sisteki goriller, Pigmelerle Dans ve AIDS'li yetimler" isimli bir blogla karşılaştım. Uganda'da yaşayan Meltem Yaşar'ın günlüğü.
Orada gördüğüm iki post'u buraya koyasım geldi.

1ncisi "Öldüren diyaloglar 6 - Uzaydan taksici gelmiş hanım!"
2ncisi "Öldüren diyaloglar 2 - Dolmuş (Matatu) macerası"

Başlık formatları bizim otobüs-minibüs hikayelerimizle tuttuğu gibi, hikayeler de tutuyor. Meltem'i de otobüste bloguna davet mi etsek? :)

Perşembe, Kasım 23, 2006

Musait bir yerde inebilir miyim İstanbul?

Doğduğum köyü merkez kabul edip, 200km çapında bir çember çizmişim kendime. Gezintim bu çemberin dışına çıkmamış daha üniversite sınav sonucu elime gelene kadar. Sınav sonucu ise "O çember genişleyecek yavrucuğum" deyiverince düşmüşüm İstanbul yollarına.

İlk günlerimde yüksek binaların tepelerine bakmaktan boynumun tutulması ve açık ağzımdan damlayan suların ayakkabımda leke yapmış olması gibi dertlerle cebelleştim. Pek tabii, böyle şeylere alışık değilim köyümden.

Otobüsler ise benim için yeni bir zeka sorusu gibi gelmişti. Semt isimleri, numaralar, biletliler, paralılar... Hangisine binilir, bindiğimde nereye gider bu? Nerede durur? Ben nerede inmeliyim? Aman tanrım bu ne belirsizlik? Ki o zamanlar quantum fiziğinin "kuu"sunu duymamışım.

Durakların yanındaki "Gel abi, bilet var abi, gel abi" diyen küçük doğulu çocuktan -sonradan öğrendiğim- normal fiyatının iki katına bilet alıp, kazığı yeyip, daha ayılamamışken, ayakkabımın burnunu çiğneyip geçen otobüsün, elimdeki, çizgili defterden simetri kuralları hiçe sayılarak yırtılmış kağıdın üzerindeki numara ile uyuştuğunu görüp, elimde biletle girmeye çalışıp, kapının hemen yanındaki yolcudan (yine sonradan öğreniyorum o yolcu değilmiş, muavinmiş) "Çekil git kardeşim salak mısın!" diyerek itildiğimde eşekten düşmüş gibi oldum. Bir elimdeki yırtık çizgili kağıda, bir bilete bir de aynı çığırtkanlıkla bilet satmakta olan doğulu çocuğa baktım kaldım.

Doğru numara olmasına rağmen neden beni otobüse almadıklarını anlayamamış olmamı kafama takmayarak ve yılmayarak doğru numara yazan otobüslere saldırmaya devam ettim. Sonuncusuna koşarak yetişip, orta kapıdan girmeyi başardım.

Soluk soluğa alnımdaki teri silmek üzereyken şöförün "Hey arkadaşım! Orta kapıdan giren!" diye bağırdığını duydum ama herhangi bir tepki vermedim. Orta kapıdan binen sadece ben olamazdım ya. 360 derece dönerek, 2 milimetre yakınımdakilere baktım, kimse istifini bozmuyor. Şöför yine bağırıyor; "Kardeşim bilet! Heey sana diyorum!". Bileti duyunca ayıldım. Aldığım bileti vermemiştim. İnsan selini yararak şöföre doğru ilerledim.

Bileti, Formula 1 pilotu gibi manevralarla ilerlemekte olduğunu gördüğüm şöföre uzattım. Elim bir süre havada kaldı. Normal olduğunu düşündüm. Çünkü aralıksız zor manevralarla ilerliyordu. Yolun sakinleşmesini bekledim. Bu arada savrulmamak ya da ön camdan fırlamamak için tavan ile yer arasını bağlayan otobüsün formunu korumak için koyulduğunu düşündüğüm direğe dengemi sağlama amacıyla tutundum.

Bir dizi manevranın arasında, son hızla devam ederken şöför başını kaldırarak ters bir şekilde bana baktı. Bu beklemediğim bakış beni sersemleştirmişdi. Göğüs hizasında havada, elimde duran bileti şöförün göz hizasına getirdim. Sanki göz kapaklarıyla bileti elimden alabilecekmiş gibi. Dediğim gibi, sersemleşmiştim işte. Şöför iyice sinirlendi "Kardeşim oyun oynama benimle! At şu biletini!" diyerek ön camın orada duran turuncu kutuyu gösterdi. O an biletin kutuya atılması gerektiğini anladım.

Tam biletimi atmış arkalara doğru ilerlemek üzereyken ineceğim yere geldiğimi nasıl anlayacağımı düşünmeye başladım. Gerçekten nasıl anlayacaktım ki? Daha önce hiç orada bulunmamıştım. Ne bir referans noktam vardı ne de bir haritam. Bu nedenle şöförün hemen dibinde durmaya karar verdim. Öylesine çıkmış bir karardı. Bir anlamı yoktu. Belki de beynim durunca fiziksel olarak da durmak zorunda kalmıştım. Bilemiyorum.

Şöförün açık camından gelen temiz hava ile beynim toparlanmış olacak ki, şöförün yanında durmamın hayırlı olabileceğini farkettim. Ona sorabilirdim. Hatta o benim ineceğim durağı bile söyleyebilirdi. Neden söylemesindi ki? Evet, demin bana kızmıştı ama yine de söylemesini, bana yardım etmesini ummaktan başka şansım yoktu. Yoksa otobüs durana kadar gider, "Son durak arkadaşım insene!"yi işitirdim.

Neyse ki şöförü bana yardım etmesi konusunda ikna edebilmiştim. Artık rahattım. Şöför bana ineceğim durağı söyleyecekti. Ben de zaten hemen yanındaydım. Hatta eğilip, başımı onun başı ile aynı hizaya getirmiştim ki beni o durak gelince hemen bulabilsin.

Vucudum yaklaşık 65 derecelik bir açı ile şöför ile birlikte ön cama bakmakta iken aklıma "Ya unutursa" geldi. Ya şöför benim inmem gereken durağa geldiğimizi söylemeyi unutursa? Deminden beri 3 durak geçmiştik. Ya onlardan birisi idiyse inmem gereken yer. Evet, şöförün nefesini duyabilecek yakınlıktaydım ama yine de unutabilirdi. Bir sürü işi, düşüncesi vardır, beni mi hatırlayacak diyerek, şöföre "Eee acaba daha ne kadar var?" dedim. 15 saniye süresince ses vermeyince duymadığını düşünerek tekrar sordum. "Var daha var" gibi rahatlatıcı bir ses çıkardı şöför.

Dördüncü "Geldik mi acaba?" sorumun hemen sonrasındaki durakta şöför "Aha burası! Hadi in" dedi. Çok teşekkür edip indim. Başarıyla bilmediğim bir yerden bilmediğim bir yere gelmiştim. Kendimi alkışlamalıydım. Alkışlamadan önce gideceğim üniversiteyi sordum bir bey amcaya. Bey amca "Ohooo" dedi. Önce onu yaklaşan yılbaşı dolayısı ile heyecanlanan bir Hristiyan zannettim (Bkz: ho ho ho) ama sonra "Üniversite daha çok ötede. Neden burda indin ki?" deyince şöförün 4. sorumdan sonra neden beni hemen inmeye teşfik etmesini anlamıştım. Geç olmuştu ama anlamıştım. Hatta beynimin geç işlediğini de anlamıştım.

Yani kısacası İstanbul ve otobüsleri benim aslında ne kadar geri zekalı olduğumu farkettirmişti. Defalarca teşekkür ederim. Artık ona göre davranıyorum, kendime karşı önlemimi alıyorum.

Not: Dikkat! Abartma tozu içerir.

Cuma, Kasım 17, 2006

Pazartesi, Kasım 13, 2006

Taksiciyle sohbet

Birkaç yıl önceydi. Bir taksici ile (sohbetin nasıl açıldığını hatırlamıyorum ama) "enteresan" yolculardan bahsediyorduk.

- Laila taksisiyim ben. Bir gece Laila'dan çıkan bir adam 'Bursa'ya çek' dedi. Emin olamadım. Yüz dolar verdi bana. O zaman gittim. Güvence almadan gidilir mi o kadar yol. Ya Bursa'ya geldiğimde 'param yok' derse.. Di mi ama?

- Hmm.

(Ben düşüncelere daldım o sırada. Laila'ya gelmek üzere ta Bursa'dan çıkıp gelmek... )

- Adamın biri de bir gece binip 'kafana göre dolaş şehirde' dedi. Sabaha kadar arkada uyudu, ben gezdim. Sabah bikaç yüz milyonluk bir miktar yazıyordu taksimetrede. Ödedi ve indi.

(Bu anlattıklarım 2001 krizi civarında olan şeylerdi. 2002'nin ilk ayları da olabilir.)

Pazartesi, Kasım 06, 2006

Birazdan inecem...

28T Topkapı-Beşiktaş hattında İETT’ nin yeşil otobüslerinden birinde yolculardan biri telefonuyla konuşmaktadır (bilirsiniz, cep telefonuyla konuşmak yassahtır!) ve yolculardan biri sonunda patlar:

- Yaavvvvv! Kapat şu telefonu be adam!

- Birazdan inecem...

- İneceen de, bizi de indireceeeeen haaaaaa!!!


* Peki ne olmuştur..?

- Adamın cevabı yerini bulmuştur, otobüste kahkaha silsilesi ve neşe yumakları meydana gelmiştir. Böyle hazır cevaplı amcalara hayrânım...

Cuma, Kasım 03, 2006

Trende Şarkı Söylemek

İlk tren postumuz, blogumuza ve vagonlarımıza hayırlı-uğurlu olsun.
Yıl 1999. Öğrenciyken, otobüslerde yer kalmadığında ya da parayı son kuruşuna kadar tükettiğimizde -mecburen- tercih ettiğimiz bir araç idi tren. Pamukkale Ekspresi. Bu hattı kullanan, sanıyorum, dört üniversite vardı ve bu yüzden tatil zamanlarında bu tren öğrencilerle dolar taşardı. [Hâlâ öyle olsa gerek.]
Pullman'lı gidiyorduk. Takır takır sesler çıkararak giden tren herhalde Eskişehir civarına ulaşmıştı ki.. Durduk.
Yol boyu devam eden gürültüden sonra vagonların içinde bir sessizlik olur ya hani o duraklarda.. Bu sefer, bir mırıltı bu sessizliği bozuyordu. Diğer vagonlarda bilet bulabilen arkadaşlarla sohbet etmek ve ara bölümlerde sigara içmek için çok sık ayağa kalkıyorduk. Bu yüzden mırıltının nereden geldiğini çözmemiz zor olmadı.

Vagonun orta kısmında kalan bir koltukta, dizlerini yukarı çektiği halde cam kenarında oturan bir kızdan geliyordu bu ses. Yanı boştu. Perdeyi kendine siper ederek dışarıyı seyrederken, walkman'i ve manzara ile başbaşa kalmak istiyordu demek ki. Bir yandan da şarkıyı söylüyordu. Vagondaki herkesin sessizce bu kızı dinlediğini fark ettik. Eh, biz de kendi aramızda fısıldaşmayı bırakıp şarkı mırıldanan kızı dinlemeye başladık.
Şimdi hangi şarkıyı söylediğini unuttum ama sözlerini hatırlayamadığı yerlerde şarkı söylemeyi bırakıp sadece melodiyi mırıldanıyordu.
Şunun gibi: "Biiiir şarkısın seeeen, nını nı nııııı nını nı nııııı".
Arkadaşlarla birbirimize bakıp sırıtarak kıza kulak verdik. Sonra vagonda, birbirini tanımayan insanların aynı anda kahkaha atmasına sebep olan kısıma geldi:
"Ulan ne kadar kötü söylüyorum şarkıyı bee." dedi kız kendi kendine. Vagondaki herkes buna gülünce, herkesin bu kıza kulak vermiş olduğunu daha iyi anlamıştık.
Farkında mıydı o sırada trenin sessizlik içinde olduğunu, sesinin o kadar yüksek perdeden çıktığını ve herkesin ona kulak verip gülümsediğini... Bilmiyorum. Biz de gülüp geçmiştik zaten.
Eğlenceli yolculuktu.

Çarşamba, Kasım 01, 2006

çok samimi görünüyordunuz

ya bayram arefesiydi ya da bayramın ilk günü. moralim çok bozuktu, evime sığamadım, kadıköy'e kaçtım. hep gittiğim yerde birkaç kadeh birşeyler içtim, gece 2'de hala berbat hissettiğimi fark edince eve dönmeye karar verip kalktım. kapıda şeytan dürttü, moda'ya doğru yürüyeyim biraz dedim, taksiye de oradaki duraktan binerim, hava alırsam iyi gelir belki, falan filan.
moda caddesini yarılamışken karşıma hemen hemen benim ebatlarımda, simsiyah bir sokak köpeği çıktı. tanımadığım köpeklerden, hele sokak köpeklerinden tahmin edemeyeceğiniz raddelerde korkarım, ama bundan korkmadım nedense. geldi, geldi, tam önümde durup o koca patilerini göğsüme dayadı. resmen sev beni diyor. sevemem seni dedim, ablalarım tanımadığım kedileri, köpekleri sevmeme izin vermiyor. (bu konuda biraz sabıkalıyım, kuduz aşısı yemişliğim var zira) bu defa da elimdeki hırkanın ucunu dişleriyle çekiştirmeye başladı. oyun istiyor. oyun da oynayamam dedim, ona da kızarlar. caddenin ortasındayız hem dedim, ezileceğiz şimdi. hem ben senin bildiğin kızlardan değilim dedim. biz böyle hırkayı iki ucundan çekiştirip dururken gelen bir taksiyi durdurdum, ben bu taksiyle evime gidiyorum bırak bakayım artık hırkamı dedim. bıraktı ve taksiye bindim. takside kriz halinde gülmeye başladım, iki dakika kadar konuşamadım gülmekten. sonra da taksici deli falan zannetmesin diye olanları anlattım.
taksici, o sizin köpeğiniz değil miydi, dedi.
haayır canım, sokak köpeği, dedim.
aaa, dedi, ama ben sizin köpeğiniz sandım, çok samimi görünüyordunuz!

Pazartesi, Ekim 30, 2006

Direksiyonla Yakıtın Aşkı

129 T Kozyatağı-Taksim hattında İETT şoförü Boğaziçi Köprüsü’ nü geçer geçmez otobüsü sağda bir yerde durdurur ve ardından gelişen sevimli diyalog...

Şoför: Direksiyon kitlendi, dönmüyor...
Her Şeyi Bilen Adam: Yakıt mi bitti yoksa..?
Şoför: Yaaa kardeşim, direksiyonla yakıtın ne âlâkası var! Allah Alllaaaah..!


* H.Ş.B.A. neye uğradığını şaşırdı, en son inerken hâlâ kendi kendine söyleniyordu garibim…

Pazar, Ekim 29, 2006

Sabah Çilesi

İşyerim Altunizade'de. Gayrettepe dolaylarında oturan iki kişiyle birlikte sabah akşam ortak taksi tutup işe gitme durumundayız. Sabahları ortak tutulacak taksiyi bulma ve 08:15 sularında birinci köprüden karşıya geçme konusunda ikna etme görevi benim.
Her sabah ayrı bir macera. En az 5 bilemedin 6 taksiyi durdurup içeriye adımımı atmadan hatta bazen sadece ön camdan kafamı uzatıp "karşıya gideceğim" cümlesini kuruyorum. Bazıları dürüst davranıp dönüş trafiğinin kasacağını söylüyor, ama çoğu mazeret uydururken mimiklerini öyle bir abartıyor ki, sabah sabah tiyatro...
"Karşı" kelimesini "Çarşı" anlayıp arabaya alan, Altunizade'yi duyunca afallayan da oldu. Yolun yarısında kartının olmadığını "farkedip" abuk subuk yerlerde indiren de.
Şoförün biri de 20 yıllık kuaför çıktı. Ense tıraşı muhabbetini dinleye dinleye geçtik köprüden.
Oğluna iş arayan amcalar da vardı.
Telefonda sevgilisine yalan söyleyen de. "Kadıköy'deyim aşkım..."
Sözlerimi Emrah'ın güzel bir şarkısıyla bitirmek istiyorum: "Hey hey heyyy taksi. Bütün işlerim gitti aksi. Heyyyy dur taksi."

Pazartesi, Ekim 23, 2006

Otobüs bayram yolculuğu

Sevgili yolcular,

Bayramınızı tebrik eder yolculuk keyfini maksimumda yaşamanız için otobüslerimizi, metrolarımızı, vapurlarımızı, hafif raylı sistemlerimizi, trenlerimizi, taksilerimizi sevmenizi dilerim.

Tutmayın beni, şöför amcanın, makinist teyzenin de bayramını kutlayacağım. Yaw tutmayın beni kutlayacağım işte.

BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN ŞÖFÖR AMCAAAAAAAAAAA, MAKİNİST TEYZEEEEEEE

Cumartesi, Ekim 21, 2006

Perşembe, Ekim 19, 2006

Uçaktaki uyuz yolcu

Emirates uçuorum. Dubai-İstanbul.. Uçağa bindik oturuyoruz motorlar çalıştı yanımdaki adam ateşli ateşli telefon konuşuyor anlamadığım bir dilde.. kapattı.. tekrar aradı falan bende kıllanma günümdeyim olay arıyorum.. genelde umursamam bu mevzuları ve zaten gerekli de değil artık sanarım sadece bizim iç hatlarımızda görüyorum cep telefonunuzu kapatın mevzularını yada bilmiorum ne farkeder biraz sonra öleceğini yada mucizevi bir şekilde canlı olarak kalabileceğini bilerek yere çakılmak üzere olmak gibi bir deneyim keyifli olabilir her neyse adama dedim mister kapatınız telefonunuzu uçak kalkıyor ayıptır. ama biliorum amacımı hostes butonuna da bastım ki kuralına göre oynuyorum hostese soyleyeceim ve ben muhatap olmayacaım hesapta ama hostesin gelmesini beklemeden de daldım adamla mappete adam diyor ya daha kalkmadık uçmuyoruz ki çok önemli bir görüşme hem ben her zaman kullanıyorum bişe olduğu yok. diyorum kendini düsünmüyorsan bizi ne tehlikeye atıyorsun bak bi de utanmıyosun kullandığını itiraf ediyorsun şudur budur baktım adam yeterince ii karşı koyamıyo iyice tiyatroya vurdum atıp tutuyorum pilot arkadasım var şoyle dedi böyle zararlı dedi falan istatistikler uyduruyorum özellikle kalkış anında çok zararlı her yıl dünyada bu yüzden şu kadar kalkış anı sorunu oluyor bunun da yüzde bilmemkaçı bu sebepten diye yazıyorum inceden millet de kulak misafiri ama bakmıyolar göz ucuyla bakma modundalar müdahele eden yok ama bariz yüksek sesle tartışıyoruz adamla çaktırmadan cevredeki yolcuları suzuyorum hehe anın tadına da varıyorum insanların bazıları bana hak veriyo bazıları ne gereksiz tartısma modunda hiç alakadar olmayanlar falan hostes geldi noluyo dedi bende annattım adama kapatın telefonu kalkıyoruz simdi dedi adam zaten yelkenleri çoktan suya indirmisti benim de gazım kaçtı amaan neyse oldum bi yastık istedim sonra uyudum adamda bi 5 dakka aazında kendi dilinde biseler geveledi cık cıkladı sustu.. uyuz yolcu olma sebeplerine bi ışık tutayım dedim.. can sıkıntısı onemli bi faktor mesela

Salı, Ekim 17, 2006

anlatmasam çatlardım

geçen akşam ofisten kaçmış, eve dönmeye çalışırken
tam da trafiğin belalı saatlerinde
otobüs seyrantepe'den çıkana kadar yarım saat kırkbeş dakika falan geçmişken
üstelik te o geceye dair bütün planlarım suya düşmüşken
ya sabır çeke çeke levent'e ulaşmışken
trafik yine kilitlendi.

tam 4 levent in bitip 1 levent in başladığı o gıcık düğüm noktasındayız
saat 7 suları
açlıktan midem sırtıma yapışmış durumdayım.

tam karşımdaki koltukta oturan kadın
çantasından bir hamburger çıkarıp yemeye başladı!

iki dakika sabredebildim, sonra şöförden rica edip indim
metrocity nin oraya kadar yürüdüm.

eskiden ayıp değil miydi böyle şeyler?
ya da ben mi ağaç kovuğunda falan büyüdüm?

Taksim sırası

Taksim meydanında otobüs bekleyen bir kuyrukta adamın birine yaklaşıp aynen şöyle sordum:

- Pardon, burası ne sırası acaba..?
- Taksim!
- Sağolun.

Bozuntuya vermeden adamın yanından ayrıldım.
Kazıkazandan çıktı mübarek, şansa bak yaa!

Biniyomuş gibi yapacaz.

Beşiktaş’ ta durakta beklerken iki yaşlı kadın otobüse beraber bineceklerdir. Kadınlardan biri gelen otobüse hamle yapar ve diğeri sorar:

- Biniyo muyuz..?
- Yok! Biniyomuş gibi yapacaz.

Harbiden otobüse biniyormuş gibi yapan birisini düşünün, aklıma geldikçe gülümserim...

Bura da köprü.

Boğaziçi Köprüsü' nden otobüsle geçerken orta yaşlı bir kadın, yanında oturan diğer kadına eliyle bir yerleri göstererek İstanbul’ u anlatıyor:

- Bak şura Ortaköy, şu da Ortaköy cami.
- Eveeet...
- Bura da köprü. Şu an köprünün üstündeyiz, bak köprüyü şey yapıyolar, güçlendiriyolar...


Sağımız deniiiiz, solumuz deniz!
Dadından yenmiyordu deyzemiz...

Perşembe, Ekim 12, 2006

Otobüssün içinde bi yere de gaçaman.

Tokat Seyahat’ in Muğla-Tokat seferinde Muğla terminalinde beklerken yolculardan biri, yan koltukta ayakkabılarını çıkarmış olan bir yolcudan -yayılan kokudan olsa gerek- rica ediyor:

- Pardon beyefendi! Ayakkabılarınızı giyer misiniz..?
- Sağaaaa neeee!!!
- Nasıl konuşuyorsun sen?
- Lan baagk gözüyün ortasına bi dene vurursam; otobüssün içinde bi yere de gaçaman. Öldürrüm valla şurda seni!

Ben dumur halde kargaşayı beklerken neyse ki; araya muavin giriyor ve gerilim sona eriyor…

Pazartesi, Ekim 09, 2006

Ekspres otobüs arızası

Geçtiğimiz sene. Mecidiyeköy durağından ekspres otobüse bindik. İlkokul arkadaşımla denk geliyorduk o otobüste. O gün de denk geldik. Oturduk yanyana. Benim çanta okuma parçası dolu olur her zaman, ona da vermiştim okuyacak bir şeyler. TEM'den ekspres otobüs hızıyla eve dönüyoruz. Gün içinde yeterince bunaldığım için eve dönmeyi iple çekiyordum o zamanlar. O heyecanla nereye geldiğimizi bile kestiremeden bir baktık otobüs yolda kalmış. TEM'de gişelerin orada. İndik otobüsten bekliyoruz. Neyi beklediğimizi de bilmiyoruz.
Otostop yapalım desen, kim durur TEM'de?
Başka bir otobüsü bekleyelim desen, orası durak değil ve TEM'den geçen otobüs yok.
O sırada yanıma bir kamyon şöförü geldi. "Bauhaus'a nasıl gidebiliriz buradan acaba?" diye sordu. Adama tarif etmeye çalıştım ama sanırım anlamadı. O sırada kafamda bir ampül yandı ve dedim ki; "Arkadaşımla bizi yanına alırsan Bauhaus'un önüne kadar götürürüz sizi."
Biz iki eleman, geçtik kamyona. Kamyon Bodrum'dan geliyormuş. Şöför ve yanındaki yaşlıca adam, ikisi de karikatür gibi. Resmen karikatür. Birinin sadece gözleri çalışıyor, ötekinin sadece kulakları. Mesela telefon çalıyor, ötekisi bağırıyor şöföre "telefon çalıyoooo" diye.
Otobüsten hızlı gitmediğimiz gibi tırmanma şeridindeki bir TIR'dan da yavaş gidiyoruz. "Eh," diyoruz elemanla "yolda kalmaktan iyidir, en azından eve doğru ilerliyoruz."
Meğersem bu iki arkadaş Bodrum'dan İstanbul'a taşınan birilerinin eşyalarını getiriyorlarmış. Şöförün İstanbul'a ilk gelişiymiş, ötekinin gözlere güvenmediğim için sormuyorum bile. Bu iki karikatürden eşyalarını beklemekte olan ailenin de haberi var herhalde dakika başında telefon açıyorlar "neredesiniz" diye. Nerede olduğunu bilmeyen adam nasıl tarif eder nerede olduğunu? Edemiyor. Bana veriyor telefonu. Diyorum ki "siz merak etmeyin, biz Bauhaus'un kapısına kadar getireceğiz şöförü."
Öteki gişelere geldiğimiz sırada yanımızdan hızla bizim otobüs geçiyor. Yani o kadar yavaş gitmişiz ki. Hafif bir pişmanlık da yaşamadık değil ama bu iki karikatür amca ile de karşılaşmak akşamımızı aydınlattı. Otobüsteki tiplerin hiçbiri enteresan değildi.
Bauhaus'un önüne kadar geldik. Şöförü teslim ettik. Taksiye atlayıp siteye ulaştık. Ayrılırken "görüşürüz" demeyi de ihmal etmedik. Amcaların Bodrum'a nasıl döndüklerini de merak ettim.

Salı, Ekim 03, 2006

Carrefour'a gidecektik...

Bu arada merhaba demeyi unutmuşum. Burası İkaruslar kadar renkli.
Herkese iyi yolculuklar diliyorum! İkinci otobüs macerasıyla yola devam...

Kadıköy'den Carrefour'a gitmek için aceleyle otobüse binen arkadaşım
akbili daha basmadan otobüs şoförüne;

- Abi, biz Carrefour'a gidecektik!

demiş bulunur...

Şoför de bi güzel patlar:

- Bana ne lan! Nereye gidersen git!

(Güler misin, ağlar mısın..?)

Kazara elin kolun çarpar...

Taksim’den Ortaköy’ e gidecek olan otobüsün (40 T Sarıyer) şoförüne kapının ne zaman açılacağını sorduktan sonra; kapı ağzında beklerken adamın biri gelir yanıma…

- Ne diyo?
- Hariciyeciymiş. Amirliğe uğraması gerekiyormuş...
- Haklı adamcağız. Onun da hakkı. 5-10 dakka bekleyecek, dinlenecek adam. Nefes aldırmıyolar ki... Ben de diyodum önceden ‘niye bu kadar bekletiyolar?’ diye; ama yarım saat değil ki... 10 dakka dinlensin, gün boyunca çalışıyo adam, ona da yazık! De mi ama..?
- Doğru söylüyorsun abi...
- Bak bu 40 T! Sarıyer’ e sahilden gider. Bak şu da 25 T! Maslak’ tan gider. Mesela, sahilden giden Emirgan’ dan geçer. Bu geçmez. Ben nerden biliyorum tüm bunları. Her yere gittim çünkü. Bak bu 40 T sahilden, bu da 25 T Maslak’ tan gider. İstanbul’ u öğren! Öğrenci adamsın. Her yere gittim ben İstanbul’ da. Haa, nereye gitmedim. Bi Akmerkez’ e gitmedim. Nasıl gidiliyo oraya?
- Etiler’ de o abi, şurdan...
- Ha, niye gitmedim Akmerkez’ e..? Sosyete değilim çünkü ben. Oraya sosyeteler gider. Ha diyelim ki gittim; olur ya geçerken kazara elin kolun çarpar... Kırarsın camını, ödeyemezsin sonra. Neme lazım? Olur yaa, belli olmaz!
- Olur, olur...
- De mi..? Olur ya ayağın çarpar giderken; kırılır camı, çerçevesi... Ödeyemezsin o kadar parayı. Ben nerden buluyum o kadar parayı? Sosyete miyim ben?
(kapı açılır) Aha! Kapı açıldı.
- İyi günler abi!

Cuma, Eylül 29, 2006

İki karu, bi' payan!

Aşağıdaki olay bir arkadaşımın başımdan geçmiş.


Mekan Trabzon'da bir minibüs...
Hınca hınç dolu...
İçeride sadece üç kadın var, gerisi erkek...
Kadınlar epeydir minibüsteler ama paralarını daha vermemişler.
Şoför sonunda dayanamıyor, yanındaki adama sesleniyor:

- Ha orda arkada iki karu, bi' payan var. Al onlarin da paralarinu...


Anlatıcının notu: "İki karu" dediği baş örtülü, "payan" dediği ise gayet modern giyinmiş, bakımlı bir kadın... :)

Çarşamba, Eylül 27, 2006

Fethiye-İstanbul

Geçen cumartesi öğlen saatlerinde harikulade bir tatilden gri bir İstanbul'a döndüm, ayağımda toz kalmamış da olsa yazıyorum işte.
Fethiye'den otobüse binerken içimde, yanımdaki koltuğun boş olmayacağını bilmekten kaynaklanan hafif bir endişe vardı. Bileti alırken özellikle belirttiğim gibi (cam kenarı değil mi? eminsiniz değil mi?) sevgili camımın kenarında oturan teyzeyi görünce de içimden bir eyvah çektim hemen. Zira, cam kenarını görünce otobüsün kalkmasını beklemeden derhal yerleşen oportünist teyzelerin çeneleri de düşük olmaya meyillidir. Neyse ki teyzem biletimi görmeyi bile talep etmeden sevgili camımın kenarını boşaltıp koridor tarafına geçti de keyfim yerine gelir gibi oldu. Tabii, 12 saatlik yol boyunca iş bankasında mülakata alınmış aday muamelesi görmemek için bunu pek çaktırmadım. Mümkün mertebe ifadesiz, çok gerekliyse de nazik-ama-soğuk-uyuz-genç yüzümü takındım. Sonra da zaten i-pod u taktım, tekerlek döndü, zzzz.
Buraya kadar yine asayiş berkemal, kopuş noktasını ilk molamıza 10 dakika kala yaşadım. Gece saat 3 falan olmalı, berbat bir karabasan-kabus silsilesinden dilim damağıma yapışmış olarak uyandım. Uyku sersemi, su için muavini çağıracakken, muavinin zaten hemen arkamdaki koltukta oturan yolcuyla tartışmakta olduğunu fark ettim. O kafayla konunun tüm detaylarına vakıf olamasam da, "su" lafının geçtiğini duyup sustum. Ortalık sakinleşince de yanımdaki teyzeye "su isteyemiyor muyuz şimdi?" diye sormuş bulundum. Teyze benden daha insancıl çıktı ve küçük şişe suyunu benimle paylaştı. Sonra tek bir cümlecik çıktı ağzından ve bir daha da yol boyunca konuşmadı. Orta yaşlı teyzelere dair algılarımı tuz-buz etti ve gitti yani.
Şimdi siz benden o cümleyi bekliyorsunuz ama malesef benim "iyi misin evladım, uykunda çığlık atıyordun?" sorusunu o teyze kadar nazik bir şekilde ifade edebilmem mümkün değil..

Pazar, Eylül 24, 2006

Masal gibi

Bu yazı Milton Keynes-Londra arasını 1 saat 20 dakikada gelen bir Volvo'nun bej rengi deri kaplı geniş arka koltuğunda yazıldı:
Otobanı değil de eski yolu tercih eden orta yaşlı İngiliz şoförümüz bize meğer ne büyük bir güzellik yapmış.Köylerin ve at çiftliklerinin yanıbaşında sıralandığı bir yoldan kıvrıla kıvrıla gidiyoruz.Bazen o tablo gibi köylerin içinden geçiyoruz, bazen emekli bir yarış atıyla karşılaşıyoruz.Evler, bahçeler, evlerin huzur kokan dantel perdeleri, yemyeşil düzlükler, sessiz koyun sürüleri...25 sene önce resimlerine bakıp hayallere daldığım bir masal kitabında gibiyim.Her dönemeçten sonra karşıma çıkan resim biraz daha gözlerimi yaşartıyor.Ben daha küçücük bir ortaokul birinci sınıf öğrencisiyken okulumuza bir İngiltere turunun reklamını yapmak isteyen tur şirketinin broşürleri bırakılmıştı.Belki yaşımın küçüklüğünden belki başka sebeplerden ötürü ben o tura gönderilmemiştim.Sene 1985 veya 86...Ama o broşürün şiirsel güzellikteki resimleri nasıl kazınmışsa zihnime, bunca zaman sonra aynen gözümün önündeler.Şimdi ben o resimlerin içinden geçiyorum.
Bir zamanlar bilerek veya bilmeyerek yaptığım iyi birşeylerin mükafatını mı alıyorum acaba? Bunlar teşekkür gözyaşları olsa gerek.:)

Salı, Eylül 19, 2006

Eli çabuk

yıl yine seneler öncesi.. onbin liralık kağıt paralar yeni çıkmıştı sanarım ya da¹ bilemiyorum ama konu onbin liralıklarla ilgili onun için öyle diyelim..

taksiye bindim cebimde iki tane onbinlik var biliyorum (onbin dediğim de onmilyonluk olacak sıfırları atınca benim dengem şaştı ben zihnimde 3 sıfır atabildim sadece; eskiden bahsederken de yenisinden bahsederken de 6 sıfır ekle 6 sıfır at beynim dumur oldu eskisi yenisi tanımıyorum hepsini ortalama 3 sıfır atıldı noktasında fiksledim)

destinasyona vardık 7 bin lira tuttu sanarım. (onbinliklerin yeni çıktığı zaman olamaz sanarım²) cüzdanımı çıkardım elimde de kitap falan var bişeyler var bi yandan onlara hakim olaraktan cüzdandan parayı çıkardım uzattım biliyorum ya ne param olduğunu fazla bakmadan veriyorum parayı. o arada adam da bi deste parayı çıkardı cebinden para üstü verecek modunda hazırlık yapıo. adam aldı parayı(3 sn falan bu olay) ben kitaplarımı şunu bunu toparlıyorum bekliyorum ki paranın üstünü uzatsın bi sessizlik oldu hareket yok kafamı kaldırdım adama baktım adam da hafif dönmüs bana bakıo. şaşkın bi ifade takındım tam paranın üstü diyeceğim adamın bakısında da bi gariplik sezdim elinde parayı tutuo hala bi baktım adamın elinde binlik(1 milyon) birşey diyecem diyemedim bi anda zihnimden düsündüm :

- ama ben onbin vermiştim
- hayır binlik verdiniz beyfendi (zihnimde kendimi beyfendi yapmama da şaştım tabe :P)
- (hah ne diyecem simdi ben buna nası isbat etcem hınk mınk )

düsünüom düsünüom bise gelmedi aklıma adam da o sırada 7 bin tuttu beyfendi dedi (aha beyfendi dedi) diyecek hiçbişi bulamadım ve cebimdeki son param dier onbinlii de çıkarıp uzattım adama bu sefer bastan sona paraya ve sadece paraya bakarak.. adam da paranın üstünü uzattı indim. el çabukluuna mı hayret ediim ayaküstü onbin lira çarpıldııma mı yaniim ama en çok haklı olup da hiç birşey diyemeyip kendimi ifade edemeyip ve de haklılıımı isbat edemeyisime falan yandım galba çok acayip garip hissedmistim kendimi




¹ bu yada kelime midir nedir -da eki ayrı mı yazılır yazılmazsa neden -de hali vardır -den hali falan da var mıdır nedir ne deildir
² ne çok sanarım dedim ben böyle...

Pazartesi, Eylül 18, 2006

BU OTOBÜS DEĞİL, BİR ARABA ANISIDIR!

Pazar gününün güzelliği içinde (Pazar gününden nefret ederim!) uyanmışım, ev ahalisiyle akşamüstüne kadar mutlu anlar paylaşmışım, sonra da arkadaşımla buluşmak için evden çıkmışım. Özel bir hazırlık da yaptığımı söylemeden geçemeyeceğim. Cici cici giyinmişim (Beni tanıyanlar bilir, genelde cicilerimle gezmem :P), hafif bir makyaj da yapmışım, oh mis…

Neyse malum arkadaşımla buluşuyoruz, çok leziz bir yemeğin ardından, GS-BJK maçı için Ortaköy’ü tercih ediyoruz. Birkaç duble bir şeyler de içiyoruz. Buraya kadar yine her şey çok iyi değil mi?

Hayır, kıyamete az kaldığını nereden bilebiliriz?

Maç bitiyor, boğazın eşsiz manzarasını izlemek ve muhabbeti süslemek için yola çıkıyoruz. Aklımızda fenerin oraya gitmek var.

Tam Kuruçeşme Divan’ın önünde Trafik ekibiyle karşılaşıyoruz. Tabii alkol muaynesi yapılıyor. (0.50 promili geçtiğiniz anda ehliyetinize 6 ay süreyle el konuluyor!) Arkadaşın alkol oranı 0.58 promil çıkıyor. Yani 6 ay süreyle ehliyeti rüyasında görecek… Polis memurları sağ olsunlar, çok iyi insanlar, hiçbir kaba söz sarfetmediler, sadece görevlerini yaptılar. Boynumuz kıldan ince, yapacak bir şey yok. Hatta bir iyilik yapıp, arabayı bağlamadılar. Başka bir ehliyeti arabayı teslim aldı, olarak gösterip bizi uğurladılar. Bu arada çok güldüğüm bir dialog yaşadım. "Geçen hafta Serdar Ortaç’ın da ehliyetine biz el koyduk, biliyor musunuz?"

Ben gülmekten bayılacağım, polis de gülerek;
"Ya işte, burada dansöz oldu kendisi…" demez mi?

Neyse biz bu olaya rağmen hala fenere gideceğiz, eminiz kendimizden…
(Saat 02:00 olmuş)

Yolda konuşa konuşa gidiyoruz. O da ne? Bir çevirme daha! Neyse çektiler bizi, cezayı gösterdik. Bizi bırakacaklarını ümit ediyoruz. Polis amca demez mi;
"Çek sağa, arabayı sana nasıl verdiler?"

Şaka bu herhalde, diye düşünürken arkamıza bir araba daha yanaşıyor. Genç ve güzel ablamız arabadan iniyor. Ehliyetini, ruhsatını veriyor. İçkili çıkmadı ama inanın ayakta duramıyor, hem kendisi, hem yanındaki erkek arkadaşı. GBT istemişler sanırım, kadın uyuşturucudan 2 kere tutuklanmış. Polisler arabayı aramak istiyor, kadınsa itiraz ediyor. Erkek arkadaşının kafası güzel, kaldırımda gülerek kıvranıyor. Kameralar gelecek diye ödüm patlıyor. Neyse arabayı arıyorlar bir şey çıkmıyor ama bir sorun var. Kadını da aramak gerekiyor. Erkek polis kadını arayamayacağı için benden rica ediyorlar, mecburen kabul ediyorum. Taksi durağından rica ediyor, memur bey;
"Arama yapacağız." diyor.

İçeri doğru yürüyoruz. Soruyorum yürürken hatuna "Çantanda bir şey var mı?"
Gülmekten başka bir şey yapmıyor. Kafayı yiyeceğim artık!
(Saat 03.20 olmuş bile!)

Neyse bol bol hap çıkıyor hatundan. Ben anlıyorum ne olduğunu. Polis;
"Bunlar ne?" diyor hatuna.

"Ödem sökücü, yeni silikon taktırdım da." Bana dönüyor, "Sizinkiler de silikon mu, kime yaptırdınız?" Ölmek istiyorum, bunlar rüya olmalı…

Neyse polisler hatunla erkek arkadaşını bırakıyor. İçki içeceğinize bunlar daha iyi kafa yapar, temiz iş değil mi? diye gülerek bize yaklaşıyorlar. Bu arada aramayı ben yaptığım için tutanak tutuluyor ve ben kadını aradığımı ve hiçbir şey! bulmadığımı yazan kağıda imza atıyorum.
(04:10 olmuş saat, sürünüyoruz!)

Sıra bize geliyor, ruhsat polislerde… Çekici bekliyoruz. Bu arada bir anons geliyor, kimden mi? Bizi ilk çeviren ve ceza yazan Semih abiden! "Onları bırakın, iyi niyetli insanlar. Herhangi bir taşkınlık yapmadılar. Evlerine gitsinler."

Geri dönüp Semih abiyi öpmek istiyorum! Fenere gitmek yalan oluyor tabii. Ne yapacağız. Bari trafiğe çıkmayalım, sabahı bekleyelim. En yakın neresi? Bizim ajans tabii ki… Ortaköy’e geliyoruz, ajansın önüne arabayı çekiyoruz. Hala şokta olduğumuzun farkındayız. Ne yapalım... Bari biraz uyuyalım diyerek, koltukları deviriyoruz.
(Saat 05:00 olmuş.)

Bir devriye arabasının, mavi-kırmızı dönen ışıkları ve telsiz sesine uyanıyorum. Şaka olmalı bu! Kimlik kontrolü yapılıyor. Kartımı veriyorum ve kapısının önünde yattığım bu yerde çalıştığımı anlatıyorum. İyi akşamlar dileyip gidiyorlar.

(Saat 05:40 olmuşşşş.)

Neyse bekçimizi uyandırmak istemediğim için arabada yatıyoruz. Saat 7’de kapıları açtığını duyuyorum, bekçimizin. Ajansa giriyorum, arkadaşım da kendi işine gitmek için ayrılıyor. 15 dakika sonra telefon çalıyor.

"Tuğçe, bizi ilk çeviren polis abinin adı neydi? Beni yine polis çevirdi de!!!!!!!!!!!!!!

Çok güvenli bir ülkede yaşıyoruz, arkadaşlar. Emin olun… Tek merak ettiğim, acaba darbe mi oldu, benim haberim yok???

Cumartesi, Eylül 16, 2006

Bulutların üstünde

4 Eylül 2006 Pazartesi, Londra'ya giderken uçakta karalanmış satırlar:
...sabah 06:45'te evden çıktım. 25 kg'lık bir bavulla. Belki de çoktan küçücük bir fıtık edinmişimdir kendime. Birçok değişik noktada kuyruklara girdim. Check in kuyruğu, pul kuyruğu, güvenlik kapısı kuyruğu, tuvalet kuyruğu, kahve kuyruğu, pasaport kuyruğu, uçağa binme kuyruğu... Sonunda burdayım işte! British Airways, koltuk no:19C. Sol yanımda tanımadığım 2 kişi sağımda koridor, koridordan sonra 19D'de Başak oturuyor. Onun ikinci benimse ilk İngiltere seyahatim.
20 dakika rötarla kalkıyoruz. Daha önce bindiğim THY uçaklarından daha az bakımlı bir alet bu. Servis arabaları mukavva görünümünde.
...uçakta yemek yemek sirkte numara yapmak gibi. 30x25 ebatında bir tepsinin içinde 3 ayrı kap+kapakları+kahve fincanı+meyvesuyu bardağı+ekmek+çatal kaşık bıçak peçete+tereyağ+reçel... ekmek kuru olduğu için her ısırışta üstündeki kabuk küçük parçacıklar halinde heryana dağılıyor. Evcilik fincanlarında içtiğimiz kahve ılık. Yumurta riskli görünüyor. Meyve ve yoğurtla olayı kapatıyoruz.
...hava açık. Bulutların üstündeyiz. Pencerelere uzağım ama kanatları görebiliyorum. Havalanmadan önce pilotumuz en seksi sesiyle "sizi güvenli bir şekilde indirmek için elimden geleni yapacağım" dedi. Nasıl hissetmem gerektiğine karar veremedim.
...inişe başladık. Kulaklarım zonkluyor. Boğazım düğümlenmeye ve kurumaya başladı. Arkamda oturan adamın dizlerini sırtımda hissetmekten yoruldum. Bu arada kara göründü!
İkaz ışığı sönene kadar kemerlerinizi açmayınız ve uçağı terketmeden cep telefonlarınıza davranmayınız.

Çarşamba, Eylül 13, 2006

Otobüs Hikayesi - Klima ve Telefon

İki gün önce otobüse bindim. Hani şu yeni Mercedes'lerden. Klimalı olanlar. Yere yakın. Koltuk sayısı az olanlardan. (E yeter be, konuya gir.)

İlk duraktan bindiğim için oturdum. Bakırköy'deyiz. Açtım, kitabımı okumaya başladım. Kitabım derken, benim yazdığım kitap değil tabi. Ama kitap bana ait, o yüzden kitabım diyorum. Para verip aldım. (Tamam anladık, uzatma.)

Motor çalışınca, şöför klimayı da açtı tabi. Hava çok sıcak değildi o gün, ama iyi geldi bana, üzerimdeki yağmurlukla soğuk hava birbirini çok güzel dengeliyordu. O sırada, arkadan bir kadın sesi yükseldi. "Şöför beeey, klimayı kapatır mısınız, hava zaten soğuk."
Klima anında kapandı. E tabi ben de yağmurluğumu çıkardım üzerimden. Otobüs hareket etti, ben hâlâ kitabımı okuyorum. Dedim ya, ben yazmadım o kitabı ama para verip aldım, o yüzden benim kitabım. (Düğmeye basıp indirecem ama seni otobüsten.)

Bir süre sonra klima yine açıldı. Ben kitabımı okumaya devam ediyorum. Yola çıktık ve ilerliyoruz. Aradan yirmi dakika kadar geçti mi bilmiyorum ama otobüste bir gürültü çıkmaya başladı. Kafamı kitaptan kaldırıp ön tarafa baktım. Şöförün yanında dikilmekte olan yolculardan biri, şöför ile bağırarak konuşuyorlardı. Ses "rabarba" olarak geliyordu kulağıma ama görüntü bir "inatlaşma" görüntüsüydü. Huysuz bir genç adam, şöför ile inatlaşıyordu. Neye inatlaştıklarını anlayamadım ama huysuz adamın yalnız olmadığı çıktı ortaya. İki kişilermiş. Şöför bir yandan otobüsü kullanıyor, bir yandan da adama derdini anlatmaya çalışıyor ama adamın dinlediği yok. Otobüsten kendisine destek çıkar mı diye etrafına bakıp duruyor fakat kimse adamdan yana çıkmıyor.
En sonunda yolculardan biri patladı: "Ya kardeşim, şöförü rahat bırakın inatlaşmayın, adam hem otobüs kullanacak hem de sizinle mi uğraşacak" deyince şöföre destek arttı.

Genç adam, "kötü adam" durumuna geldi bir anda. Yanına diğer arkadaşını da alarak, şöförü tehdit etmeye başladı. "Tanıdıklarım var benim, işsiz bırakırım seni" gibisinden bir inatlaşma başladı. Şöför de "ne yaparsan yap, yeter ki sus" dedi.

Peki genç adam n'aptı? Tuttu, telefonu açıp biriyle konuşmaya başladı. Otobüs ani bir fren yaparak kenara çekti ve şöför yerinden kalkıp bu genç adamın yanına geldi. "Kardeşim sen bana kaza mı yaptıracaksın, görmüyor musun, bu otobüste telefonda konuşmak yasak" demez mi?

Adam, şöförü hiç iplemeyerek konuşmasına devam etti. Şöför artık iyice kızmıştı. Yolcular da şöförden yana çıktı ve gürültüler başladı. "Kapatsana telefonu, yasak kardeşim", "İnadına yapıyor", "şuna bak, şöförü hiç iplemiyor bile" benzeri yorumlar gelmeye başladı. O sırada, klimanın kapatılmasını isteyen kadının kim olduğunu gördüm. Çünkü konuya direkt olarak başka bir boyuttan girdi:
"Lütfen şöför beyi rahat bırakır mısınız?" diyerek. "İnsanlar evine gitmek istiyor, oyalamayın lütfen şöförü" dedikten sonra ekledi, "şöför bey, siz de şu klimayı kapatır mısınız artık?"

Kadının üzerinde, kürklü bir mont vardı ve klimayı kapatmasını istiyordu bu hengamede.

Yanımdaki adam ise, beni güldüren cümleyi kurdu: "Ya bu kadar da duyarsız olunmaz ki, telefonu kapat diyor, adam hâlâ telefonda konuşuyor."

Neden mi güldüm? "Duyarsız" sözcüğünü herkesin her durumda kullanmasını sağlayan medyadan dolayı güldüm.

Neyse, otobüs ilerlerken, genç adamın yanındaki arkadaşı ne dedi biliyor musunuz şöföre?
"Son durakta görüşeceğiz seninle!".

Otobüs kısa bir süre sonra durak olmayan bir yerde durdu ve şöför otobüsü terk etti. Niye mi? Yol kenarındaki polis arabasını görünce "tehdit" konusunu polislere bildirmek için. Otobüsteki yorumlar: "Adam haklı, tehdit ettiler onu, güvenliği tehlikeye düştü şimdi."

Evine gitmek için sabırsızlanan insanların bir kısmı otobüsten indi. Tehdit eden adamla, arkadaşına baktım. Nasıl da tırstılar, yüzlerindeki renk attı. Polis geldi otobüse. Sinip kaldılar. "Varsa gerçekten bir şey, gelin karakola ifade verin" dedi polis. Adamlar ağızlarını bile açmadılar. Polis de "bu tırsıklar ancak kendilerini tehdit eder" diye düşündü herhalde, otobüsten indi. Otobüs yoluna devam etti.

Ben inerken, o iki dümbüğe baktım. Yanyana sinmiş, oturmuşlardı bir koltuğa. Son durakta ne yaptılar acaba merak ediyorum. Klimayı kapattıran abla da (belki benden bile küçüktür, yaşını çözemedim) inmişti ben inerken.

Garip bir yolculuktu. "Duyarsız" kalamadım, yazayım dedim.

Ya ya ya koko camboo

Geçen hafta Taksim. Gece saat 1.30 civarı. Beyza'yla hafif içki eşliğinde keyifli bir muhabbet gecesinin sonunda eve dönmek üzere Taksim-Bostancı dolmuşlarından ziverbey yönünden gidenlere bindik. Dolmuşa binmemizle birlikte arkamızdan 5 veya 6 kişilik siyahi erkek grubu da dolmuşa yerleşti. Muhtemelen Afrikalı oldukları anlaşılan ekibin çevresine rahatsızlık vermedikleri, vermeyecekleri daha ilk görüşte anlaşılmıştı. (Niye böyle bir açıklama yapma gereği duydum ki? Kendime sinir oldum şimdi.) Hatta birbirleriyle olan sempatik muhabbetleri nedeniyle dolmuş içinde hoş bir hava yarattılar.
Dolmuş hareket etti, yolcu ekibinin ücret uzatma safhası sonuçlandığında İnönü Stadı'nın yanından aşağı inen yokuştaki ışıklarda durduk. Yanımıza siyah camlı, genellikle kroların tercihi olan devasa boyutta bir cip yanaştı. Cip içinde şoförün yanında oturan, bünyeye alkol pompaladığı anlaşılan eleman, bizim bulunduğumuz dolmuşun içine bakmaya başladı. Siyahi arkadaşlar dikkatini çekti. Ve el kol hareketleri ile bu arkadaşlara sövmeye başladı. "Ulan geliyorsunuz Gana'dan Zimbabwe'den buralara! Ne işiniz var lan Istanbul'da!" vb. tepkisel cümlelerle sövmeye devam ederken, arada bizim dolmuş şoförünü de gaza getirmeye çalışıp bu arkadaşları dolmuştan indirmesi yönünde telkinlerde bulunmaya başladı.
Bizim dolmuş soförü durumdan kıllandı ve anlaşılan korktu ki hiç cevap vermiyor, 10-9-8-7... şeklinde trafik lambasının yeşil ışığını bekliyordu. Bu söven arkadaş dolmuşta beni ve Beyza'yı gördü ve "sizin ne işiniz var bunların arasında?" bakışı attı. Tahrik olmamak için kendimi zor tutan ben, bir yandan tepki vermek istiyorum bir yandan da açıkcası adamların mafyavari halleri beni kıllandırıyordu. Trafik ışığının geri sayımı devam ederken cip içindeki arkadaş son numarasını yapınca bende hatlar koptu. Sinirden dolmuş içinde gülmeye başladım. Ve yeşilin yanmasıyla cip hızla dolmuşu geride bırakarak uzaklaştı. Bizi güler misin, ağlar mısın psikolojisine sokan tavrı, cip içinde "ya ya ya koko cambo" şarkısı eşiliğinde dans etmeye başlamasıydı... Olayın finalinde bu şuursuz adam beni güldürdü! :))) :(((

Salı, Eylül 12, 2006

Taksi Hikayesi - Tek cümle

İki masalım var bugün size. Geçin şöyle arka koltuklara. Öteki hikayem de otobüsten. Belediye otobüsü hem de. Yeşil post. Neyse, ilk hikayem:

Bugün taksiye bindim. Kısa mesafe yolculuk. Yol boyunca hiç konuşmadım. Adam da ağzını açıp bir şey söylemedi.

İneceğim caddeye geldiğimizde karşımıza karmakarışık bir trafik çıktı. Normalde hiç tıkanmayan bir yerdi orası ve ben bile bu trafiği garipsedim. Taksici ise yol boyunca konuşmadı ama, ben "şurada ineyim ben bari" demeden önce bir cümle kurdu. Güldüm tabi. Adam da gülmemi beklemiyordu herhalde Nemrut duruşumdan, bana garip garip baktı.

Ne dedi peki taksici?

"Ulan İstanbul bitmiş, okeye dönüyor!"

Pazartesi, Eylül 11, 2006

biraz saçmaladım sanki ama paylaşmak istedim..

pazar günü cüzdanım çalındı.
öyle, kendi halimde, muhtemelen biraz da dalgıncana, yürürken, toplam beş dakika içinde.
(beş dakika olduğunu biliyorum, çünkü dolmuştan indiğim yerden cüzdanımın artık bende olmadığını fark ettiğim yere mesafe o kadar, tamam mı?)
evet, biliyorum, bütün suç bende. çantama fukara sümüğü stilinde yapışmalıydım, yapmadım.
konu cüzdanın çalınmış olması değil aslında. cüzdanı çaldırdığımı fark ettikten, o sersemlikle büyüklerimi arayıp bu durumlarda ne yapıldığını öğrendikten ve karakolda ifade verdikten sonrası..


karakoldakiler eve dönecek param olup olmadığını sordu, var dedim.
arkadaşlarım sordu, var dedim.
abim sordu, var dedim.
cebimde beş kuruş yoktu, beş kuruşum da çalınan cüzdanımla beraber gitmişti.
ama akbilim vardı.
otobüse binip evime döndüm.
yol boyunca da iett'ye dua ettim.

umarım akbil hırsızlığı diye birşey yoktur, ya da varsa bile popüler olmaz :)

Gelişmeler Ak-bil + Tüketici Maili

Sevgili yolcularımız. Sağ sütunda görmüş olduğunuz Ak-bil abonelik sistemimiz kurulmuş olup aktarmalar da ücretsizdir.

Bip sesini duymadan da binebilirsiniz. Otoyollara OGS, otobüslere Ak-bil.
Taksilere de ak-bil sistemi kurulmasını, "bozuk yok mu abi/abla" sorusunun artık tarihe karışmasını istiyoruz, buradan yetkililere sesleniyoruz. Ak-bil ile gofret alınabiliyor, vapura binilebiliyor, trene tırmanılabiliyor ise taksiye neden binilemiyor, sormak istiyoruz.

Ayrıca 24 saat hizmet vermekte olan, "kullanıcı odaklı" tüketici hattımız e-posta hizmeti olarak devreye girmiştir. Durak sayısını artırma çalışmalarımız da devam etmektedir. otobuste [at] gmail [dot] com adresiyle yolcuların dertleri dinlenmekte ve çözüme kavuşturulmaktadır.

Arkalara doğru ilerleyiniz. Düğmeye basmadan inmeye kalkmayınız. Yanınızda bozuk para taşıyınız. Ak-bil'inizi yanınızdan ayırmayınız. Otobüsteye yazınız. Otomatik kapı çarpmıyor sadece dokunuyor.

Çarşamba, Eylül 06, 2006

Metroda kardeş kavgası

Yaklaşık bir sene önce Ankaray'la Beşevler'den Kızılay'a gidiyordum. Çaprazımdaki dörtlü koltukta, tam benim karşıma gelecek şekilde yanyana oturan iki kardeş vardı. Abla olduğu belli olan kız 11, erkek kardeşi de 9 yaşında falandı tahminimce (nokta tahmini:)).

Ankaray yolculukları genelde sessiz olur. Belki de bana hep öyle denk gelmiştir, bilmiyorum. Konuşacağınız varsa da sessizce konuşursunuz. Bu yüzden, iki kardeşin aralarında geçen muhabbete yakınlardaki herkes kulak misafiri olmuştu. Başta ben tabi.

Önceleri sakin sakin konuşurlarken, nasıl olduğunu hatırlayamadığım bir şekilde, ufaktan ufaktan tartışmaya başladılar. Tartışmanın boyutu kısa sürede 9-11 yaş arası kardeşlerde sıkça görülen (kardeşimle benden biliyorum) inatlaşma seviyesine ulaştı. İnatlaşmanın konusu 'inersin, inenmezsin'di. Abla kardeşine, böyle yapmaya devam ederse hemen şu durakta ineceğini söylüyor, kardeşi ise 'inemezsin kiii, inemezsin kiii' diye ablasını gaza getiriyordu. Maltepe durağına yaklaştığımızda abla ne kadar kararlı olduğunu göstermek için kalkıp kapının yanına gitti. Kardeşse hala aynı modda dalgaya devam ediyordu. Kendi kendine çok eğleniyordu yavrucak. Ama az sonra kapılar açılıp da ablası gerçekten de inince, yüzündeki ifadeyi görmeliydiniz. Ablanın bu kadar gaza geldiğine şaşıran biz yolcular, şimdi gözümüzü ayırmadan çocuğu izliyorduk. Önce bir süre şaşkın şaşkın kapıya baktı. Sonra aynı yüz ifadesiyle önüne bakmaya başladı. O kadar tatlıydı ki, hala gözümün önünde çocuğun yüzü.

Yolculardan biri dayanamadı, 'o kadar sinirlendirirsen ablanı olacağı buydu' dedi. Bir başkası da 'ee, nasıl buluşacaksınız şimdi, nerede ineceksin sen' diye sordu. Çocuğun cevabı herkesi telaşlandırdı, çok ısınmıştık bu tatlı velete:

"Ben bilmiyorum ki...Yani, nerede ineceğimizi bilmiyorum. Ablam biliyordu, ben bilmiyorum..." dedi ağlamaklı bir sesle.

Amanın! Ablaya bak. Şimdi herkes, ablanın aleyhinde, cık cıklıyordu. Sonra, bir kadın çocuğun yanına eğildi, bir şeyler sordu. O sırada Kızılay'a geldik. Onlarla beraber indik. Kadın, ablanın muhtemelen Kızılay'a geleceğini tahmin ediyordu ve o gelinceye kadar çocukla Kızılay durağında bekleyeceklerdi.

Sonrasında ne oldu bilmiyorum, ben beklemedim. Ama hala çok merak ediyorum ne olduğunu.

Taksi Hikayesi. Müzik.

Cuma gecesi.
Yağmur yağıyor.
Taksi durdurdum bir tane.

Durdu önümde.
Tek başımayken ön koltuğa binerim. Nedense arkaya oturduğumda adamların biraz bozulduğunu düşünüyorum. Zaten yanlarına oturunca ben konuşmasam bile konuşmaya başlıyorlar. Ama arka koltuktan sohbet açma çabalarımın hiçbirine henüz cevap gelmedi.

Bu ilginç gözlemimden sonra asıl hikayeme döneyim.

Ön kapıya uzandı elim. Kapı kilitliydi.
Kilitleri açtı. İlk defa kapıları kilitli bir taksiye rastladığımı hatırladım o anda.

Bindiğimde özel radyolardan biri çalıyordu. (Özel radyo tabiri 90'larda çok kullanılıyordu, bu aralar azaldı gibime geliyor veya sadece ben böyle düşünüyor da olabilirim.)

Hani radyolar geceleri disco yayınlarına geçerler ya. O anlardan birindeyiz. Müzik çalıyor. Yağmurun ne zamandan beri yağdığını sorararak sohbete başlıyorum. Güleryüzlü biri çıkıyor neyse ki şöför, her cümlesini güleryüzüyle kuruyor: "İki saattir yağıyor abi. Aralıklarla. Bazen artıyor, bazen azalıyor."
Buğulanan camları klimayı açarak karşılıyor. Ben ilk soruyu sorduktan sonra susarım genelde.
"Bu yeni taksiler iyi oldu valla. Eskiden Tofaş'ta elimizde bezle alıyorduk bu buğuyu. Şimdi açıyoruz klimayı, anında gidiyor buğu."
Cevabım, küçük bir gülümseme oluyor.

Yol boyunca radyo açık. Frekansı hiç değiştirmiyor. Hani şu zenci-kadın vokalli trance şarkıları gibi elektronik müzikler olur ya. Onlardan çalıyor. Neyse ki ses normal bir seviyede. Böylece kendimi amcasının Şahin'ini ödünç almış, arkadaşlarını toplamış, gece "kız avına" çıkmış bir grubun olduğu bir arabada hissetmiyorum.

İneceğim yere az kala, yani yaklaşık on beş dakika sonra, sohbetin bittiğini düşünerek yeni bir sohbet açıyor. Frekansı değiştiriyor ilk önce. "Yaa bu ne böyle gavurca müzik, ne anlıyorlar bu müzikten. Küfür mü ediyor, ne diyor belli değil." diyor gülerek. Ben onun bu cümleleri kendi keşfiymiş gibi söyleyerek gülmesine gülüyorum. Yabancı müziği duyunca "küfür mü ediyor" diye tepki veren ilk kişi kimdi acaba diye düşünüyorum. İlk söyleyişi çok komik olmuş olacak ki, günümüzde bu cümle hâlâ sarf ediliyor ve gülenler de oluyor demek ki. "İneklik Etme Taksi Tut" sözünü kimin söylediğini hâlâ bulamadım bu arada.

Gülümseyerek iniyorum taksiden. Yağmur karşılıyor beni. Değişen frekansa rağmen, hâlâ yabancı müzik yayını yapan bir radyonun çaldığını belirtmeme gerek var mı, bilmiyorum? Gecenin karanlığında kayboldu gitti bile. Neşeli şöfördü. İyi.

Cumartesi, Eylül 02, 2006

Otibis

Dün ve bugün otobüse bindim.
Bir tanesi yeşil otobüstü. Bir tanesi mavi. Bir tanesi de kırmızı belediye otibislerindendi...

Hiçbirinde, hiçbir şey olmadı.!!!

Evet. Dün ve bugün otobüste hiçbir şey olmadı. Herkes yolu seyretti. Trafik akışkandı ve kimse konuşmadı. Hiçbir şey olmadı.

Valla.

Salı, Ağustos 29, 2006

Takı...

Sabahın 8'inde Altunizade'ye gitmek üzere Beşiktaş'tan binilen taksi dialoğu:

E:Günaydın, Altunizade'ye lütfen.
T:Günaydın efendim.
E:...... (güneş gözlüklerinin arkasında uyuklamaktadır)
T:Takı sever misiniz?!?
E:Efendim? ( küpelerim çok mu abartı olmuş acaba niye takı muhabbeti şimdi ne alaka sabah sabah?)
T:Takı hanımefendi, takı sever misiniz?
E:Eee...yani...tabi, şey...severim...(?)
T:Eşimin yaptığı takılara bir bakmak ister misiniz? (Arkaya bir siyah çanta uzatılır.)
E:Hmm...Aaa! Çok güzel şeylermiş , elinize sağlık eşinizin. (Pazardan almış eşim yapıyor diyor.Cumartesi günü Beşiktaş pazarı doluydu bu kolyelerle -bilekliklerle)
T:Efendim o elinizdeki bilmemne taşı, Brezilya'dan geliyor.Gramı şu kadar para.O kolye Metrocity'de aynısı 90 milyon.Telefonla resmini çektik, eşim evde aynısını yaptı efendimDökün hanfendicim çantayı koltuğun üstüne, rahat rahat bakın.Çantanın dibinde kristal kolyeler var.O da var, bu da var.
E:Yok dağıtmayalım ortalığı şimdi, birazdan inicem zaten.Siz arkaya dönmeseniz...
E:Hah, burdan sağa gireceğiz.Veya girmeyin siz hiç, ben sokağın başında ineyim.
T:Abla almıyo musun hiçbişey?
E:Eee..şey..ay sonu...para..pul..hık mık...( bir şeye benzemiyor ki senin hatunun takıları, ya da en azından ben beğenemedim)
T:Abla boşuna mı girdim ben bu trafiğe?
E:Ne trafiği yaw?15 dakikada Beşiktaş'tan Altunizade'ye geldik?
T:Abla almayacağını bilsem durmazdım.