Salı, Aralık 30, 2008

46'lık

Ablamız kırklı yaşlarında. Oturduğu yerden kalkıp, yanında oturduğu abimize yüksek sesle "söylenerek"otobüsün arkasına doğru ilerliyor:
-Yeter be! Ne 46'lığımız kaldı ne bişe...
-Şerefsizsin oğlum sen!
-Senin ben ağzına ...........!
Ve daha neler...
Herkes ablanın raporunu elinde tutyormuşcasına tepkisiz. Ne yapsa yeridir kabullenmişliğindeler. Bir teyze sakinleştirmeye çalışıyor ablayı ama o da nasibini alıyor kalaydan.
Derken abla iyice çıkıyor şirazeden ve "herkes" alıyor nasibini "söylenme"lerinden:
-Hepiniz şerefsizsiniz!
-Bütün toplum şerefsiz!
-Hepinizin .......!
O ana kadar bütün vakarıyla yerinde oturmakta olan abimiz galeyana gelip ablamızın üzerine yürüyor:
-Şahsıma hakaret edebilirsin. Ama topluma, milletime..!
O an otobüstekilerin onu tutmayı bırakıp alkışlamasını mı bekliyordu çok merak ediyorum.
Derken ablamız sarılıyor telefonuna polisi aramak üzere. "Bu otobüste telefon kullanamazsınız" uyarısına nasıl kahkayı basmadım hala bilmiyorum.
-Memur bey şu anda Üsküdar-Ümraniye otobüsündeyim. Burda ayı gibi bir adam üstüme yürüyor. Otobüstekiler de akrabası galiba, onlar da üzerime yürüyor. Şikayetçiyim!
-........
-Şoför uzakta.
-.......
-Yok ben incem zaten şimdi.
Buna dayanamayıp gülüyorum işte. Abla da tam burnumun dibinde. Tırsmadım desem yalan olur.

İ.E.T.T. 'Biz İnsan Taşıyoruz'

İ.E.T.T. herkesin aklına yer eden o meşhur sloganının hakkını veriyor.

Sizce de öyle değil mi? :)

Pazar, Aralık 28, 2008

Yine taksi, yine bozuk para

Hikaye Elif Salar'dan. Geldiği gibi iletiyorum:

Bir yaz günü işten çıkmış, Bebek'te kısa bir yürüyüşten sonra evime
gitmek niyetiyle Etiler'den bir taksi çevirdim. Başladık Bebek'e doğru
inmeye. O sırada ben elimdeki bozuklukları toparlamaya çalışıyorum.
Niyetim şoförü 3,5 ytl'lik yol için 50 ytl vererek zor durumda
bırakmamak.

Elimde 1 tane madeni 2 ytl, 2 tane 50 kuruş 3-4 tane 25 kuruş. Cillop
gibi para her taksicinin rüyası hem de taksimetrede yazacak tahmini
tutara yetiyor. O arada elimdeki madeni paraları toparlamak için
uğraşırken haliyle şıngırtılar çıkıyor.

Veee taksici abimiz çevik bir hareketle bana dönüyor. "Çingene hesabı
para verme bana" diyor. Hem dee çok çirkin bir üslupla. Ben hiç
hanımefendiliğimi bozmadan: "Beyefendi birincisi paralar o kadar da
bozuk değil (ama ben fena halde bozuldum) ikincisi de bu paralar
dışında 50 ytl var yanımda (3,5 ytl lik yere 50 ytl verirsem bu sefer
de sen bozulursun işte nabeer)" diyorum.

Bu sefer de zeytinyağı kıvamında bir cevap alıyorum abiden: "Ohoo bu
kadarlık yola 50 ytl mi verilir(hem de bağırarak)".

İşte bu cümle beni zıvanadan çıkartmaya yetiyor. Hanımefendilik de
neymiş? Açıyorum ağzımı yumuyorum gözümü...

"Pardon da ordan bakınca yazarkasa gibi mi duruyorum. Hizmet alan
benim hizmet veren sensin. Her türlü parayı bozmak zorundasın. Kaldı
ki bozuk para vermek için debeleniyorum deminden beri..." diye
bağırıyorum da bağırıyorum.

Sonunda paraları fırlatmış, taksinin kapısını çarpmış, sinirden deliye
dönmüş bir vaziyette Bebek sokaklarında gözden kayboluyorum.

Arnavut İnadı

Ben de ilk yazım olması sebebiyle Murat Kaya'ya daveti için teşekkür edeyim. İlk hikaye bir takside geçiyor.

İstiklal'de Galatasaray Lisesi civarındaki bir yerde oturduktan sonra akşam saat 8 civarı Mecidiyeköy'e doğru gitmek üzere bir taksi durdurduk. O durdurma anı aslında herhangi bir taksi durdurma anı kadar naif, sıradan ve bir yerden bir yere gidecek olmanın verdiği tatlı tebessümlerle bezenmiş bir andı (Murat Kaya bu detaylara girmek yok galiba :) ). Taksiyi ben durduğum için genelde yolculuktaki muhabbetin gidişatını belirleyen ve taksi şöförünün iletişime ilk geçeceği kişi olma önemine sahip ön koltuk bana düşmüştü. 50 yaşlarında sert mizaçlı bir amcaydı şöför. Hava, su, yol, futbol muhabbetiyle başlayan konuşma birden bizim amcanın Arnavut kökenli olması ve Arnavutların ne kadar inatçı olduğu konusuna geldi. Diyalog %98 amca, % 1 ben , % 1 de arkadaki arkadaşlar ve trafik gürültüsü şeklinde paylaşıldı. Amca başladı arabasına binen ünlülerle yaşadığı maceraları anlatmaya.

Bir gün Ajdar bizim taksiye binmiş. Yolculuk esnasında Ajdar'a "Sen ne biçim şarkı yapıyorsun oğlum, nane nane diye şarkı mı olur" dedikten sonra Ajdar sert tepki göstermiş. Bizim amca "Bak bana sert konuşma, inatçıyım, arabadan indiririm" dese de Ajdar tahmin edileceği üzere konuşmaya devam etmiş ve Ajdar'ı ıssız bir yerde arabadan indirmiş, çekip gitmiş. Buna benzer bir kaç ünlü olayı daha anlattıktan sonra biz başta amca olmak üzere tüm Arnavutların ne kadar inatçı olduğunu anlamış bulunduk. Sonra amca daha çok hikaye olduğunu ama arkada bir bayan arkadaş olduğu için bunları anlatamayacağını söyledi. Sonra da "Benim arabama bir bayan binerse onun namusunu ben korurum" cümlesiyle yine kendisi ve Arnavutlar hakkında yeni bir özelliği aktardı bize. Tabii ki bu cümlenin aslında yeni bir hikaye için hazırlık olduğunu sonradan anladık.

Bir gün amcanın arabasına bir bayan binmiş. Sonradan öğreneceği bilgi, aslında bayanın eşiyle kavga edip apar topar taksiyi durdurduğu. Kocası da kavga sonrası arabasına binip taksiyi takip etmeye başlamış. Neyse bir süre gittikten sonra kocası bizim taksiyi durdurup kadınla konuşmak istemiş. Tabii buraya kadar her şey normal ama bizim amca anormal. Kocasının bu hareketi sonrasında amca hemen taksiden hızla inip "benim arabama binen bayanın namusunu ben korurum" nidasıyla adamın levyeyle bacaklarını kırmış. Kadın sonra "Aaa!, o benim kocam, ne yapıyorsun sen?" diye bağırınca, adamı alıp hastaneye götürmüş ve yolda kadını da "Madem kocandı, niye daha önce söylemedin be kadın" diyerek fırçalamış.

Bu olay 2 yıl önce olduğu için anlattığı diğer olayları hatırlayamadım. Yolculuk esnasında ben belki iki cümle kurabilmişimdir, arkadaki arkadaşların sesini duymadım :)

Cuma, Aralık 26, 2008

Reklamcı Taksici

Bu blogtaki ilk paylaşımım olması nedeniyle sevgili dostum Murat'a daveti için teşekkür etmek istiyorum öncelikle. Ardından da taksi, taksici, taksi muhabbetlerim üzerine kısa yazılarımla bu blogta paylaşımda bulunacağım.

Her gün mutlaka taksiye biniyorum. Bu hafta içi Çarşamba günü de Maslak'tan 2 arkadaşımla birlikte taksiye bindim. Onlar arkaya ben de öne oturdum ve işlerimiz ve sektörle ilgili konuşmaya başladık. Bir sessizlik anında taksici ile şöyle bir diyalogumuz oldu.

- Siz reklamcı mısınız?
- Değiliz ama reklamcı sayılırız. Ben internet reklamcılığı ile ilgili bir şirkette, arkadaşlarım ise digital reklam ajansında çalışıyorlar.
- Ben de reklamcıyım aslında bugün arkadaşım rahatsız olduğu için taksiye çıktım.
- Aaaa çok enteresan, nerede çalışıyorsunuz?
- ...... 'da. Adidas' a falan çalışıyoruz.
- Siz daha çok event marketing yapıyorsunuz. Peki orada göreviniz nedir?
- Ben adidas' ın tır şöförüyüm.

:)

Perşembe, Aralık 25, 2008

Hello Bus

Merhabalar efem,

Ben Çağatay Öztürk. Çok yakında 'deniz' otobüsü anılarımla sizleri 'derya'lardan deryalara sürükleyeceğimden emin olabilirsiniz.

Bana bu imkanı veren Sayın Murat Kaya'ya, Telekomünikasyon Kurumu'na ve Ulaştırma Bakanlığı'na teşekkürleri sunarım.

İyi yolculuklar :)

Çarşamba, Aralık 24, 2008

İnsanlık nereye koşuyor?

Vapurla, otobüsle, minibüsle falan bir yerlere giderken yaptığım kısacık yolculuklarda zaman zaman öyle diyaloglara denk geliyorum ki gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum doğrusu. Bazen diyorum ki insanlık ölmüş, bazen çok eğleniyorum, bazen de iki arada bir derede kalıyorum.

İşte bu da öyle bir iki arada bir derede kalma hikâyesi...

Sene 2006, aylardan Temmuz. İşten çıkmış Beşiktaş'taki Kadıköy iskelesine koşarak inmiş ve son anda kendimi vapura atmışım. Nefesimi düzene sokup normale dönmeye çalışırken dedim ki hadi oturmadan bir de çay alayım. Büfeye yöneldim. Önümde 25-30 yaşlarında kokoş iki hatun var. Onlar da çay almışlar, tost bekliyorlar. Bir yandan da şöyle bir muhabbet geçiyor:

Kadın 1 - Ee napıyo senin büyükbaş hayvan?
Kadın 2 - Ay naapsın işte işe gidiyo geliyo, surat öküz gibi falan.
Kadın 1 - Ahahahahahahahahahaha
Kadın 2 - Ahahahahahahahahahaha

"Büyükbaş hayvan" şeklindeki son derece kaba bir tabirle kulakları çınlatılan kişinin 2. hatunun eşi ya da sevgilisi olduğunu tahmin etmek zor değil. Adamcağız halka açık ortamlarda kendisinden bu şekilde bahsedildiğini bilse, acaba tepmez miydi o hatunu? Bunu düşündüm uzun uzun, yuh dedim.

Fon müziği: Eagle Eye Cherry - Permanent Tears

Salı, Aralık 23, 2008

Bir toplu taşıma faktörü olarak insanın fiziksel genişliği

Toplu taşıma araçlarını sevmemin en büyük nedenlerinden biri, eğer çalıştığınız yere giderken her sabah ve her akşam aynı güzergâhı, aynı araçları kullanıyorsanız ve insan - durum gözlemi yapmaktan hoşlanıyorsanız, size pek çok veri sağlıyor olmasıdır. Bu sayede gün geçtikçe birlikte yolculuk yaptığınız insanları da daha iyi tanıyor, hatta neyi sevip neyi sevmediklerinden tutun da nasıl beslendiklerine, hangi renkten hoşlandıklarına kadar pek çok konuda fikir yürütme, tahminde bulunma keyfi yaşayabiliyorsunuz.

Ben genellikle spesifik özellikleri olan insanları ve onları davranışlarını gözlemlemeyi seviyorum. Bu insanlara "vapurdaşlar", "otobüsdaşlar" gibi isimler takıyorum. Bu vapurdaşlara örnek olarak sırf fiziksel görünüşü ve yüzü benzediği için Gülse Birsel ile özdeşleştirdiğim bir ablayı verebilirim. Kendisi ile (o farkında değildi ama olsundu) tam 2,5 yıl aynı vapurda gidip geldik. Sarışın ve kısa saçlı idi, sonradan kızıla boyattı saçlarını. Pek yakışmadı ama neyse. yine bu vapurdaşlardan, muhtemelen üst düzey yöneticilik yaptığını tahmin ettiğim bir başkası, sabahları hep asık suratlı ve nalet oluşuyla aklımda yer etmiştir. Kendisi kıvırcık koyu renk saçlı ve elinde sürekli içi tıkabasa dolu bir laptop çantası ile yolculuğa katılır, her sabah vapur büfesinden aldığı 2 poğaça ile kahvaltı yapar idi.

Her neyse, işte yine bir sabah işe yetişme telaşı ile kendimi Kadıköy'den Beşiktaş vapuruna attığımda bu vapurdaşlardan birine denk geldim. Aykut Barka adlı vapur üç katlı, aylardan da Eylül, yazın son demleri yani. Havada İstanbul sabahlarına yakışır bir parlaklık ve berraklık var. İnsanın içine neşe doluyor. Ben de vapurun en üst katına çıkmış, o kalabalık arasında kendime bir yer bulup oturmuşum. Elimde de gelirken aldığım bir dergi var, canım pek okumak istemese de öylesine karıştırıyorum sayfalarını. Daha çok ilginç birşeyler olsun da sabahım şenlensin diye bekliyorum sanki.

Derken vapur epeyce doldu, insanların bazıları ayakta kaldı. Ama hava güzel ya pek umrunda değil kimsenin, ılık bir rüzgâr esiyor. Tam arkamda sırtı bana dönük olarak oturan gençten zayıf bir çocuk var, vapurdaşlardan biri ve muhtemelen Mimar Sinan öğrencisi. Yanında da arada sırada kendisiyle birlikte gördüğüm bir başka arkadaşı var. Bu pek fazla görmediğim arkadaş, henüz vapur hareket etmeden bir ara kalkıp büfeye çay almaya indi. Yerine de sırt çantasını bıraktı.

Dedim ya vapur kalabalık, insanların bir kısmı ayakta. Yaşının 35-40 civarında olduğunu tahmin ettiğim irice bir teyze de uzaktan çocuğun yerine göz koymuş olacak ki, çocuk merdivenlerde kaybolur kaybolmaz hemen geldi bizim vapurdaşın yanına. Neden bilmem arkama dönüp bakma ihtiyacı hissettim. Teyzenin iriliğini de ordan biliyorum.

Kalkıp giden çocuğun çantasını bıraktığı yer de anca çanta genişliğinde zaten. Teyzenin üçte biri zor sığar o boşluğa. Şöyle bir diyalog geçti göz açıp kapayıncaya kadar:

Kadın - Ee burası boşsa oturacam ben!
Vapurdaş - Arkadaş çay almaya gittiydi, gelicek birazdan.
Kadın - Arkadaşınızın genişliği nedir???
Vapurdaş - Ha?? Hee öööö eeee...
Kadın - Hayır yok yani ben de sığarım heralde di mi!!!! (eller de belde aman aman)
Vapurdaş - Eee ööö eee hhööö öööğğğ

Bir an sessizlik oldu. Evet, hani kalabalık bir ortamda 10 saniyelik sessizlikler olur ya, sanki herkes sözleşmiş gibi davranır ve çıt çıkmaz o süre boyunca. İşte aynen öyle bir sessizlik anı. Üst güvertedeki bütün kafaların kadına ve benim vapurdaşa doğru döndüğünü hissettim bir anda.

"İhi ihi" şeklinde gelişen ve "Güldüğümüzü farkederse hepimizi ezerek öldürebilir" korkusuyla el altından koyverilen gülüşmeler arasında teyze çocuğun çantasını alıp, benim vapurdaşın ayaklarının dibine doğru ittirdi. İnsanüstü bir çaba ile o 3 santimetrekarelik yere sığmayı başardı.

Alkışlamak istedim ve o an sadece martılar vardı, evet.

Pazartesi, Aralık 22, 2008

Otobüs Hikayesi (eski) Genç işi - Çılgın işi

Bu blogun ilk post'u olabilirdi aslında bu hikaye. Çünkü bundan daha ilginç bir otobüs hikayesi yaşadığımı hatırlamıyorum. Bugün anlatmamın sebebi ise, hikayede bahsi geçecek arkadaşın bugün aynı espriyi -espri değil de- bu hikayeyi esprili bir şekilde bana karşı kullanmasıydı.
Hikayeyi dinleyin.
Yıl 2001. O sıralardaki programım sabahları Taksim'de enstitüye gitmek ve öğleden sonra da Avcılar'daki kampüse geçmek ve akşam derslerine girmek şeklinde ilerliyordu. Taksim'den önce eve geldim ardından tekrar Avcılar yönüne ilerlemek üzere otobüse atladım. O günlerde de kulaklığım bozulmuştu galiba, müzik dinlemeden gidiyordum. Bindim otobüse, açtım kitabı (yanlış hatırlamıyorsam Bukowski idi) hiç kafamı kaldırmadan okuyorum, ilerliyoruz. Otobüs de boş. En arka sıranın birkaç oturak önündeyim. Evin olduğu duraktan bir ya da maksimum iki durak kadar durduktan sonra, yanıma birisi oturdu. İnat ettim, kim olduğuna bakmayacağım diye (zira merakım şundandı, neden otobüs bomboş iken yanıma gelip oturur- halbuki doğal akış, boş yerlerdeki cam kenarlarını kapmaktır diye gözlemlemişimdir hep.)
Neyse yanıma oturduktan sonra dizlerinin üzerine ders notlarını koydu. Elinde birkaç torba da vardı, yere koydu. Sonra telefonu açıp, konuşmaya başladı. Kulağımda müzik olmadığı için doğal olarak kulağım bu konuşmaya kaydı:
- Tamam, dedi konuşmanın sonunda, ben Taksim'e geleyim o zaman.
Bu kısmı duyunca, içimden "aaa ne enteresan" dedim. Ben de sabah oralardaydım. Keşke ertesi gün olsa da yine gitsem... Derken.
Gözüm dizinde durmakta olan kağıt yığını halindeki ders notlarına kaydı. (Ayrıca hâlâ dönüp, kim oturuyor yanımda diye bakmıyorum. Görüş açımdan sadece bir "kol" görünüyor. Ders notlarına baktığımda, mühendislik öğrencisi olduğunu anladım. Hmm dedim içimden. Öğrencilik günleri. (Sanki ben mezun olalı çok olmuş gibi). O sırada kağıdın sağ üst köşesinde uzun bir okul numarası ve bir ad-soyad gördüm. Tam o sırada otobüs Avcılar'a ulaştı ve ben yine hiç suratına bile bakmadan indim otobüsten.
Akşam derse gittim. Dersti, sohbetti, gülmeydi, eğlenmeydi derken orada gördüğüm isim bir anda kafamda belirdi. Ad ve soyad.
Eve döner dönmez, ICQ'da (o sıralar MSN'e geçmemek için direnirken, bunu kullanıyorduk tabii) adı ve soyadı arattım. Aaa bir de baktım, bir kişi çıktı. Detaylara bakayım derken, posta kodunun bizimkiyle aynı olduğunu gördüm (bir de sanırım okul bilgilerinde mühendislik okuduğuna dair iz vardı). İçimden dedim ki "kesin bu O'dur, -otobüste yanıma oturan kız-".
İlk mesaj olarak "dün akşam Taksim'de miydin" diye bir mesaj yolladım. O sıralar "kendini karşındakinin yerine koyma" dürtüsü daha çok "hmm şimdi karşıdakinin dikkatini nasıl çekerim" şeklinde çalıştığı için bu cümle aklıma gelen ilk cümle idi.
Sonra da oturup "bu çok enteresan bir hikaye ama öncelikle şu soruma cevap vermen lazım: oturduğunuz semt 'şurası' mı" diye yazdım.
İki gün sonra bir cevap geldi. Evet, aynı yerde oturuyorduk. Fakat ben kimdim? Ve bu nasıl bir hikayeydi. (Kimsiniz sorusuna da taa cep telefonunun ilk günlerinden beri hastayımdır.)
Hikayeyi anlatmam için bir yerde görüşeceğimiz zaman tipini bilmediğim, bir kere bile görmediğim birisini beklediğimi fark ettim. Nasıl korktum anlatamam. Ama merak, kediye değil insana da neler gösteriyormuş diye bir başka düşünceyi de kafamın bir köşesine koymuştum. Beklediğim yerde, "bari şu karşıdaki kız kadar güzel biri olsa" diye düşündüm (varsın şekilci desinler). Sonra telefon çaldı ve o karşıdaki kız telefonda bana "neredesin tam olarak" diye sorarak yanıma geldi. Telefonu kapattım ve merhaba dedim. Oturdu karşıma anlattım hikayeyi. Sonra bir ara telefonu çaldı, kalktı gitti. Döndüğünde "erkek arkadaşımdı" dedi. Mesajı almıştım. Hikayenin tamamını anlatıp bitirdim. Sonra alışveriş merkezinin servisine atlayarak "mahalleye" döndük. Kendimi sapık gibi hissetmedim hiç (enteresan bir şekilde). Sonra arada bir görüştük ettik, arada bir görüşüyoruz ediyoruz.

Ve bugün. 2008'in son günleri. Telefonum çaldı, baktım O. Açar açmaz "Ben sizi dün otobüste gördüm, yanımda oturuyordunuz, kimliğinizden isminize baktım ve sonra ICQ'da sizi arattım." dedi ve ben güldüm. Hiç beklemiyordum yıllar sonra bu hikayeyi hatırlayacağımı. Dedim ki "Ne kadar şanslıyım. Mahkemede dava olabilecek bir şekilde tanıştığım insanlar bile dünya tatlısı çıkıyor." Ha peki mahkemede dava olacak şekilde tanıştığım insanlar var mı? Aa şimdilik hatırlayamadım. Belki biri arayıp hatırlatır.

Otobüste'ye ilk hikayeyi gönderirken "acaba ilk hangisini yazsam" diye tereddüte düşmüştüm. Bunu yazmaya da çekinmiştim. Kazanan hikaye bu olmuştu.

Perşembe, Aralık 18, 2008

"Aramadın beni Cenkçiğim. Üzülüyorum bak"

Efendim yer yine Beşiktaş. Sene 2006. Bir Nisan akşamı, iş görüşmesinden çıkmış, gelen ilk Sarıyer - Beşiktaş minibüsüne kendimi atmışım.

Minibüs tam eskiden Tansaş'ın olduğu yere dönmek üzere ışıklarda beklerken, şoförün hizasındaki tekli koltukta oturmakta olan şöyle kalantor bir abiye neden bilmem gözüm takılıyor. Sanırım ilginç birşeyler olacağını hissediyorum. Derken ağır abi arkadaşını arıyor:

Abi = (Hasan Mutlucan tonlaması ile) Cenkçiğim naaassın?
Arkadaş = .... (cevap veriyor)
Abi = Diyorum ki bu hafta buluşsak bi yerlerde, beraber olsak.
Arkadaş = .... (cevap veriyor)
Abi = Geçen hafta aradım seni Cenkçiğim. Geri dönmedin bana. Aramadın beni. Üzülüyorum bak.
Arkadaş = .... (muhtemelen bir bahane uyduruyor karşı taraf bu sırada)
Abi = Ehahaha tamam canım benim. Bak hafta sonu bizim bi arkadaşın doğumgünü var. Oraya gel istersen. Ordan çıkıp ortamlara akarız, takılırız, laflarız.
Arkadaş = .... (cevap veriyor)
Abi = Eh hadi o zaman görüşürüz canım, güzel güzel öpüyorum seni, süzüyorum. Bak mutlaka gel tamam mı?

Abi telefonu kapattı, minibüs hareket etti. Minibüs şoförü adama yan yan bakıp "Peh peh" dedi. Adam, minibüs karşı tarafa geçince indi. Benim de beynim sürçtü, ağzım açık kaldı. Minibüs şoförü muhtemelen aynadan beni görmüş olacak ki, "Nebçim konuştu lan bu herif yaaa, di mi abla?" diyerek onayımı almaya çalıştı. "İniyim" ben dedim.

Bir sabah şoku

Bugüne kadar çalıştığım iş yerleri genellikle Balmumcu - Zincirlikuyu çevresinde olduğu için, uzunca bir süre işe giderken çoğunlukla o yöne giden otobüsleri ve acelem olduğu durumlarda da minibüsleri kullanmışımdır. İşte bu yüzden de her sabah yurdum insanının ilginç diyalogları ve tuhaf olaylar eşliğinde işe gitmek ayrı bir neşe, ayrı bir enerji kaynağı olmuştur benim için.

İşte yine öyle bir sabah, otobüse binmektense minibüse binmeyi tercih etmiştim. Beşiktaş'ta Sarıyer minibüslerinin kalktığı yerde hafta içi sabah devasa boyutlarda kuyruklar olur, bunu herkes bilir. Öyle bir kuyruğa takıldım ben de. Hemen arkamda da iki tane tıknaz, pembe yanaklı, emekli tipli tonton yaşlı amca peydah oldu. Kuyruk çok uzun ve trafik de sıkışık olduğu için bekle allah bekle modundayız hep birlikte.

Böyle zamanlarda genellikle etrafı seyretmeyi, insanların işe yetişme telaşını gözlemlemeyi pek severim. Hatta yaşlı teyzeleri ve amcaları gördüğüm zaman daha bir garip hissederim kendimi. Zira aklıma hemen uzun süredir hasta olan anneanem ve ne yazık ki şehit olduğu için hiç tanıyamadığım ama anlatılanlara göre Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk havacılarından olan dedem gelir. O yüzden de daha bir şefkatle bakarım o insanlara.

Neyse, işte o minibüs kuyruğunda hemen arkamda duran iki yaşlı amcaya da aynen bu hissiyat içinde bakıp "ah canıııım" diye iç geçirirken, aralarında geçen şu diyaloğa kulak misafiri oldum (YA1 = Yaşlı Amca 1, YA2 = Yaşlı Amca 2):

YA1 = Yaw hani bizim bi İlyas abi vardı ya...
YA2 = Hee vardı
YA1 = Ha işte o da böyle diz kapağından falan vuruyodu alacaklılarını...
YA2 = Yaaa yaaa...

Bu diyaloğun gerisi de geldi ama ben şu kadarlık kısmına takılıp kaldım. Bir anda binlerce düşünce sardı beynimi, "Kim neyi nasıl vuruyo?", "Bu tonton amcaların böyle bir olayla nasıl ilgisi olabilir?", "Nerdeyim ben?", "Burası neresi?", "Saat kaç?"

Akabinde epeyce uzun bi süre donup kalmış olmalıyım ki, amcalar benim binmeyeceğimi falan sanıp hareket etmek üzere olan minibüse attılar kendilerini ve uzaklaşıp gittiler. "Vay memleketim vay" sessiz nidaları eşliğinde bir sonraki minibüsü beklemeye koyuldum.

Pazartesi, Aralık 15, 2008

İddia ediyorum!

Evet iddia ediyorum ki, sakarlık ve toplu taşıma araçlarında yolculuk bir araya geldiği zaman çok daha lezzetli oluyor. Ve yine iddia ediyorum ki, sakarlık kesinlikle genetik bir kavram (en azından benim için öyle).

Bu iddiamı kanıtlamak için de şöyle bir olay sunuyorum dikkatinize:

Sene 1985... İlkokul birinci sınıfa daha yeni başlamışım, bambaşka bir hayat çıkmış karşıma. Sabah erken kalkıp bütün gün ayakta olmaya, öğrenmekten yorulmaya ve akşamları eve bitap halde gelmeye alışmaya çalışıyorum. Sakarlık o zamanlar da diz boyu.

Allahtan "okul servisi" gibi güzide bir imkân söz konusu da bir de yol yorgunluğu binmiyor küçücük omuzlarıma.

Okulun 8. günü akşam eve servisle dönülüyor. Servis evin önünde duruyor ve ben, o küçücük bünyemle yorgunluktan harap olmuş vaziyette servisten iniyorum. Servis hareket ediyor.

Bir iki saniyelik bir şalter kapanması durumunun ardından, çok sevdiğim yepisyeni su mataramı serviste unuttuğumu zannediyorum. Servis aracının çok fazla uzaklaşmadığını görerek asılıyorum kapı koluna ve yaklaşık 100 metre servisin yanında koşuyorum. (İlerleyen yaşlarımda bu sahne gözümün önüne geldikçe, Jim Carrey'in "Liar Liar" filminde uçak merdiveni ile uçağın yanında son hız gidişini hatırlayıp, bu "yaratıcı" fikir bana ait olduğu için telif hakkı almam gerektiğini düşünmüştüm. Evet biliyorum çok aptalca.)

Neyse sahneye geri dönelim. Servisin yanında koşuyorum, allahtan trafik sıkışık ve servis şoförü de yan aynadan bakıyor. Haliyle durdu adamcağız gözleri fal taşı gibi olmuş vaziyette.

Ben de, bünyenin salgıladığı adrenalin fazla geldiği için adam aracı durdurmuş olmasına rağmen hâlâ koşma çabası içindeyim. Çevik bir hareketle ve kan ter içinde nihayet açıyorum servisin kapısını. Şoför de ne olduğunu anlamaya çalışan gözlerle tuhaf tuhaf bakıyor, servise binip bütün koltukların arkasına, altına, yanına bakıyorum. Talan ediyorum yani ortalığı.

Ve o an... Evet tam o anda o narin su mataramın çantamın kenarında asılı olduğunu görüyorum. Şoföre hiçbir açıklamada bulunma gereği duymadan ve büyük bir sevinçle aynen geri iniyorum, tırıs tırıs eve gidiyorum.

İşte size kanıt!

Dolmuştan nasıl düşülür? (Fantastik bir tarif)

Herkesin harcı değildir efendim dolmuştan düşmek. Özel bir yetenek, uzun yıllar süren bir çalışma ve sanırım biraz da genetik özellik gerektirir.

Peki nasıl oluyor da dolmuştan inmek yerine düşülüyor? Hemen anlatayım. Fakat belirtmek isterim ki uygulamadan kaynaklanacak herhangi bir fiziksel veya manevi zarardan dolayı sorumluluk kabul etmiyorum, etmem.

Gerekli malzemeler:

- 1 adet sarı dolmuş (hangi hatta çalıştığı önemli değil, ama ses getirsin istiyorsanız Taksim - Teşvikiye ya da Taksim - Kadıköy falan olabilir)
- 1 adet kurban (yani ben veya siz)
- 1 adet tanıdık (tercihen dolmuşun arka koltuğunda oturuyor olacak)
- 1 adet fidan
- 1 adet kaldırım

Yapılışı:

Öncelikle sakin bir dolmuş yolculuğu geçirmeniz gerekiyor. Yorgun argın işten çıktığınız veya kafanızın bin tane düşünce ile dolu olduğu bir zaman dilimi seçerseniz daha verimli olur. Dolmuştan ineceğiniz yer kaldırıma mümkün olduğu kadar yakın ve belediye tarafından ekilmiş ve birkaç yıl sonra genç ağaç olacak bir fidanın önü olmalı. Ha bir de mümkünse şoför yanına oturmanız gerekiyor.

Kapı açılır ve ayaklarınızı dışarı atarsınız. Hemen akabinde dolmuşun arkasına doğru hızlıca bir bakış atıp ve arka koltuktaki tanıdığı görürsünüz. Kafanız arkaya dönük iken "Aa naber?" deme gafletinde bulunursunuz. Bu arada hissiyatınızın da kuvvetli olması gerekiyor ki dolmuşun hareket edeceğini anlayıp kafanızı hızla öne çevirebilesiniz.

Tam bu sırada ayaklarınızdan biri kaldırıma doğru bir adım ilerlemiş olmalı. Tam önünüze denk gelen yerde de bomboş kaldırım yerine hayatının baharını yaşamakta olan genç bir fidan bulunmalı.

Denge yitimi sonucu fidanı kucakladığınız gibi pehlivan edasıyla yere yatıracaksınız. Diğer ayağınız da bir yerlere takılacak ve kaldırımı sevgiyle öpeceksiniz. Ve tüm bunları yaklaşık 10 saniyelik bir zaman diliminde gerçekleştireceksiniz.

Yaratacağı utanç, alaycı bakışlar ve gülüşmelerden dolayı, olayın hemen değil, soğuması beklenip 10 gün kadar sonra servis edilmesi ve bu süre boyunca da civarda dolaşılmaması tavsiye edilir.

Afiyet olsun.

Depar

Yemin ederim bayılıyorum şu İETT otobüsü şoförlerinin hazır cevaplığına.

Yine bir Barbaros Bulvarı otobüs hikâyesi.

Yıl 2006, ılık bir Eylül akşamı.

Bilen bilir, otobüslerin Barbaros Bulvarı'ndan ayrılıp eskiden Tansaş'ın olduğu yöne doğru dönmelerini ve iskelenin ordaki duraklara ulaşmalarını sağlayan trafik ışığı tam 78 saniye boyunca kırmızı yanıyor.

Ben de akşam yorgun argın çıkmışım iş yerinden. Kendimi atmışım bir otobüse, bir de boş yer bulmuşum oturacak, oooh keyfime diyecek yok. İş çıkışı saati olmasına rağmen otobüs çok kalabalık değil.

Yurdum insanının sabırsızlığı yine tavan yapmış durumda olacak ki, otobüse bindiğimden beri bir türlü yerinde duramayıp zıp zıp zıplayarak, bağıra çağıra konuşarak kulaklarımın ve gözlerimin ayarını bozan tiki kılıklı bir hatun kişi, işte tam o ışıklarda karşı yöne geçmek için bekleyen otobüsün şoför mahaline yaklaşıyor ve olaylar gelişiyor (HK = Hatun Kişi, Ş = Şoför):

HK - Kapıyı açar mısıınıaaaaaazzz?
Ş - Yok açamam burda.
HK - Ay n'olcak ki ışıkta bekliyosunuz nası olsa?
Ş - Durak karşıda, ışık burda. Nedir depar mı atacan???
HK - ?!?!?

Bu diyalog üzerine hatun kişinin devreleri karıştı haliyle. Koluna taktığı ve içinde bir ailenin yaşayabileceği kadar büyük bavul-çanta arası aksesuarıyla kös kös arkadaşlarının yanına geri yürürken şöyle dedi: "Ay açmıyo yııııaaaaa, may gaaaad inemiyoruuum, şiiit"

"Oh shit" dedim ben de, evet.

Cumartesi, Aralık 13, 2008

Kafaya "daş" düşmesi

Mecazi anlamda kullandığımız kafaya taş düşmesi gerçek olursa???

Saat 00:30'da Harem'den kalkan otobüs... Malum bayram tatili.
Hem de 9 gün. E memlekete gitmek lazım. Güle oynaya otobüse biniyorsun. Koltuk numaranız 9-10. Sizinki koridor, karınızınki cam kenarı. Genelde önce binip o kapıyor zaten. Tam kazınan mideni tostla bastırmış, koltuğunda hafif kaykılmışsın ki çotank! diye bir ses geliyor. Herkes bir panik. Tepedeki lambalardan biri mi patladı, n'oldu yahu? demeye kalmadan bir bakıyorsun ki ön camda bir delik. Cam kırılmış ama dağılmamış. Havalı ya, ondan... Derken ön koltuklarda oturan hanımlardan bağırışmalar geliyor. Sen de yavaş yavaş olayı idrak etmeye başlıyorsun. Her şey o kadar bir anda olmuş ki, böyle durumlarda insanların "valla her şey bir anda oldu, hiçbir şey anlamadık" demesini anlıyorsun. Her yer cam kırığı içinde. Otobüs duruyor. Oturduğunuz koltuktaki cam kırıklarını temizlemesi için muavini çağırıyorsunuz. Sonra camları temizlemeye çalışırken bir de bakıyorsunuz ki koltukta koca bir daş. Sonra karın diyor ki "kafan kanıyor." Bu cümleden sonra haaa, diyorsun demek ki kafamdaki acı bundan. E o zaman demek ki cam da bu yüzden kırılmış. Sis perdesi dağılıyor, taşlar yerine oturuyor. Yani aslında taş yerine oturmuş. O yer de benim kafam ama çarpmanın şiddetinden ve daşın büyüklüğünden olsa gerek ses görüntüden sonra geliyor.

Daşı eline alıp kaldırıp bakıyorsun. Ölmek ya da ölmemek. İşte bütün mesele bu!
Nasıl yani? Şimdi ben gecenin 1'inde otobüste giderken bir daş camdan girdi ve benim kafamı mı buldu? Başının zonklamasını daha bir hissetmeye başlıyorsun. Bir anda bütün dikkatler sana yöneliyor. Tamam, diyorsun. İyiyim ben, yok bir şeyim. Ayağa kalktığın anda miden bulanmaya başlıyor. Hah! diyorsun, buraya kadarmış. Yolun sonuna geldik. Mide bulantısı varsa, kusma da olur. Kusma da beyin kanaması emaresidir. Kafanın içinden beyin kanaması ihtimali geçer geçmez bünye elektriği kesiyor. Hooop her yer kararıyor. Buradan sonrasında 30 saniyelik hatırlamadığın bir kısım var. Gözünü açtığında birinin kucağındasın ve otobüsün merdivenlerinden iniyorsunuz. Bilinç açılmış ama dil dönmüyor ki! Tsu! diyorsun, herkes size bakıyor. Su yani, su! Soğuk su verin bana. Asfalta yatırılıyorsun. Tepenizde bir sürü insan, hepsi kocaman birer göz olmuş size bakıyorlar. Gözlerden bir çifti tanıdık. Karınızınkiler...
Haa demek ki daha gitmemişiz. Sonrası bildik... Ambulans, hastane, sabaha kadar müşahede, serum, tansiyon ölçme filan. 9 günlük bayram tatilinin ilk günü için kader size Haydarpaşa Numune'de bir süit ayarlamış ve bu sürpriz haberi de size bir daşla bildirmiş...

Cuma, Aralık 12, 2008

Karşının insanı olmak??

Sevgili kız kardeşim, bundan iki yıl kadar önce Etiler tarafında bir iş görüşmesine giderken bana da kendisine eşlik edip edemeyeceğimi sormuştu. Benim de işim yok gelirim dedim haliyle. Hatta hazır oralara gitmişken bir de uzun süredir görmediğim bir arkadaşıma uğrama planı yaptım.

Her neyse, gün geldi, kardeşi de alıp gittik Etiler'e. Kardeş görüşmeye gitti, ben de arkadaşıma uğradım. Sohbet vs. derken kahve içmeye karar verildi ve Starbucks'a gidildi. Derken kardeş geldi, arkadaş da işinin başına dönmek üzere izin istedi ve gitti.

Biz kardeşle Beşiktaş'a nasıl ineceğimiz konusunda karara varmaya çalışırken, saatin oldukça geç olduğunu farkettik ve otobüslerde sürünmek yerine taksiyle inmemizin daha iyi olacağına kanaat getirdik. Yalnız o saatte boş taksi bulmak da bir dert o bölgede.

Bekle bekle nihayet baktık bir taksi sinyal verdi bizim tarafa doğru, tamam dedik artık buna bineriz. Ama nafile, arabanın arka koluğunda oldukça yaşlı bir teyze oturuyormuş meğer, üstelik inmeye de pek niyeti yok gibi görünüyor.

Derken teyze camı açtı ve kafasını uzatıp "Yavrum pizzacı varmış Ulus'ta. Domino's Pizza. Nasıl gideriz oraya?" diye sordu. Taksici de diğer taraftan kafasını uzatıp "Domoz piza nereye oliyir?" diyor. Ben de pek bilmiyorum o tarafları, bir yandan yanlış yönlendirmeyeyim diye debeleniyorum, bir yandan da adamın söylediklerine takılmışım, kim, ne, noluyo derken devreler karıştı haliyle.

Teyzeye şöyle bir cevap verdim "Valla bilemiyorum teyze. Biz karşının insanıyız!". Yani "biz karşıda oturuyoruz, bu tarafı fazla bilmiyoruz" demeye çalıştım aslında. Kadıncağız şöyle bir baktı suratıma, şaşırsa mı gülse mi bilemedi diye tahmin ediyorum. Taksici de "Ehu ehu bu benden beter yaauu" diyerek verdiğim cevabın saçmalığını yüzüme yüzüme vurmaktan çekinmedi.

Teyze teşekkür etti, taksiciye parasını ödedi ve taksiden indi. Kardeşim şaşkalozluğumdan yararlanarak beni tek hareketle taksinin içine itiverdi, kendisi de bindi. Taksici hala gülüyor, bir yandan da nereye gideceğimizi soruyor. Benden çıkan cevap şu: "Direk"

Şen kahkahalar içinde Beşiktaş'a vardık, boyumuz göğe erdi.

Unutmak

4 yıl önce, istanbul.com'da çalıştığım zamanlardan bir vapur ve otobüs hikayesi.

Yatağın sıcaklığı ve uykunun dayanılmaz cazibesini bırakıp yine sabahın köründe evden çıkan kahramanımız (ki ben oluyorum bu), Kadıköy'deki Beşiktaş vapur iskelesine iner. İskelede bir Beşiktaş, bir de Ada vapuru beklemektedir. İkisine de şöyle uzaktan bakan kahramanımız, görevliye hangisinin Beşiktaş'a gittiğini sorar. Görevli Beşiktaş vapurunu işaret ettiği halde lilly, diğer vapura doğru yürümeye başlar. Tam Ada vapuruna binecekken, görevlinin "o değil abla, bu bu!" nidalarıyla biraz ayılır ve geri dönerek diğer vapura yönelir.

Vapur yolculuğunu kazasız belasız atlatarak Beşiktaş iskelesinde inen lilly, otobüs durağına yürür ve Zincirlikuyu'dan geçen herhangi bir otobüse biner. Koltuğa yerleşir. Uyku ile uyanıklık arası bir moda girer. Bu arada otobüs de ilerlemeye devam etmektedir ve Zincirlikuyu durağına yaklaşır.

Bir ara kendine gelen lilly'nin beynini bir soru kemirmeye başlar:

"Birşey unuttum ben, kesin unuttuğum birşey var. Neydi ya neydi?"

İlginçtir ama Zincirlikuyu durağında inen kimse olmaz ve otobüs Levent'e doğru ilerlemeye devam eder. Derken lilly'nin kafasında şimşekler çakar:

"Hayallah kahretsin inmeyi unuttum Zincirlikuyu'da!"

Evet lilly'nin beynini kemiren sorunun cevabı, Zincirlikuyu'da inmesi gerektiğini unutmasıdır. Ama artık yapacak hiçbişey kalmamıştır. Lilly Levent'te iner, metroya biner ve tırıs tırıs Esentepe'ye gider.

Bu bir tesadüf olamaz!

Yıl 2002, aylardan Aralık. Böyle kasvetli bir kış sabahının saat 7'sinde Cerrahpaşa'dan Avcılar İ.Ü. Kampüsü'ne gitmek için debelenmekteyim. Sabahın körü olduğu için haliyle herkes işe güce gitme telaşında, otobüsler tıklım tıkış geliyor.

Bir, üç, beş derken nihayet diğerlerine göre daha az dolu bir otobüs geldi. Ben de bekleye bekleye sinirden şişmişim, bir yandan da derse geç kalıcam diye endişe içindeyim, yüzüm patlıcan gibi morarmış.

Attım kendimi otobüse, insanları yara yara arkaya doğru ilerleyip gözüme kestirdiğim bir boşluğa ulaşmaya çalışıyorum. Boşluk dediğim de böyle iki avuç bir yer. Neyse sıkış tıkış yerleştim boşluğa. Eh bir yerlere tutunmak lazım haliyle. Hemen başımın üstünden şu metal boru kılıklı, hani insanın elinde pis metal kokusu bırakan barlardan biri geçiyor. Tutundum ve otobüs hareket etti.

Şoför de biraz tuhaf, bir hızlı gidiyor deli gibi, hemen ardından yavaşlıyor kaplumbağa gibi devam ediyor yola. İşte o hızlı gidiş seanslarından birinde o tutunduğum pis metal bar komple elimde kaldı efendim.

Evet, böyle bayağı iki ucunun tutturulmuş olduğu yerlerden çıkarak "çötenk" sesi eşliğinde yere iniverdi. Bir ucunu hala tutuyorum ama. Otobüste bir an derin bir sessizlik oldu, bütün kafalar bana çevrildi. Ben hala öyle aval aval bakıyor, durumu kavramaya çalışıyorum. Gülüşmeler, kızarıp bozarmalar arasında yere bıraktım barı, ayağımla da ittirdim hafifçe ve çaktırmadan adım adım en arkaya doğru ilerledim.

Kampüsün önünde kendimi dışarı attım. Koskoca metal barın kafama inmemiş olmasına mı sevineyim, yoksa iki üç saniyeliğine de olsa süper kahraman gücüne nasıl sahip olabildiğimi mi düşüneyim bilemedim.

İş, ellerimi yıkamak üzere Mühendislik Fakültesi'nin WC'lerinden birine girip lavaboya yönelmem ve akabinde suyu açmak için bataryanın aparatını yukarı kaldırmamla birlikte bataryanın komple bağlantı borusu ile birlikte elimde kalması ile daha da vahim bir boyuta taşındı.

Koşarak uzaklaştım.

Perşembe, Aralık 11, 2008

üç

Dolmuşa bi teyze (55) bi abla (23) bi kardeş (7) bindi.
Abla: İki kişi iletir misiniz?
Kardeş: Üüüçç
Bir de vakti zamanında annesine "büyüyünce ben de dolmuşa para verecem demi anne" diyen bir çocuk(5) vardı. ona da gülmüştüm:)

Pazartesi, Aralık 01, 2008

25 ver yeter abla..

ikea'ya gidip kütüphane ve dolap bakmamız lazım.. aksi gibi yağmur da başladı.. nasıl taksi buluruz derken, bir tanesi çıkıyor karşımıza, nasıl bir çaba anlatamam, korna çalarak, durup geri gelerek ısrarla almak istiyor bizi arabaya. Normalde binmem, bu ısrarcılıktan hoşlanmam ama yağmur yağıyor ve bana yeni kütüphane alacağız, o sebeple çocuklar gibi şenim.. atladık taksiye hemen, "ikea" dedik..

ne zaman ki E-5'e çıktık, trafiğe iyiden iyiye karıştık; yüzündeki o şaşkın ifadeyle arkasına döndü ve "abla ben karşının şoförüyüm" dedi.. macera böyle başladı..

"ümraniye ikea" dedim ben tekrar ama fayda etmedi. Önce Dudullu tarafına saptı, sonra adres sormak için korna çalarak bir taksiyi yaklaşık 200m. takip etti; öndeki taksi korkuyla kaçtı haliyle. Bizimki, "yaa buralar ne garip yaa, insanlar ne garip yaa, bi' soru sorcaz yaaaa" diyerek bu sefer bir benzinciye girdi, camı indirdi ve sordu: "abi kia nerde?" ve akabinde yanıtını aldı "kia??"
Biz arka koltukta kuklalar gibi "ikeaa ikeaa" diye haykırırken, gören kaçırıldığımızı sanabilirdi, artık iyiden iyiye sinirimiz bozulmaya başlamıştı ve gülmekle acı çekmek arası saçma bir yüz ifadesiyle kendi aramızda yapmaya çalıştığımız konuşmalar da "efendim?" "abla bana mı dedin?" "hı??" ifadeleriyle kesiliyor; rahatlamamız imkansız hale geliyordu.

Bir yerden sonra biz de artık nerede olduğumuzu kaybedip serseme döndük, baktık dolap beygiri gibi aynı yerde dönüp duruyoruz, adres sorduğumuz her insan dozu aşarak saçmalıyor ve biz gitmek istediğimiz yere varamıyoruz; en kötüsü ben artık en başta kendime sinirlenmeye başlıyorum zira etrafa bakıyorum ikea falan yok, kaç defa geldim yahu nasıl bulamam.

Bir an, kısa bir an, sarı lacivert bir yazı gördüm "E" ve "A"nın tepesini gördüm -ki sarı lacivert gördüğüme pek sevinmem normalde- "sağa" diye haykırdım resmen "sağaa".. İnşaat başlamış önünde ondan arkada kalmış, görünmüyormuş. Direksiyondaki şaşkın sağa döndü diğer arabaların arkasından meydana doğru ilerlerken önce" abla ne tarafa gidicez yaa, ne saçma bi yer yaaa, nasıl bi yer yaaa" dedi.. sonra kocaman "IKEA" yazısını görüp ekledi "haaa iikeeaa, kia diil.. ne saçma bi isim yaa, ne satılıyo burda abla yaa??..

25.9 ytl yazmıştı, "abla çok dolaştık 25 ver yeter" dedi bir de.. bu aralar bi' sakinim neyse ki; gülüyorum sadece, pis soyguncu..

zynp

Çarşamba, Kasım 26, 2008

Yürüyüş Olur

Telefonda:
-Ortak bin 129T ye Bulgurlu'da in sonra ara beni.
-Tamam ortak
Otobüste:
-Pardon Bulgurlu'ya kaç durak var acab?
-2-3 durak var ben de orda inecem zaten.
-İçten gelen bir rahatlama efekti:)
Otobüs Bulgurlu Durağında durup hareket ettikten sonra:
-Aaa siz Bulgurlu'da inecektiniz demi. Ben şimdiki durakta inecem. Gaziler durağı. Neyse yürüyüş yapmış olursunuz
-İçten çekilen bir fesüphanallah
Gaziler'de inince telefonda:
-Ortak ben indim ama yanlışlıkla Gaziler durağında inmişim Bulgurlu yerine.
-Ortak ben mahalle olarak kastetmiştim Bulgurlu'yu tekrar ararsın nasıl olsa diye. Yanlışlıkla doğru durakta inmişsin!
-İç ses "N'oluyor lan!"

Pazar, Kasım 16, 2008

Otobüste Koltuğu Yatıran Kadına Açık Mektup

Iraz yazmış, ben de bu açık mektubu dolmuşta otobüste iki kişilik yer kaplayan ve yer olmamasına rağmen ısrarla yayılan yolculara ithaf ediyorum:)

Sevgili Otobüste-koltuğu-üstüme-yatıran-kadın,

Her gün serviste gidip gelirken uyumak isteğini anlıyorum. İnan ben de uyumayı çok istiyorum. Uyku vücudumuzun en temel ihtiyacı, bunu ben de biliyorum, eminim sen de biliyorsun.

Ama sevgili kadın, o koltuğu dizlerime sokmak zorunda mısın ha? Her gün kucağımda kafan, beraber gidiyoruz yolda bir saat. Dizlerimde morluklar oldu. İlk başlarda kibar kibar pısıp oturuyordum, artık seni dizlerimle tepüklemeye başladım, yine de halimden anlamadın. Oralı olmadın, oh olmadın.

Dün yine tepükledim seni. Anlamadın, anlayamazdın. Dizlerin mosmor, bi saat yolculuk etmenin ne demek olduğunu anlayamazdım.

Kucağımda senin o yağlı kafan, burnumda üstünden gelen sigara kokusu, dizlerimde vücudunun ağırlığı, huşu içinde vardık eve.

Eğer bugün de o koltuğunu dizlerimin üzerine yatırırsan, isyan edip bağırıcam. Tüm servisi dağıtcam.

Ya da senle hayatımı birleştiricem. Bilemiyorum, dengesiz oldum nezmandır.

Çarşamba, Kasım 05, 2008

Taksici Naapsın

Yer: Altunizade değil Taksim.

Üç genç, Taksim meydanına doğru ilerlemektedir. Gruptan bir tanesi aceleleri olduğunu düşündüğü için, diğerlerinden önde gitmektedir. Acele ile meydana ulaşıp, bir taksiyi gözlerine kestirirler. Önde giden genç, eliyle taksiye işaret eder. Taksi, motoru çalıştırıp, onlara doğru ilerler.
Öndeki genç, ön kapıyı açıp taksiye bindiği sırada taksinin hareket ettiğini fark eder.
- Hoop der taksiciye ve arkadaki iki kişinin de arkadaşı olduğunu söyler.
Taksinin dışında kalan gençler de taksiye biner ve şoföre dönüp:
- Bizi almadan gidiyordunuz. der.
Taksici:
- Arkadaş binip kapıyı kapatınca... der.

Gençler gülüşüp geçer. Gençlerden bir tanesi:
- Zaten sen hep acele ettirdiğin için böyle oluyor. diye öteki genci suçlar.

Bilin bakalım bunlar kimdir?

Cumartesi, Kasım 01, 2008

Mr Brown

dün bi adam bindi otobüse
yüz bildiğiniz kahverengi
ne esmer ne zenci, hintliler gibi
adamda kahverengi takım elbise
kahverengi kravat
kahverengi ayakkabı
kahve lekesi renginde gömlek
içimden dedim ahanda mr brown
ama adama soramadım abi yıllar yılı dilden dile dolaşan mr brown senmisin diye,kızılayda indim o devam etti:)

Pazar, Ekim 26, 2008

Gülümseyin, kameraya.


Tarihe bir not düşmek için. Bunu da görmüştük deriz sevgili yolcular.

Cuma, Ekim 24, 2008

Beşi Bir Yerde..

Daha önce bu konuda bir post var mı bilemedim ya da ben mi görmemişim, ya da biletlerin neden 5 tanesinin bir arada satıldığını bana söylemedinizzzzzz.....

Bence çok iyi olmuş, benim gibi herşeyi saklayanlar için, ohh bide incecik kart, kaybolmaz durur, tek kötü özelliği 3 aylık süresinin olması, ay panik olurum ben 3 ayı geçti mi acaba diye..

- Merhaba, Mecidiyeköy otobüsleri bir bilet mi?
- Evet
- Peki bir tane bilet o zaman bana.
- Beşi bir yerde var.
- Yok sadece bir tane istiyorum.
- Bir tane yok, 5 tane var.
- E onların içinden birini verin.
- Hanımefendi, artık biletler tek satılmıyor, böyle kartta 5 tanesi satılıyor.
- Hımm şimdi anladım, o zaman 5 tanesi bir yerde olsun bakalım.

Ay ne o öleee, altın gibi, 5i birlik :D

Metrobüs Kültürü


Uzun bir aradan sonra herkese merhaba...

Geçenlerde Ömür'e gitmek için metrobüse binmemiz gerekiyordu. Gayrettepe durağında metrodan indik. Metrobüs durağını bulduk. İnsanlar durağın önünde karınca misali üşüşmüşler, birbirini geçmeye çalışıyordu. O an anladım ki otobüs ve metro kültürü sentezlenmiş. Elimizden geldiğince ayak uydurmaya çalıştık. Neyse ki sonunda yerlerimizi aldık.

Otobüsün arka tarafındaki karşılıklı koltuklara yan yana oturduk. İneceğimiz durağı bilmiyoruz. Öğrenmek için arkadaşımla telefonda konuşuyoruz ama nafile! Tam karşımızda oturan genç bir bayan bizi dinliyor, mimiklerinden anlaşılıyor. Daha fazla dayanamadı. Tam olarak nerde olduğumuzu söyledi, ben de telefondaki arkadaşa ilettim.Yarım saat kadar sonra Carrefour'u görünce ineceğimizi öğrendik. Lafa koyulduk, havadan sudan konuşurken zaman geçti. Tekrar telefonum çaldı, yine bir anlaşmazlık. İneceğimiz durağın neresi olduğunu tespit etmeye çalışıyoruz. Karşıdaki bayan yine dayanamadı. "Ömür durağı mı? Ben biliyorum, size söylerim. Size de kulak misafiri oluyorum ama!" dedikten sonra "kusra bakmayın" diye ekledi. Gülüşmeler eşliğinde teşekkür ettik.

Sonra tüm içtenliğiyle aynen şöyle sordu: "Kaç durak öncesinden haber vereyim?"

Fotoğraf: bobiler

Pazar, Ekim 19, 2008

Dolmuş-Hayır Otobüs-Yok Yok Dolmuş

Kahraman:60-70 yaşında bir teyze
Yer: Dolmuş

-Evladım düğmeye basar mısın?
-İnecek misin teyze?
-Kaptan inecek var
Dolmuş durur.
-Evladım burda değil ilerde köşede inecem. otobüsle karıştırdım.
Dolmuş devam eder. Teyze ve yanıdakiler köşede iner.

40 yıl sonra biz de mi karıştırırız acaba???

Perşembe, Ekim 16, 2008

Otobüste Kafasını Koyacak Yer Arayanlara



Hadi herkes bu ürünün işine yarayacağını düşündüğü birini getirsin aklına;)

Kaynak

Salı, Ekim 14, 2008

Pişmiş tavuk ve ben...

Bilen bilir, benim hayatım ‘yuh artık’ dediğimiz öykülerle doludur. Kaderin bir cilvesi midir, nedir, ilginç olaylar ve durumsal komediler hayatımın vazgeçilmez bir parçasıdır. İşte yine böyle bir hikaye anlatacağım size…

Başıma neler geleceğini bilmediğim bir güne uyanmıştım yine… Aslında tam uyanmak da demeyelim biz buna, uyumakla uyumamak arası, ağlamakla mutlu olmak sınırı içinde geçen bir gecenin ardından, gün başlamıştı. Duygularımı çok dışarı yansıtamadığımdan olsa gerek; yaşadığım duygusal travmanın sancılarını, elimdeki Penguen dergisinin sayfalarında yok etmeye çalışıyordum. Uykum vardı, ama yoktu. Ağlamak istiyordum, ama gülerek duygularımı öteliyordum. Neyse, bu ödlek tavuk ruh halim ve ‘o’ Boğaz’a doğru yürüyorduk. Sarıldı, doğum günümü kutladı, taksiye binerek uzaklaştı. İşte o andan itibaren 15 saattir bastırdığım bütün duygular su yüzüne çıktı. Kendime kızıyordum, ‘o’nun bir suçu yoktu, hata bendeydi. Sonra bir an için durdum, ‘kendime kızdığım için’ yine kendime kızdım. ‘Salak’ dedim içimden, sen ona ne yaptın ki…

Tam bunları düşünürken otobüs geldi. Bindim. Para aramakla geçen bir sürecin ardından cüzdanıma ulaştım, ödememi yaptım. Bozuk para sesiyle hayat bulan muavinin Küçük Emrah bakışları arasında süzülüp arkaya ilerledim. Ben arkaya gidene kadar, bir sonraki durağa gelmiş olmalıyız ki ‘dülülü dülülü’ sesleri, sarhoş kulaklarımı yokladı. İçimden yine kendime ‘salak’ dedim, senin akbilin vardı hani! Bu arada bu akbille yolculuk etmek de ayrı bir vakadır benim için. O akbili, yuvarlak bir derinliğin içindeki, hassas noktaya değdirmek korkutur beni, sanki o hassas noktanın canını acıtıyormuş gibi gelir, tıpkı benim 15 saattir hissettiğim gibi…

Neyse, kendimi akbil düğmesiyle kıyaslayarak geçirdiğim süre içerisinde varmak istediğim noktaya, Beşiktaş’a gelmişim. Gideceğim yer ise Nişantaşı… Otobüsten indim, hemen bir taksiye bindim ve aklımda süzülen acılar silsilesini geride bırakmam gerektiğine karar verdim, çünkü bugün doğum günümdü. Mutlu olmalıydım, gülümsemeli ve bir yaş daha yaşlanmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu insanların bana hatırlatmasına izin vermeliydim. Çocuk doğurma yaşımın yavaş yavaş geldiğini, biyolojik saatimin verdiği sinyalleri artık ciddiye almalıydım. Bu düşünceler beynimi kemirirken, takside çalan acıklı bir Serdar Ortaç şarkısı eşliğinde Nişantaşı’na yaklaşıyordum. Trafik vardı ve ışıklar sanki araçlar ilerlemesin diye planlanmıştı, bu hain pusunun ortasında kaldığım sırada yanıma bir ayakkabı yanaştı. Kendi kendime güldüm, ‘Çok içmişsin Tuğçe!’ dedim ve hayal dünyamda gördüğümü sandığım dev ayakkabıyı acaba gerçek mi dürtüsüyle yokladım. Gerçekti!



Tam yanımda ‘bırrnırrbırrbıırr’ diye öten ve ışıklara takılan bir ayakkabı vardı. Kesinlikle fotoğrafını çekmeliyim dedim ve bir coşkuyla çantamı karıştırdım, makinamı buldum, ‘çattt’ diye de bu anı ölümsüzleştirdim. Mutluydum artık. Taksici abiye döndüm, ‘Bu trafik bitmez, ben yürüyeceğim, borcum nedir’ dedim. Asli görevimi yerine getirdikten sonra, arkama bakmadan o kargaşadan uzaklaştım. Markete girdim, sigara alacağım. Bu arada bu markette hatıram çok, ama sanmayın ki iyi hatıralar… Sigara almaya girerim, cüzdanım yanımda değildir, tekrar Brown Cafe’ye dönerim, cüzdanımdan para alırım, tekrar markete giderim… Bu marketteki kız da bana alışmıştır zaten, bilir hep bir şeyleri unuttuğumu… İşte yine aynı şey olmuştu, cüzdanım ortalıkta yoktu. Kız bana doğru baktı, içinden bana ‘Salak’ dediğinin farkına varmamı sağladı, ben de saçma bir gülümsemeyle haklısın yaaa, dedim. Sonra birden ilahi bir ses duydum! Salaaaaakkk…

Cüzdan Borwn Cafe’de olamazdı, çünkü daha oraya gitmemiştim, en son nerede para çıkardım; takside! Koşa koşa marketten uzaklaştım, Brown Cafe’ye girdim, İpek suratımdan anlamıştı. Bana, yine bir şey olmuştu. Ne oldu, dedi. Sanki cüzdanı kaybeden ben değilmişim gibi cevap verdim. ‘Yok bir şey ya, cüzdanımı takside unutmuşum…’ İpek ikinci suale geçti: ‘Kredi kartların içinde miydi?’. Ben aynı şuursuzlukla; ‘Evet, içindeydi.’ dedim. ‘Hemen ara kartlarını iptal et!!’ Bütün bankaları aradım, kartlarımı iptal ettim. Oturdum kahve içiyorum ve akşam arkadaşlarımla buluşup neler yapacağımı düşünüyorum. Sonra birden aklıma geldi, benim param yok ki! Bu arada telefon trafiğim devam ediyor, herkes arayıp nerede buluşacağımızı soruyor, ben de başıma gelenleri gülerek anlatıyorum …

Neyse, telefonum tekrar çalıyor. Arayan eski erkek arkadaşım; Murat… ‘Nasılsın doğum günü kızı?’ diyor neşeli bir sesle. Ben de ‘Aman ne olsun işte, arkadaşlarla buluşacağız falan, sen ne yapıyorsun?’ diyorum. Muhabbet eski iki sevgilinin konuşması gerektiği gibi ilerlerken Murat birden; ‘Ama sen cüzdanını kaybetmişsin’ demez mi?! Sen nerden biliyorsun diyorum. Gülerek anlatmaya başlıyor…

Efendim, İstanbul’un tek dürüst taksicisi, benim cüzdanımdaki bir ton kartvizitin içinden, eski erkek arkadaşımın en samimi arkadaşlarından birisini bulup arıyor. Piyango, Şafak’a vuruyor. Şafak da hemen Murat’ı arıyor ve ben cüzdanımın akıbetini böylece öğrenmiş oluyorum. Fakat taksici başka bir ek iş yaptığı için, cüzdanımı getiremeyeceğini söylüyor. (Bu arada cüzdanım hala taksicide…) Olsun diyorum, en azından adamın yeri yurdu belli, daha sonra alırım. Bu teselliyle doğum günü programımı iptal etmiyorum, zaten edemiyorum çünkü herkes yavaş yavaş toplanmaya başlamış, beni bekliyorlar.

Herkese söz vermiş olduğum için, mecburen kendi doğum günü partime gidiyorum. Eğleniyoruz, gülüyoruz, her şey yolunda gidiyor. Eski erkek arkadaşım sağ olsun, artık bütün programı öğrendiği için doğum günü partime geliyor. Onun da devamlı takıldığı bir mekan olduğu için, kulağıma eğilip; istersen hesabını bana yazdırabilirsin, diyor. Teşekkürlerimi iletip gerek olmadığını söylüyorum. Kendisi başka bir yere yetişmesi gerektiği için mekandan ayrılıyor. Sonra biz de başka bir yere geçelim artık diyoruz ve topluca Indigo’ya gidiyoruz. Müzik süper, herkes son hızla dans ediyor falan, birden beni sanki biri dürtüyor ve Indigo’nun kapısına çıkıyorum. Bir bakıyorum, sevgili Murat Kaya, Tuğçe, Müge abla, Ahmet, Metin, Ozan herkes kapıda! Ben sarhoş kafayla başlıyorum anlatmaya, ya öyleyken böyle oldu, şöyle oldu… Tam o sırada arkamdan hızla bir topluluk geçiyor, bir bakıyoruz polisler! Kimlik kontrolü için Indigo’ya giriyorlar. Bütün arkadaşlarım şöyle bir bana bakıyorlar, bal mı, yoksa istihbarat kuvvetli mi diye… Ben de cidden şans arkadaşlar, valla diyerek konuyu kapatıyorum.

Böylece yeni bir yaşa hareketli bir karşılama yapıyorum ve pişmiş tavuğun başına gelmeyen hadiseler yaşayarak günü bitiriyorum. Selam sana tuhaflıklar, selam sana ilginç vakalar… Gelin, gelin eğlenelim…

Pazartesi, Ekim 13, 2008

Yeni Nesil İETT Şoförleri

Akşam iş çıkışı. On dakika önce gelmesi gereken otobüsünüz bir saat geçmesine rağmen gelmemiş. Şoförün yüzünü zihninizde canlandırıp, "Kaç saattir neredesin kardeşim?!" türü sessiz çemkirmelere başlamışken nihayet otobüs gelmiştir ve itiş kakış içerisinde atarsınız kendinizi otobüse. Tam istim koyvereceğiniz sırada zihninizde canlandırdığınız tipe hiç uymayan bir şoför karşılar sizi: "Buyrun, hoşgeldiniz. Sizi şöyle arkaya doğru alalım". Aynı nezaketle sizden sonrakileri de karşılar. Ve bunu her durakta tekrarlar.
-Bu İETT'nin başlattığı bir pilot uygulama mıdır?
-Hayır, değildir.
-Şoförün kendiliğinden ortaya koyduğu bir performans, kendisi için küçük İstanbul için büyük bir adım mıdır?
-Hayır, değildir.
-Peki ya nedir?
-Saatlerdir direksiyon sallayan, trafikle ve envai çeşit yolcuyla boğuşmaktan yorgun düşen bir şoförün, bütün bunlarla başa çıkmak için geliştirdiği bir yöntemdir. Zira bütün bu nezaketi, yarı baygın, ellerini direksiyonun üzerinde birleştirip üzerine yatmış vaziyetteyken göstemektedir.


Not: Otobüste'ki ilk yazım. Son blog konferansında aldığım "Otobüste" yazarlık davetine geç icabet edişimin bundan sonraki yazılarımın frekansına etki etmemesini umuyorum.

Pazar, Ekim 12, 2008

Takside telefon unutmak

Geveze'nin "Psycho Storytellers" modeliyle yazayım.


Yer: The Marmara'nın önü.

Bir genç, yaklaşık 45 dakikadır arkadaşlarını beklemektedir. Bir süredir ekildiğini düşünerek, dikkatini yoldan gelip geçen insanlara vermektedir. Tam o sırada, bir tanesi aşırı telaşlı ve paniklemiş bir yüz ifadesi ile telefonda konuşmak üzere olan üç kız önünden geçer.
- Az önce taksinizden indik. Telefonu takside unuttuk galiba. Ne taraftasınız şu anda?

AKM tarafına doğru heyecan içerisinde geçerlerken, telefonda konuşan kız arkadaşlarından daha hızlı adımlarla ilerlemeye başlar. Belli ki Vakıfbank'ın az ilerisinde taksici durmuş ve az önce taksisinden inen yolcuyu beklemektedir. Kızlar o yöne doğru gider ve kaybolur.

Arkadaşları tarafından bekletilmekte olan(!) ve telefonlarına cevap verilmeyen çocuk ise bir gözüyle meydandaki dev ekrandan milli maçı seyretmektedir. Aradan bir iki dakika geçer ki, aynı üç kız, mutlu bir şekilde Taksim meydanı yönüne doğru ilerlemektedir. Demek ki telefon, taksiciden geri alınmıştır. Mutludurlar.

Ve bu hikaye burada biter.

Hikayeden çıkarılacak ders. Taksinin çok uzağa gitmemiş olmasından, taksicinin dürüst çıkmasından dolayı içleri rahat iki insan topluma geri dönmüştür. Akla bir ihtimal daha gelmektedir o sırada ama (elbette) saçmadır. O ihtimal ise, tam taksiye vardıkları sırada telefonlarını çantalarının diplerinde bir yerde unuttuklarını öğrenmeleridir ki, çok saçmadır çünkü o telefonla taksiciyle konuştukları için bu teknik olarak imkansız bir ihtimal olmasına rağmen akla gelebilir. E tabii ki.

Perşembe, Ekim 09, 2008

Telef olmak ve olmamak arasındaki ince çizgi

2 yıl kadar önce bir Haziran günü, trafiğin neredeyse hiç ilerlemediği bir sabah, Barbaros Bulvarı üzerinden Zincirlikuyu'ya doğru gitmekte olan hınca hınç dolu bir otobüse kendimi atmış bulundum. "Atmış bulundum" diyorum, çünkü yaklaşık 25 dakikadır en azından ayakta doğru düzgün dikilebileceğim bir otobüs bekliyordum.

Her neyse, sanki trafik sıkışıklığını yaratan otobüs şoförüymüş gibi davranan yolcular, sabırsızlıklarını kâh "Cık cık cık bu ne biçim trafik yaa sabahın köründe" şeklindeki serzenişlerle, kâh şoförün ensesinde "Şuradan kaçıverseydik en azından ilerlemiş olurduk" benzeri cümlelerle boza pişirerek ifade etmeye çalışıyorladı.

Bu arada trafikten ötürü durağa gelmeden otobüsten inmek isteyen kadın yolculardan biri şoföre seslendi:

Kadın: Şoför bey mümkünse burada inebilir miyiz?
Şoför: Olmaz
Kadın: İşimize gücümüze geç kalıcaz kardeşim n'olur açıversen şu kapıyı?
Şoför: Olmaz, telef olursunuz

Bir anda ortalık sus pus oldu ve ilginçtir ki trafik açıldı. "Telef olmaya" meraklı hanım abla da yaklaşık 30 saniye sonra durakta indi.

Cuma, Ekim 03, 2008

Metrobüs sonrası

Metrobüs'ün Zincirlikuyu'ya ulaşmasının ardından kapanan otobüs hatlarını şuraya yazalım mı tek tek? Yorum olarak.

Çoktandır oralardan geçmediğim için, ancak bir sohbet sırasında öğrendim. Efsanevi hat 85 Bakırköy-Mediciyeköy metrobüs sonrasında kapanmış! Bakırköy otobüs durağında insanlar otobüs beklerken vızır vızır geçip gider ve bekleyen yolcuları sinir ederdi hani. İki dakikada bir mi kalkardı?:)

Çarşamba, Eylül 24, 2008

Uçak

Askerliği havaalanının dibinde yapınca her kalkan uçakta bir gün ben de o uçaklardan birinde olup gideceğim bu "süper(!)" yerden diyor insan.Ama o gün gelince de 5 ayın yorgunluğuyla uçak kalkmadan uyuyakalıp kışlaya son bir kez bakmadan eve gidiliyormuş.
Sen tut 5 ayda bir sürü uçağa "hey uçak beni de al beni de gidelim buralardan(F.D)" de, o uçak gelince de beş ay hiç havaya bakmamış, uçak saymamış gibi git, olacak iş değil:)
Evet sayın yolcular, velhasılı kelam yüzlerce uçak saydıktan sonra askerliği bitirdim ve tekrar aranızdayım.
Budur.

Cuma, Eylül 19, 2008

Ayağımın tozuyla...

Herkese selamlar. Sevgili Ned Dorsey'den sonunda bir davetiye kopardım ve koşarak gelip bindim ben de otipise. Hazır binmişken de ayağımın tozuyla bir otipis hikayesi, daha doğrusu şahit olduğum bir diyaloğu yazayım dedim. İyi okumalar.

Efendim malumunuz
Beşiktaş - Maslak (İTÜ kampüsü) otobüsleri, öğrenci yoğunluğundan dolayı özellikle sabahları epeyce kalabalık olur. Yine böyle bir sabah, Beşiktaş Alkım Kitabevi'nin karşısındaki duraktan yolcu alan bir otobüsün yolcuları olarak biz, o kalabalık arasında otobüse binmeye çalışırken kapıya sıkışan orta yaşlı bir teyzenin şoföre bas bas bağırması ile irkildik.

Birkaç dakikalığına herkes sustu ve teyze ile şoför arasında şöyle bir diyalog geçti:


Teyze
- Aaaaaaaaaaaaaaaaa!!!! Yeter ama yaaa!! Dolduruyorsunuz insanları konserve gibi, sonra üstümüze kapı kapatıyorsunuz. Olmaz ki canım, cık cık cık. İnsan bir haber verir en azından!!! İkidir kolumun bacağımın üstüne kapatıyorsun kapıyı!!

Şoför
- Ne yapayım abla, yolcu var, binmek istiyor. Binme kardeşim mi diyelim adama?

Teyze
- Yok yok, sizin saygınız yok kimseye. Taşımacılık bu mu? Düzgün hizmet anlayışı bu mu? (Bu arada konuşa konuşa arkaya doğru ilerliyor)

Şoför
- Yaw çattık yaw sabah sabah... Mır mır mır mır...

Derken otobüs Conrad otelin önündeki durağa geldi ve şoförden şöyle bir ses yükseldi:


Şoför
- Açıyoruuuuuuzzzzz
.....


Şoför
- Kapıyoruuuuuzzzz
.....


Bu "açıyoruz - kapıyoruz" olayı, taa Zincirlikuyu Köprüsü'nün altındaki durağa kadar devam etti. Zaten teyze de o durakta indi. Sabah sabah şahit olunmuş eğlenceli bir aktivite idi.

Pazartesi, Eylül 15, 2008

Çarşamba, Eylül 03, 2008

Kadıköy Minibüsleri

Buraya çok uzun süredir yazı göndermediğimi görünce uzun süredir toplu taşıma araçlarınıda kullanmadığımı farkettim. Hernekadar bir süre sonra eziyete dönüşsede itiraf ediyorum özlemişim.
Dün salı pazarı keyfini yaşamak için mavi minibüslere bindim. Ramazan ayında olmamız aynı zamanda yaz aylarını hala yaşıyor olmamız hepimizi oldugu gibi şöförleride etkilemiş.
Her zaman içinde trafik canavarı olma potansiyeli barındıran Türk şöförlerimiz biraz daha agrasif biraz daha saygısız ama malesef bir o kadar daha komik olmuş.
Acaba dünyanın kaç tane ülkesinde meslektaşı olan bir diger aracın sürücüsüyle muhabbet ede ede giden şöförler vardır?
Kendisine yönelen müşteriyi meslektaşına kıyak olsun diye ikram eden ve arkasından " al al sen gözün doysun" diye bağıran..
ya da "birader kapın açık git. bak arkada abla sıcaktan bayılmıs" diyip canını tehlikeye atmaktan çekinmediği fakat rahatını da düşündüğü müşterilerine beş yıldızlı otel hizmeti sunan şöförler..
Ben başka yerde görmedim..
Gören varsa irtibata geçsin.

Salı, Ağustos 05, 2008

Bozuk parası olmayan taksici

Bu olay az önce gerçekleşti:

(Kapalı alanlarda sigara kullanma yasağı dolayısıyla) caddenin kenarında sigara içiyorduk. Önümüzde bir taksi durdu. Yolcu da indi, şoför de indi. Şoför öndeki taksiye gitti, elinde 50 YTL'lik bir banknot ile. Diğer taksiciye "bozuk var mı" diye sordu, olmadığını görünce taksiye doğru geri gelirken üstünde para bile olmadığını bildiği "güvenlik görevlisi"ne de sordu. Taksiden inen müşteri (orta yaşlarında bi adam) taksinin kenarında bekliyordu. Taksici sanki çoooook uzun dakikalar boyunca bozuk para aramış da bulamamış gibi yorgun ve "çaresiz" bir suratla müşterisinin yanına geldi ve adama "bozuk yokmuş" deyip parayı müşteriye verdi.

Adam bir süre elini cebinde dolandırdı, taksicinin ona geri verdiği 50 YTL'lik banknotu bir müddet elinde tuttu ve sonra bozuk para bulmak için girilecek onca zahmeti, sinir harbini, taksicinin "hadi be kardeşim, senin bozuk paran yüzünden kaç tane müşteri kaçırıyorum şu anda" kaprislerini-tavırlarını çekeceğini düşünerek olsa gerek, lanet olsun dermiş gibi "al, üstü kalsın" deyip 50 YTL'yi adama verdi. Adam da gurur yapıp yanından geçen taksilere "bozuk para sorar gibi" bakındı, sonra taksiye bindi ve gitti.

Bozuk parası olmayan taksici hikayesi de burada bitti.

datça palamutbükü..

neyse ki uçakla gidiyorum, yorulmadan yamulmadan 15 saat dirsek dirseğe sallanmadan varacağım tatil mahalline derkeeennn...

uyandığımda sabah saat 05:00ti, otele vardığımdaysa 14:30.. son hatırladığımsa, minibüsteki ceset olduğunu zannettiğim yerlilerden :) birinin bir ara canlanarak bastonuyla bacağımı dürtüp, "ablaa bi çekil de inelim" demesiydi.. tatil böyle başladı.

sabah yola çıkışımız erken olsa da mutluyduk. burcu'yu taksiyle aldım ve 06:00 havaş'ına bindik, uyuya uyuya yeşilköye gittik. Uçak yolculuğu kısaydı, sandviçler güzeldi, koltuklar rahattı, marmaris'e gidecek olan havaş çok rahat bulunur bir yerdeydi ve boştu. 08:50de havaş'ın içinde kalkmasını bekliyorduk, mutluyduk hala.. Arkadaşlar oradaydı, yanlarına gidecektik, deniz, güneş, rakı balık, türlü türlü lakırdılar.. aaaa bi baktık 09:40 oldu hala kalkmıyor havaş, neyse yol az diye düşünürken 1,5 saat süreceğini öğrendik, basit bir hesapla -ki daha karmaşığı bizi aşar, sosyoloji mezunuyuz neticede- marmaris'ten datça'ya gidecek olan minibüsü kaçıracağımızı anlamıştık.. olsun tatile gidiyorduk, hayat güzeldi,deniz, güneş, rakı, balık, arkadaşlar bekl... :(

11:00de marmaris'e ulaşıp değnekçi Salih abinin kişisel inadı yüzünden datça minibüsünü göz göre göre kaçırdığımızda, burcu kollarımı tutup bana mukayyet olmaya çalışırken havaya salih'e denk gelsin diye tekme salladığımı hayal meyal hatırlıyorum. Zorla çay içtik orda, gazoz içtik, su içtik, gözleme yedik, şeker, sakız falan aldık.. zorla.. :)

12:00de kalkacak minibüse -çok matah bi'şeymiş gibi rezervasyonla bilet alınıyor hem de- binmeyi başardığımızda herşeyin daha yeni başlıyor olduğunu henüz anlayamamıştık.. ama sonra onu gördük, direksiyonun yanında ön panelde sırtı cama, yüzü bize dönük oturan koala, panda, sincap karması; boynunda nazar boncuklarından yapılmış bir tebih vardı ve ağzı açıktı.. günün tek güzel ve komik olayıydı o.. keşke resmini çekseymişim di mi? neyse; keşkeyle ömür geçmez (yazar burada hayat dersi veriyor) Salih abi, şoför ve biletçi arkadaş toplanmış hararetle tartışıyorlardı, koaladan gözlerimi alıp onları dinlemeye başladım.

Salih Abi: şimdi bu kağıda göre 8, 10 ve 12 numaralar boş. kalkamaz minibüs.
Şoför: dur sayıyım ben bi.. (sayar) ama hepsi dolu
Salih Abi: ama kağıda göre boş, bak
Biletçi: ben de saydım, bence dolu
Salih Abi: allah allaahh bi terslik var.
Şoför: e doluysa kalkalım, saat 12:00yi geçti

(neeeee 12:00yi geçti mii??? e o zaman datça'dan kalkan palamutbükü arabasını da kaçırıcaz biz burcuu yaa, hem o 1,5 saatte bir kalkıyo ühühühühüüh)

Salih Abi: yok yok kalkmayın 3 eksik var, ben de sayıyım bi.. (sayar) evet yaa dolu gerçekten de (saymasalar anlaşılmıyor sanki yaa, bak işte doluysa doludur, bit kadar araba zaten)

üçlü anlaşmaya varınca araba kalkar. Fonda Belkıs Özener çalmakta, toz toprak yolda sallana sallana dirsek dirseğe gidilmekte ve akıldan belki de bir Zeki Demirkubuz karesinde bulunduğumuz geçmektedir.. ama "kestiik" diye bağıran olmaz ne yazık ki..

1,5 saat sürdü yol, ne eksik ne fazla.. ters oturan koala, panda, sincap kırmasının dili sanki biraz daha dışarı sarkmıştı, ya da bana öyle geldi..

13:30 palamutbükü arabasını korna çalarak ve el sallayarak durdurmayı başarıp, valizlerle koşarak bindiğimizde gene de hala mutluyduk.. biner binmez ayakta gidecek olduğumuzu fark edip burcuyla göz göze geldiğimiz anki bakışımızsa görülmeye değerdi. olsun tatile gitmekteydik; deniz, güneş, rak..

yolculuk 1 saat sürecekti ve minibüsün içi yaşadıklarını sonradan anladığım yaş haddini çoktan aşmış ve o sıcakta ne yaptıklarına ise hiç mi hiç anlam veremediğim yöre insanıyla doluydu. Ben önce cenaze arabası sandım aracı, toplu mezara gidiliyor da, fazla yer kaplamasınlar diye yatırmak yerine oturtmuşlar sandım ama yanılmışım.. bi ara arabayı durdurup, koşarak gidip fırından taze ekmek aldılar, arabayı durdurdular yaa, o sıcakta, biz ayaktayız ve köyde de ekmek var muhakkak. Bir kısmı turşu aldı mesela, biri de benzincide duralım diyip gidip torba torba bişiiler aldı.. biz ayaktayız hala, o sıcakta.. olsun gene de tatile gidiyoruz. deniz, güneşş.. neyse şimdi küfretmiyim..

14:30du motel'den içeri girdik.. sabah bir neşeyle "hoşgeldinizz" diye bizi arayan arkadaşlar çoktan güneşin altında pelte olmuş, bizden ümidi kesmişlerdi.


olsun tatile gelmiştik işte.. nasılsa yorgunluk geçecek, ortaya çerez olacaktı anlatacaklarımız..

zynp

Pazartesi, Ağustos 04, 2008

Otobüste Kavga


Geçen gün, şu fotoğrafını görmüş olduğunuz yerde, kırmızı ışıkta belediye otobüsü durdu. Nereden biliyorum, çünkü ben de karşıdan karşıya geçmek için kenarda bekliyordum. Henüz yayalara yeşil yanmadan önce, duran otobüs bir anda sarsıldı. "Eyvah," dedim "arkadan biri çarptı otobüse ya da dokundurdu."
Ama işin enteresan yanı, hiçbir çarpma sesi de duyulmamış olmasıydı.

Fotoğrafını çekmek isterdim, hani şu otobüsün tüm camlarını kapatan reklam giydirmeleri var ya, Avea reklamıydı sanırım, otobüsün neredeyse tamamını kapattığı ve yolcuların dışardan görünmesini engellediği için, içerideki kavga şoförün hizasına gelmeye başladığı sırada görülebildi. Ne oluyor diye bakmaktan karşıya geçemedim galiba ve o sırada yayalara kırmızı yandı ve otobüs o "kavga-gürültü" haliyle yoluna devam etti. Kimse inmedi, indirilmedi, kavga dinmedi, devam etti.

O otobüsün içinde yolculuk etmekte olan birisi denk gelse de, anlatsa içeride olanları. Koca belediye otobüsünü sarsmayı başaranlar, niye kavga ediyordu acaba?

YENİLEME-EKLEME

işte o otobüs. tekrar geçtiğini görünce çektim bu sefer.

Perşembe, Temmuz 17, 2008

Taksilerden Sigara Yasağı Manzaraları



Taksilerimiz zaten çok "estetik görünümlü" idi, "nazar değmesin" diye biraz görüntülerini bozmaya karar verdiler galiba.
Şu sticker'lardan dağıtılmış. Birkaç takside yapıştırılmamış olduğunu gördüm. Adama zorla bu zevksiz sticker'ı yapıştırmak zaten bir tuhaf, bir de "yapıştırmadığı için ceza kesmek" daha da tuhaf.

Fotoğrafta şunlar yazıyor (tıklamaya üşenenler için)
Şoför sigara içerse 62 YTL
Sorumlu olduğu araçta sigara içilirse 5000 bin YTL! (Yani kaç trilyon ediyor, hesaplayamadım)
"Bu taşıtta sigara içilmez" levhası asmazsa 1000 YTL.

Buyrun, buradan yakın.
Tabela bağımlısı birileri var galiba bir yerlerde... Tabelayla her derdimiz çözülüyor galiba.

Çarşamba, Temmuz 16, 2008

Bir günde 8 araç

Gümüşyaka’ya gitmek için Cumartesi günü kendimi yollara atınca şu toplu taşıma araçlarını kullandım sırasıyla;
İdealtepe – Üsküdar Sapağı – Minibüs
Üsküdar Sapağı – Üsküdar – Dolmuş
Üsküdar – Beşiktaş – Motor
Beşiktaş – Kabataş – IETT Otobüsü
Kabataş – Zeytinburnu – Hızlı Tramway
Zeytinburnu – Avcılar – Metrobüs
Avcılar – Silivri – Halk Otobüsü
Silivri – Gümüşyaka – Minibüs
Ve böylelikle uzun zamandır eksik kalan yanımın ne olduğunu keşfettim.
Tramwayda uyudum, Metrobüste şoförün tam başına dikilerek, kaçla gittiğini, duraklarda kapıları nasıl açtığını öğrendim, Halk Otobüsünde o sıkışıklıkta insanların hala üstüste olduklarını gördüm ve minibus şoförünün görev bilinciyle oraya tatile gelen herkese yardımcı olmasına şahit oldum.
Şimdi okuyanlar neden böyle yaptın ki Gümüşyaka’ya İstanbul Seyahat gidiyordu diyebilirler tabi ama ben onu Zeytinburnuna geldiğimde öğrenmiştim, o yüzden de her şey için çok geçti.
Gümüşyaka’daki üst geçitte ineceğimi söylediğim minibus şoförü üst geçite 50 m. kala durup yolcu indirdiği ve beni almaya gelen arkadaşlarımı gördüğümü söylediğim halde, olmaz üst geçite gelmedik, orada indireyim diyip, zorla üstgeçitte indirdi beni sağolsun.
Asıl kendi arasında “ ……… inip Şok'a yürürüz” diyen bir kızla annesine, aa ben sizi tam Şok'un önünde indireyim yürümeyin hiç diye müdahale etmesi unutulmazdı.
Günün sonunda ne kadar yorulmuş olsam da bu uzuuun yolculuktan toplu taşıma araçlarının komedyenler için ne kadar iyi malzemeyle dolu olduklarını bir kez daha onayladım.

Cuma, Temmuz 11, 2008

Otobüs hikayesi - çorap ve iki don

Yer: Istanbul
Otobüs: 87 /Edirnekapı-Taksim
Otobüs modeli: Halk otobüsü. En gürültülü cinslerinden.

En arka sıranın bir önünde veya iki önünde oturuyorum. Gürültüsü bol bir otobüs olduğu için, telefonun çaldığını duymuyorum ama arkamdan, hani şöyle görüntüsü sert olup da, ağzını açtığında sesinden hiç beklenmeyecek derecede ince ve çatlak bir ses çıkan genç adamlardan biri telefonda konuşmaya başlıyor.
- Ha ben aradım. Yaw sizin orada benim poşeti unutmuşum. (duruyor.)

Buradan anlıyoruz ki, torbayı unuttuğu arkadaşını aramış fakat arkadaşı ya açamamış veya ikinci bir ihtimal "çaldır-kapat" yapmış, arkadaşı geri arıyor.

- Siz o poşeti bi kenara koyun. Ben akşam gelir alırım.... Yok yok, önemli bir şey yok içinde. Dedim ya siz onu bi kenara koyun....

Şu anda o yönün aksine gidiyor ve bir işi var demek ki, akşama kadar torbayı unuttuğu yere uğrayamayacak. Bu arada o kişi bu nesneye "poşet" dedikçe ben burada "torba" diye yazmaya devam ediyorum. Elbette, farkındayım.

Karşı taraf - ne alakası varsa artık - poşetin içinde ne olduğunu soruyor. Zaten gürültüden ötürü bağırarak konuşmak zorunda kalan adamcağız, torbanın içinde ne olduğu söylediğinde, otobüste herkes duyuyor tabii ki.

- "Ya çok önemli bir şey değil, çorap var, iki de kilot falan var." Diyor.

Aklıma, askerde bana sivil günlerinden bir hatırasını anlatırken tamamen sansürsüz konuşup sonra sanki kullandığı diğer kelimeler normalmiş de, "don" demek ayıpmış gibi "....yav çavuşum çamaşır ipinden afedersin (utanarak) don düşmüş sokağa..." diye anlatan çocuk geldi.

Bizim yolcu da, çorap sayısını söylemedi ama kilot sayısına baya bi önem veriyordu herhalde. Çözemedim.
Telefon kapandı. Bilmiyorum artık, akşam gidip aldı mı "torbasını".

Pazar, Haziran 29, 2008

Aşağıdakilerin Hepsi Yaşanmıştır

Uzun zaman oldu buraya yazı girmeyeli. Hani özleyen olur, arayan-soran olur diye bekledim. Ama yoook! Bi Allah'ın kulu gelmedi. Gelmesin. Ben camda oturur ve gelen geçen otobüse bakarım. Elbet bi el sallayan çıkar, dedim o da olmadı. Ay siz beni çıldırtcak mısınız? :)


I. Bölüm
Minübüs şöförü de aynen böyle, gereksiz yere sıcak havaya gerginlik katmakla meşguldü. İlk minübüs bizim mahallenin minübüsüydü. Mahalle toplanıp almamıştı canım. Sadece benim hergün gelip gittiğim hattı. Yol uzundu. İkinci araç tercihimi de minübüsten yana kullanacaktım. Otobüs kadar hantal, taksi kadar da pahalı olmadığı için oracıkta karar vermiştim ikinci minibüse. Daha biner binmez gideceğim yerin adını söyledim.

- Ihlamurkuyu'dan geçer mi?
- Geçer
- Ne kadardı?
- Bir altıyüz
- Gelince hatırlatır mısınız?
- &/+ Olur.

II. Bölüm
Minibüse bir arkadaşının yardımı ile eşyalarını yerleştiren kadın, bilmem nenin önünden geçip geçmediğini soruyor şöföre. Cevap bana verdiği ile aynı. Kadın tam inmek üzereyken şöför:

- Ab-laaa parayı vermedin!
- Şurdan şuraya para mı verilir ayol? Bizimde arabamız var. Hiç böyle şeyler yapmıyoruz. Terbiyesiz.
- Terbiyesiz sensin! Paran yoksa, yok de. Uzatmaa!
- Kaç para ha? Kaç para? ( Kadın bel çantasından para arıyor gibi yapıyor. Parasız birine de benzemiyor. Alışverişten geldiği de minibüse sığdırmadığı poşetlerden belli.)
- Verme lan! Verme! Sadakam olsun. İn arabadan be!
- Terbiyesiz, utanmaz! Şuncacık yola para almaya utanmıyorsun di mi? Bıdı bıdı bıdı (Sesler bıdırdama olarak duyuluyor. Bense şoklardayım.)

Bu sinirin üstüne adama hatırlatma yapıyorum. Ihlamurkuyu'ya geldik mi diye. Sinirle, daha çok var, diyor ve ben hemen susuyorum.

III. Bölüm
Şöför az evvelki olayı unutmadı. Birkaç olay daha oldu ve hepsini yüksek sesle yorumluyor. Bir bayan ve 5-6 yaşlarındaki kızı biniyor. Kız şöförün yanına geliyor ve şöförle diyalogları;

- Amca öne oturmak istiyorum ben
-Geç arkaya bee! Öne oturacakmış. Sonra bi kaza olsun, katil şöför desinler. Katil şöför, katil şöför!
"Anaya bak be? El kadar çocuk öne geçmek istiyo, istifini bile bozmuyo. Tabi bi şi olsa suçlu belli. Sorumsuzlar" Bu konuşmayı hemen arkasında olduğum için ben duyuyorum ama çocuğun annesi duymuyor. Şöför acayip sinirli. Bana dönüyor;

- Yana kaysana, millet otursun!
- Gelen yana otursun, ben burda oturmak istiyorum.
- Ya kay yana be! Allah Allah!
- Nereye oturacağımı söyleyemezsiniz! (Ama kayıyorum yan tarafa. Huzur bozulmasın diye mi, korkudan mı çözemiyorum. Hava gergin ve sıcak:))

IV. Bölüm
Şöför dikiz aynasından bana bakıp;

- Nerde incektin sen hamfendi?
- Ihlamurkuyu
- Geçtik orayı
- Anlamadım?
- Epey geride kaldı ora. Niye inmedin?
- &+%'3

Bi toparlıyorum kendimi ve minibüste benim dışımda 1 kişi kaldığını görüyorum. Ayağa kalkıyorum ve kendim bile inanamayacağım tuhaf bir sesle;

- Ya ama ama AŞKOLSUN YAAAAAA!
-Dur abla inme tamam. Ablaa dur bi. Adamda akıl koymuyolar. Sende inmedin ama orda. Katil şöför demek kolay tabi. Dur inme. Ben seni bırakacam gideceen yere. Koca kadın çocuğuna sahip olmuyoo, o kadar yani. Akıl koymadılar bende. Hergün aynı şeyler. Hele gözaçığa ne demeli? Dur ben biliyorum gideceğin yeri orda indirecem seni. Kadın param yok dese amenna. Dayılık ediyo utanmadan. Nerde inecektin abla?
- Negatiflik negatifliği çeker beyfendi. Olumlu olmayı deneyin! Yoksa bu işi çok sürdürecek gibi durmuyorsunuz. Hahh benim aradığım yer şurda. Müsaitse ben ineyim. Teşekkürler.

Nasıl inip, nasıl şükrettim anlatamam. Ihlamurkuyu'ya bir iş görüşmesine gidiyordum. İşten de görüşmeden de vazgeçtim. Otobüse binip Levent'e gittim. Otobüsteyken, yaptığım bir iş başvurusu için dönen ve CV'mi çok etkileyici bulduğunu söyleyen psikopat bir firma sahibi aradı. Bunu da başka zaman anlatırım:)

Salı, Haziran 24, 2008

....



"Buda Ne?" mi?
Bakınız...

www.dominox.com.tr

Çarşamba, Haziran 18, 2008

Takside fiş ne zaman istenir?

Nişantaşından Beşiktaşa inmeye üşendiğim ya da acil işim olduğu için taksiye bindiğim günlerden birinde İskeleye gelince fiş istedim abiden. Abi durağın taksisi, yakında komşu olucaz bilmiyor..
Hemen şikayete başladı:
- Nişantaşında da ışıklara gelirsin fiş isterler, şimdi seninki de öyle oldu dedi.
Anlamadım, zorluyorum;
- Nasıl yani, binince mi söylemek lazım.
- Tabii binince söyliceksin ki, taksici kendini hazırlasın, seni de getirene kadar yazsın, sen öle inerken söylersen ne istediğin yerde inebilirsin, ne de taksici sakin olur dedi.

Dövecek miydi beni?

Korktum, sustum...

Cuma, Haziran 13, 2008

Yine sigara hikayesi yine taksi

Son günlerde taksilerde bozuk para vermediğiniz zaman başınıza gelen "sahte para" hikayeleri, beni de etkiledi ve sırf para bozdurmak için, taksiye binmeden önce sigara aldım (3 paket - "satınalmayı öne çekme" yaklaşımı denebilir) sonra bu paketler elimdeyken taksiyi durdurdum. Şoförün duruşu bir tuhaf geldi. Az önce cinayet işlemiş de yola çıkıyormuş gibi kafası ve bakışları dağınık duruyordu.
Elimdeki paketleri görmüş olsa gerek ki, biner binmez "abi, şu yokuşu çıkarken birer sigara içelim" dedi. "O yolda polis yok."
Meğersem sigarasızlık başına vurmuş adamın da, o yüzden o haldeymiş.

"İyi" dedim, "sen iç". Ben yakmadım. Sonra merak ettim.
- Şimdi polis görse, ceza kesecek olsa, ikimiz de içiyorsak, kime kesecek cezayı diye sordum.
- Benim cezayı plakama, seninkini de kimliğine keser. Dedi.
- Hmm dedim.

Oradan başka konuya geçti. "Abi, bizim patronun yedi-sekiz arabası var (taksi olarak) onların içinde bir defa bile ceza gelmeyen araba benimki" dedi. Kafamı salladım. O devam etti: "Diğer arabalar hep kırmızı ışıkta geçmekten, hatalı sollamadan, U dönüşü yapmaktan falan ceza yer, ben bir kere bile yemedim."

- İlk cezanı bu sigarayla almayasın sakın, dedim.
- 'Yazsın ya, bana ne. Ben ceza kesilirken öyle polise gidip "abi yav, yapma yav" falan diyenlerden değilim. Cezam neyse, alırım makbuzu, giderim patrona, yarısını sen öde, al benim payım da burada diye parayı veririm' dedi.

Benim kafam biraz karıştı. "E hani sen hiç ceza yememiştin aga" diyecektim ama, baktım bakışlar sigarayı içmesine rağmen düzelmiş değil. Boşver dedim. Zaten ineceğim yere az kalmıştı. Sohbete dalmayalım o kadar deyip, vazgeçtim. Az ileride de indim.

Salı, Haziran 03, 2008

St. Petersburg'da "büyüklerimi saymak"



Hikayemiz taa St. Petersburg'dan, Atilla İlhan'dan. Ayrıca sanırım blogumuzdaki ilk troleybüs girişi de bu oluyor. Teşekkürler Atilla İlhan.

İlkokullarımızın, okula giriş parolası vardır, "Türküm, doğruyum, çalışkanım" diye başlayıp devam eden..
Malum "and"ın içinde "yasam, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak" kısmı vardır ya..
işte bu kısım, bizim kültürümüzün bir parçası olarak, kanımıza dahi işlemiş. Biz büyüklerimizi hep sayarız hani..
Ben küçükken büyüklerimizi sayma olayını en çok otobüslerde yaşardım.
Hiçbir zaman oturarak gittiğimi hatırlamam evimize, hep büyüklerimi sayardım! ( kaç taneler diye :p )

St.Petersburg'da yaşayan bir Türk olarak, şehre ilk geldiğim günlerde "andımız"a inat, yaşayan insanlar gördüm burada..
Gençler değil, aksine yaşlılar.. Otobüste, troleybüste, tramvayda, metroda hiç fark etmez..

Elinde pazar arabası ile, beli bükülmüş ve önünde duran otobüsün üç tanecik merdivenini nasıl çıkabilirim düşüncesi ile duraklayan bir babuşka (yaşlı nine) görürsünüz şehrin herhangi bir durağında.. Bu halde onu gören ben, otobüsten inip yardıma meylederim lakin kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle, eliyle reddeder beni, gözümün içine bakarak kızgınlığını ifade eden şeyler söyler.. Tam anlamam ama ters bir şeyler olduğunu düşünerek yerime geçerim.. İlk adımı atması en zoru olanıdır onun için, çünkü arkasındaki pazar arabası ile birlikte adımı attıktan sonra dengede durabilmesi, o yaşlı bedene zor gelir. Ta ki, içeri girer, 1-2 dakika soluklandıktan sonra, kafasınını yerden kaldırır ve etrafına göz atar. Kendisini süzen bakışlar arasında, bir tane insan kalkıp da yer vermeye niyetlenmez, üstüne üstlük benim kalkıp yer vermeye kalkışmam, başka bir anormalliğin başlangıcıdır, otobüste.. Babuşka, bir burun kıvırır ki, mimiklerinin kahrından erir gidirsiniz, o kadar ezer sizi bakışı ile.. Kalkmam yerimden, zaten şaşkınlıktan çakılıp kalmışımdır, nereye kalkayım..

Sonraları dillerini de anlamaya başlamakla birlikte, şunları da duymadı değilim: Metro kapısında: "Git ordan genç adam, tek başıma kapıyı açamam mı ben, niye tutuyorsun"
Bir kez daha yer verme girişimi: "Tamam tamam, görmüyor musun, duruyorum ayakta"
Bir diğerinde: "Otur otur, sen daha yaşlısın benden!"
Bu gibi laflar.. Pek sık karşılaşırsınız bu durumla..

Yerinizi kabul eden ama bir teşekkür dahi etmeyen insanların yanında, çok medeni, çok tontonlarını da görürsünüz, gözlerinin içiyle gülerler size teşekkür ederken..
Ne olursa olsun, kanınıza işlemiştir bir kere "andınız".. Otobüste, troleybüste, tramvayda, metroda..
Fark etmez, neler duyacağınız umrunuzda değildir, kalkarsınız hemen yardım eder, ya da yer verirsiniz babuşkalara.. Deduşkalara..

Biliyorum neden böyle bu insanlar diye düşünüyorsunuz.. Ben de merak ediyorum..

Kız mı, Erkek mi?

Ellerimizde 'T cetvelleri', bölümün en 'baba' derslerinden birine girecek olmanın stresi ve uykusuzluğuyla durakta bekliyoruz. Çok geçmeden otobüs geliyor. Daha otobus durağa gelmeden şöför abimizle göz göze geliyorum; Cem Yılmaz'ın az gelişmiş versiyonu diyebileceğimiz bir tip. İlk görüşte elektrik alıyorum yani (yanlış anlaşılma olmasın=))

Derken bir elinde 'T cetveli', diğerinde koca koca A-2 kağıtlar olan ve her halinden öğrenci olduğu anlaşılan arkadaşım otobüse biniyor. Ve o 'muhteşem' diyalog gerçekleşiyor;

- Bir öğrenci abi

- Ne?

- Şey, bir öğrenci abi işte!?!

- Öğrenci öyle mi? Eminsin yani..

- Eminim, evet!

- Hımm, peki şey, kız mı yoksa erkek mi?

- !!?!!

Bu diyalogtan sonra epey gülüyoruz; ne stres kalıyor, ne de uykusuzluğun verdiği yorgunluk. Tabi aynı şeyi arkadaşım için söyleyemiyorum=))

IETT



iett linki: Burada.

Pazartesi, Haziran 02, 2008

Taksi Hikayesi - Klimanın Gazı

Hikayemiz Osman'dan.

Geçen gün Istanbul'da, Cumartesi sabahı kalktık kahvaltıya gidiceğiz bir arkadaşımla. Hava inanılmaz sıcak. Taksiye bindik. Taksi de hayvan gibi sıcak. Anladım ki gideceğimiz yer en az 20 dakika ve bu gidişle ulaşana kadar sucuk olacağız. Dedim ki içimden "bu taksi klimayı benzin yakıyor diye açmıyor, ben iyisi mi buna birkaç YTL fazla vereyim, o da klimayı açsın. Şoföre döndüm ve daha "Abi klimayı bir açars.." dememiştim ki... Şoför amcam lafımı direkt olarak kesip ekledi: "Abi klimanın gazı bitti".. Ben kafa salladım ve devam ettim..."Bazı şoförler fazla yakıyor diye klimayı açmıyorlar, ben sana fazladan 5 YTL versem açar mısın?".. Cümlemi bitirmemle birlikte şoför amcamız gözlerimin içine baktı şöyle bir....(Yalancı durumuna düşmek mi daha iyi yoksa 5 YTL mi diye kafasında 2.5 saniyelik bir hesap yaptı, baktı ki kurtarmıyor bastı klimanın düğmesine) ve ben klimanın üflemesinden neredeyse koltuğuma yapıştım. Serin serin gittik gideceğimiz yere... Sağolasın tartışmasız yalancı şoför amcam benim.

Cumartesi, Mayıs 31, 2008

Taksi Hikayesi - Sigara, Nöbet tutan asker ve devamı

Geçen gün Dolmabahçe'den Levent'e gitmek üzere taksiye bindik. Üç kişiydik.
Taksiye binmeden önce yol kenarında bekleyen taksiciye boş olup olmadığını sorduk. İstekli görünmeyen şoföre bizim Savaş "biz turistlerden daha çok para vereceğiz" diye espri yaptı. Bana mısın demedi bekleyen şoför. Adam, el-kol hareketleri ile bize turist beklediğini belirtirken başka bir taksi durdu önümüzde. Meraklı bakışlarla diğer taksicinin bize ne söylediğini anlamaya çalıştı.
- "Almadı mı sizi" diye sordu.
- "Yok" dedik "turist bekliyormuş"
- "haa ben de mesafeyi beğenmedi de almadı sandığım için birkaç laf diyecektim" dedi.

Polemiğe meraklı bir şoför olduğu izlenimi bıraktı bende. Neyse, ben ön koltuğa oturdum, bir de ne göreyim. Torpido gözünün üstüne kocaman bir "Sigara içmek yasaktır" sticker'ı yapıştırılmış. Öyle bir sticker'ı, arabasına hiç acımadan yapıştıracak birisi sigara kullanmıyor olsa gerek diye düşünüp, gözlemlerime sağlama yapmak üzere şoföre sordum:
- "Sigara kullanmıyorsunuz herhalde" dedim.
- "Evet" dedi, "sigara içmiyorum".

Gözlemlerimin doğruluğunu ölçtüğüm için rahat bir şekilde sustum. Tam o sırada Dolmabahçe Sarayı'nın önünde nöbet tutan askerlerden açıldı konu. Biz herhangi bir fikrini sormamıştık şoförün kendi aramızda konuşurken ama adam başladı yorum yapmaya:
- "O askerlere acıyorum ya." diye girdi söze "yanlarında fotoğraf çektiriyor cıbıldak karılar, adamlar hiçbir tarafını kıpırdatamıyor bile".

Bu tuhaf yoruma Savaş soru ile döndü:
- "E ne yapacak asker, tecavüz mü edecek sanki hareket edebilse?"

Şoför gülmeye başladı:
- "Dağ başında mıyız abi, tecavüz etmek o kadar kolay mı."

Haa, yani dağ başında her şey mubah. Bunu ima etmeye çalışıyor galiba şoför. Tipi de saçlarını kısacık kestirmiş bir Al Yankovich tipi (gözlükler aynı onunkisi gibi, numarası biraz daha yüksek sadece.) "İyi ki üç erkeğiz" diyorum içimden.

Sonra Levent'e gelince, iniyoruz.

Perşembe, Mayıs 22, 2008

Dün, sigara yasağı sebebiyle, bina dışında sigara içiyorduk bir kadın yanımıza yaklaştı.
- "Elli milyon bozuğunuz var mı" diye sordu.

Şaşırdık, kaldık. [Ben de bu soruyu "elli milyonunuz var mı" diye algılayarak tuhaf tuhaf bakıyordum kadının sıratına...]

Diğer arkadaşlar kadının nereden geldiğini görmüş. Meğersem, taksiden inmiş ve elinde bütün parası ile yoldan geçen, orada dikilerek sigara içen herkese gidip "elli ytl'lik bozuk parası olup olmadığını soruyormuş".

En sonunda yolun karşısındaki büfeler önerildi kendisine. O sırada ben de taksiciyi takip etmeye başladım. Arabadan indi. Motor kapağı civarında dikildi. Hani "tonton amca" dedikleri türe yakın bir adamdı (plakasını yine almadım). Bir kadına "git bu parayı bozdur gel" dediğini söyleseler, "hadi canım ordan, böyle tonton amcalar yapmaz öyle kabalıklar" derdim. Adam hiç çekinmeden kadını oradan oraya sürükledi.

Sonra kadın bir şekilde tekrar çıktı ortaya, taksiye doğru yürüdü ve -utanmadan- elini uzatan taksiciye 10 YTL verdi ve gitti.

Bozuk para hikayesi bu da, madem o zaman az ilerideki simitçinin veya büfenin önüne çek arabayı, müşterini öyle sokaklarda süründürme, di mi? Ya da bozuk paran yoksa, hiç yola çıkma. Önce paranı bozdur sonra çık trafiğe. Di mi?

Cumartesi, Mayıs 17, 2008

Blog ödülleri 2008 ödülümüz


Sonunda, fotosu burada.

Taksi Hikayesi - Bozuk para

Bugün acil bir şekilde gitmem gerektiği için, yürüyüş yapmayı erteleyip kısa bir mesafe için taksiye bindim. Binmeden önce de cebimdeki metal paraları cebimden çıkarıp elimde topladım. 3 ya da 4 ytl tutar diye hesap ediyordum ve 3.60 küsur gibi bir rakam tuttu.

İneceğim sırada, avcumda paraları ayırırken şoför ne derse beğenirsin:
- "Abi" dedi "bir bayan olsaydı, o bozuk paraları almazdım" dedi.

Hiçbir şey anlamadığım için adamın suratına baktım tuhaf tuhaf.

- "Neden" diye sordum.

Bir şey diyecekti ama içine attı, besbelli. Ben de çok fazla üsteleyip öğrenemedim.

Ama deli gibi merak ettim. Neden "bozuk para" bulmuş iken reddeder? Çözemedim. Var mı metal para vermek istediği için reddedilen bir bayan?

Çarşamba, Mayıs 14, 2008

İlk duraktan bindim bu otobüse :)

Herkese merhabalaar.Tüm blog kürenin bildiği gibi geçen hafta çok keyifli bir akşam yaşadık.O akşamdan bana kalan en güzel ödüllerden biri siz otobüs yolcularını keşfetmem oldu. :) Bir sürü ulaşım aracı hikayesi olan ve gülmeyi çok seven biri olarak bu blogta yer almak istediğime inandım.Saolsun arkadaşlarım benide davet etti,keyifle geldim oturdum koltuğuma.Yeni hikayeler çıkacağının en iyi göstergesi ömrümde ilk kez 46 numaralı son koltukta dönmem oldu blog ödüllerinden :)) 46 numaradan gözlemlediklerimi yakında yazarım,şimdilik sadece tanışalım istedim.Aranızda olmaktan çok mutluyum :) Cam kenarında oturduğum sürece sorun çıkarmam :P Sevgiler ;)