Pazartesi, Ocak 29, 2007

Ağır ağır 'ineceksin' o merdivenlerden...

Yeni bir şehrin otobüslerine ve diğer ulaşım araçlarına alışmak; havasına, suyuna, taşına, toprağına alışmaktan daha bir zor geliyor bana da. (Burada hemen sevgili Selim Yörük'ün çok sevdiğim Müsait bir yerde inebilir miyim İstanbul? yazısı aklıma geldi.)

Ankara'ya gelişimin henüz ilk ayını bile çıkmamış. Beynimi tam kapasite çalıştırıp bütün şehri öğrenme telaşı içindeyim. Ama öğrendiğim semtler listemde yarım bir Bahçelievler'den başka bir şey yazmıyor henüz.

Bir şehrin kaybolmadan öğrenilemeyeceğini hep savunurum. O yüzden yanında şehri tanıyan biriyle gezerek, o yolların ve raconların akla kazınmasını beklememek gerek. O çamura gireceksin, o telaşa düşeceksin, soğuk terler döküp tövbeler edeceksin, iç sesine küfürler öğreteceksin... Bak bakalım unutuyor musun bir daha o yolları?

Ben de o zamana kadar Ankara'yı, ancak yanımda ablam olduğu halde tanıyorum. Ve sonunda artık kaybolma zamanımın geldiğini düşünüyorum.

Bir gün okul çıkışında eve değil de Kızılay'a gitme kararı alıyorum. Önemli bir karar vermiş olmanın güveni bana acayip tripler pompalıyor. Tomb Raider edasıyla atlıyorum servise. Şoföre "Kızılay'a çek, çabuk!" diyorum. Şoför amcadan "dörtte kalkir servis, az bekle" cevabını alınca kendime dönüyorum. Dört geliyor, hareket ediyoruz. O Köy Hizmetleri binası senin, bu Diyanet İşleri binası benim, çirkinliklerine henüz alışamadığım yapı manzaralarını izleyerek Kızılay'a varıyorum.

Kızılay başımı döndürüyor. Dost'tan çıkıp Bilim ve Sanat'tan fanzin topluyorum. Elim kolum dolu kafe keşiflerine çıkıyorum. Nerenin çalışanları daha samimi, nerenin müzikleri daha bana göre hepsini tek tek öğreniyorum.

Akşam oluyor. Metro istasyonunu bulup içeri giriyorum. Soğuk terler sırtımdan dökülmeye başlıyor. Çünkü metroya ilk kez kendi başıma biniyorum! Öncelikle biletim yok. Bilet almalıyım. Öğrenci pasomu henüz almadım, buna rağmen öğrenci bileti alabilir miyim acaba? Bilet ne kadar diye sorarsam Ankara’da öğrenci olmadığımı zannederler mi? Hadi bileti aldım, o kartı makineye sokup çıkarırken sorun yaşar mıyım? Gören olur mu? Ya turnike açılmazsa, olur mu olur. Özet olarak, kendimi bin yıllık Ankaralı gibi hissetmek, kimseye bu işlerin acemisi olduğumu göstermemek istiyorum. Bu yüzden de, zaten ördek kıvamında olan ben “şaşkın ördek” mertebesine yükseliyorum.

Metro ve Ankaray hatlarının kesiştiği duraktır Kızılay. Ankaray hattı için, turnikeyi geçtikten sonra sağ ve sol taraflardan aşağıya inen merdivenler vardır. Trene bu merdivenlerden iner, sonra bir merdiven daha iner öyle binersiniz. Karşı tarafta, yolun karşı tarafındaki girişten gelenler için, yine giriş ve çıkış turnikeleri vardır. (Baktım anlatamayacağım çizeyim dedim. Baktım çizemiyorum, anlayanlar anlamayanlara anlatır artık diye düşündüm. Lütfen aşağıdaki çizimden, benim resim kabiliyetim hakkında sonuçlar çıkarmayınız. Photoshop bu, bilmeyenin elini 2 yaşındaki haline döndürüyor. Resim, üzerine tıklayıp büyütünce daha iyi görülüyor.)



Ben bu telaşe içerisinde gidiyorum, bir tam bilet alıyorum kendime. Sorun yok. Turnikeye bileti sokuyorum, bana geri veriyor, geçiş açılıyor. Sorun yok. Ama bundan sonrası ne? Bilmiyorum. Sağ ve sol taraflara da bakmıyorum, bakıyorum da görmüyorum koca koca merdivenleri. Yahu, birkaç kere de bindim bu trene, insan bir dikkat etmez mi nereden varılıyor hedefe diye? Burası da pek tren geçecek bir yere benzemiyor. Ray yok, tünel yok, daha çok büyük bir hol gibi. Tenha bir saatti demek ki, koyun gibi takip edebileceğim gelip geçen birileri de yok. Zaten bekleyecek mecalim de kalmamış. Zira orada bulunan herkesin beni izleyerek ‘işte bir hıyarloti daha’ deyip ‘nıhaha haha haha’ diye güldüklerini zannediyorum.

Bütün bunları düşündüğüm birkaç saniye içinde karşıda, benim girdiklerimle aynı olan turnikeler gözüme çarpıyor. ‘Herhalde’ diyorum kendi kendime, ‘başka bir yol olmadığına göre buradan çıkılıyordur.’ Gidiyorum, karşıdaki çıkış turnikelerinden bir güzel çıkıyorum. Aslında metronun yeraltından gittiğini, mantık olarak trene varmak için bulunduğum yerin aşağısına inmem gerektiğini biliyorum. Ama aklımı adrenalin kaplamış bir kere. Gidip oradaki merdivenlerden birinden yukarı çıkıyor ve kendimi yine Kızılay’da buluveriyorum!

Şimdi, Kızılay’dan Ankaray’a bineceğim her zaman, o merdivenleri görünce gülümsüyorum. Halbuki o kadar büyük ve o kadar meydanda duruyorlar ki, hala nasıl olup da göremediğimi anlamıyorum. Asıl komik olan, kendimi Kızılay’da bulunca ‘amaaan’ deyip, bir şey olmamış gibi tekrar gezmeye devam etmemdir. Kızılay’dan Kızılay’a gittim ben o gün.

Cumartesi, Ocak 27, 2007

Otobüse Önden Binilir de, Nerden İnilir?

Bursa'ya geldiğim ilk yıldı. Kendi ayaklarımın üzerine durma vaktiydi. Eve yerleşme, okuldu filan derken, ilk fırsatta ev arkadaşımla birlikte şehri keşfetmeye çıktık. Burda Özlem'ciğimi de anmış olayım, hikayede katkısı büyüktür :) Atladık otobüse şehir merkezine doğru gidiyoruz ama hiç bilmeyerek. Sadece ineceğimiz durak tarif edilmişti. Her yerin de o durağa göre tarifi alındığı için, durak son derece önemliydi bizim için. O zamanlar Bursa'da up uzun, körüklü, kırmızı, hantal mı hantal otobüsler vardı. Şöför gaza bastıkça can verir gibi sesler çıkarıp, sık sık yolda bozulanlardan. Neyse, biz otobüsümüzdeyiz yolumuza devam ediyoruz. İneceğimiz durağa geldik. Durağı kaçırmamış olmanın mutluluğuyla yerimizden kalkıp, arka kapının önünde dikilip kapının açılmasını bekledik. Tüm kapılar açıldı, bizimki açılmıyor. Kapı duvar. Sıkıştı herhalde, açılır herhalde falan diyip bekliyoruz hala. Baktık açılacağı yok, durak da kaçacak, orta kapıya doğru koşar adım ilerledik. Tam kapının önüne geldik ki, kapı kapandı, teker döndü. Vah, tüh, şimdi ne yapıcaz, diğer durak nerde ki falan diye bir endişe aldı bizi. İneceğimiz sonraki duraktan geri dönmemiz gerekiyor ya, otobüs giderken geçtiğimiz her yeri dikkatle beynimize kazımaya çalıştık kaçırdığımız durağa dönebilmek için. Bir süre sonra ikinci durağa geldik. Biz orta kapıda bekliyoruz. Bütün kapılar açıldı, hatta biraz önce açılmayan arka kapı bile. Bizimki açılmıyor. Bizdeki şansa bak! Bu sefer de bir umut arka kapıya koştuk, tam kapıya geldik ki yine teker döndü, otobüs hareket etti. Bu durak da kaçtı. Olay mahallindeki yolcular iki durak mesafesince bizi garip garip izledikten sonra, aslında sadece inmeye çalıştığımızı anladılar da, sağ olsunlar bize kapının üzerinde duran kırmızı küçük düğmeyi gösterdiler. O küçük düğme kurtuluşumuz demekti. Bastık sonraki üçüncü durakta indik. Tabi tarif marif her şey bitti, biz keşif yaptık. Bizim geldiğimiz yerlerde küçücük otobüsler, durmak için durak aramayan ve ‘Sağda ineyim!’ diye bağıran herkesi istediği yerde bırakan duyarlı şöförlerle yapılan toplu ulaşım hizmeti bulunduğu için büyük şehir adetlerini anlayamadık. Tam köyden indim şehre durumu yani :)

H.Ş.B.S.A : Her Şeye Burnunu Sokan Adam

Üsküdar'dan 2 numaralı otobüse atladık. Amacımız Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsünde inmek ve Kenan Doğulu konserinde deliler gibi eğlenmek... Otobüs bizim gibi öğrencilerle tıka basa dolu! Üniversite durağına gelmeden kız arkadaşla aramızda konuşuyoruz. Ancak herkes bizi dinleyebiliyor. Orta kapının önündeyiz. Öyle bir ortam hayal edin...

- Sen üniversite durağını biliyor musun?

dediğim anda yardım etme coşkusuyla yanıp tutuşan hemen karşımdaki adam sazıyor muhabbete:

- Üç durak var daha, gelince ben söylerim size.

Ardından kız arkadaş 'Ben biliyordum zaten!' dedi. Neyse biz konuşmamıza devam ediyoruz. Konserden sonra amcam beni alacak filan diye bahsediyor.

- Nerden?

- Kerem pastanesinde beklicem.

dediği anda adam ikinci kez daldı, yardım edecek ya!

- Kuyubaşı durağında ineceksin, bir durak sonra.

Yuh be adam! Nasıl adammışsın sen, anlayamadım ki! Türünün son örneği...
Kız arkadaş gıcık oldu tabii, ben gülmemek için zor tutuyorum kendimi. Otobüsten inince ağız dolusu güldüm. :) Sonra da bloga yazmak için telefone not aldım. İki ay sonra hikayemi okudunuz sonunda...

Çarşamba, Ocak 24, 2007

Dinlenme Tesisinde Duz mu Yaladın?

Isparta'dan Kars'a gidiyorum. Yol uzun. Hem de çok uzun. Yolcular tuhaf. Hava sıcak. Muavinse tanımlanamaz bir vaka. Ben ve bir arkadaşım arkalarda bir yerdeyiz. Hemen yanımızda da Kars'a değil de Paris'e gidiyorum havasında bir ceylan hatun. Uçak yolculuğunda sanki. Yüksek sesle konuşmakta ve tüm otobüstekilerin ve özellikle muavinin aklını başından almakta. Muavin hep yanımızda. Önlerde de bir beyamca var. Seslenip seslenip su istiyor. Muavin, hatundan ayrılmanın ve şuh sohbetini kaçırmanın siniriyle suyu verip geliyor. O da ne? Adam tekrar su istiyor. Muavin kuduruyor ve bağırıyor;
-Ne var yav ne var? Dinnenme tesisinde duz mu yaladın?
Ben ve arkadaşım dumur ve kopuş....
Su istemek mi? Bu muavinden mi? Sesimi çıkarmadım ayol. Densiz bana bir laf edecek, direkt kavga sebebi. Öyle ,çek müsait yere ineceğim, de denmez. Zor yıllar. Otobüsler yakılıyor falan.
20 saat yol gittik ama çoook şey öğrendik:)

vah yavrum vah..

Üniversitede okurken; okula gidiş için 3 vasıta kullanırdım..Göztepeden dolmuşla/otobüsle kadıköy, kadıköy'den vapurla eminönü ve ilk duraktan tramvayla beyazıd.. (tramvay kullananlar bilir; anonsları pek komik olurdu - sen kot ceketli, önce inene yol ver yavrum..üniversitede okumakla olmuyo :)) ya da duygusuz bir ses tonuyla Sultanahmet - blue mosque /turistler için..İşte deminki "beyazıd" durağını da aynı o tonda okumanızı isterim..)

Dolmuş kısa sürdüğünden; tramvayda da okuldan birilerine rastladığımdan sadece vapurda (şanslı günümdeysem eğer) bişeyler okuyabilir ve müzik dinlerdim..

Gene böle bi sabah; vapurun üst katında içerde; merdiveni çıkınca karşınıza gelen kapısız ana salonda (eminönü vapuru yalnız; bi düzgün hayal edin; beşiktaş diil :) sağdan ikinci sırada ters oturuyorum daha az kişiyle yüzyüze gidebilmek için..
Karşımda da orta yaşın üzerinde bir teyze var; çantası dışında mutlaka bir de torba taşıyan bütün yaşıtları gibi elleri kucağında kavuşmuş etrafa bakıyor..

İnsan kendisine uzakta da olsa bakan gözü hisseder ya hani...biliyorum, başım önde kitap okusam da, kulağımdaki müzikten başka ses duymasam da bana bakan biri var..kafamı kaldırıp da baksam mı acaba?..aman kimse kim yaa..ne bakıcam..sabah sabah şimdi sinirlenicem ne bakıyor bu bana diye..boşver oku sen..off okuyamıyorum ki..müzikle tempo tutucam tutamıyorum ayağımla; bana bakan kiimm??

Kafamı yavaşça kaldırdım sağı solu taramak için; ama kaldırır kaldırmaz zaten markaja alındım..o teyzeymiş evet..biraz bakıştık, sonra ben başımı indirip korunaklı dünyama geri döndüm..ara ara baktım hep bana bakıyodu ve gittikçe acıyan gözlerle..merak etmedim diil ama kitabın güzel bi yerindeydim..(merak eden varsa; puslu kıtalar atlası..ihsan oktay anar)
neyse okula bir vasıta kaldı sonunda biz eminönüne yaklaştık ve vapur tam durmadan her Türk insanı gibi ayağa fırladık..teyze de fırladı neyine güvendiyse :)
Sonra ilk iskeleye vuruşumuzda düşecek gibi oldu torbası ve çantasıyla ben de refleksle kolunu tuttum hemen..bana daha da acıyan ama minnettar bi bakışla döndü duyayım diye bağırarak "SAĞOL, EVLADIM..EKSİK OLMA" dedi...
neden bağırdı bu kadın bana şimdi yaa..bağırdı ama iyi bişey de dedi aynı zamanda yani yüzünde kızgınlıktan çok acıma vardı..alla allaaaa..garip bi ifadeyle baktım suratına sanırım..kulaklıkları çıkardım; zaten müzik çalmıyodu, şaşkınlıktan kulağımda kalmış öyle..
"ÇIKARMA ÇIKARMA, DUYMAZSIN KORNAYI FALAN ALLAH KORUSUN" dedi bu sefer de..
yaaa ters giden bişeyler var işte..çıkarmazsam duymam asıl..annem öle der hep; bu kadın farklı bir kültürden mi acaba...heheheh :)) bak sabah sabah ne kadar eğlendim kendi kendime..
gene garip bi ifade ve iç sesle baktım kadına..başkasıyla konuşuyordu..benim hakkımda..
"yavrum, pek küçük daha , pek sevimli..işitme cihazı kullanıyo bu yaşta, kader işte.."

yook kullanmıyorum teyze diycektim...buradan müzik geliyo herkesi rahatsız etmemek için kulaklıkla dinliyorum.. diycektim.. anlatacaktım.. ama kalabalık ilerledi.. teyze kalabalığa karıştı, bi an döndü bana baktı ama hızla yok oldu gitti.. anlatacaklarım bana bile saçma geldi..kimseyi rahatsız etmemek için kulaklıkla dinlemek.. mecburum sanki.. evet radyolar, pikaplar bu kadar küçüldü teyze.. evet hızlı ilerliyo herşey.. evet eski tadı yok hiç'bişeyin tabii haklısınız.. tabii ki dinleyebilirsiniz buyrun.. hepsi saçma geldi birden, herşey..

Kimseyle karşılaşmak istemedim; tramvayla değil yürüyerek gittim okula mercan yokuşundan, müzik dinlemeden, etrafı dinleyerek...

Müzik dinliyordum teyze, yanlış anlama

Eğer yanımda bana eşlik edecek herhangi biri yok ise kulaklarım müziksiz dışarı çıkmaz. Severek dinlediğim müzikleri topladığım o alet kulağıma tepkisiz kalamadığım tınıları fısıldar. Bu benim ve kulaklarım için yüksek sesli bir müzik resitali olsa da, dış dünya bunu gerçekten de bir fısıldama olarak algılar.

Bilgisayarımda, monitör önünde baterist ya da solist taklidi yapmama neden olacak kadar zevk alarak dinlediğim parçalara cadde ortasında ya da otobüste denk gelince kısıltılı bir alana sıkışmış gibi hissederim. Bu halim dış dünya tarafından da farkedilir hale gelince de işler karışır.

Tempo tutmak için kıpırdamaya başlayan ayaklarımı huysuz bir atı dizginlemeye çalışan seyis misali sakinleştirmeye çalışırım. Önce sıkıca tutar, sonra usulca okşarım, ki dinginleşsinler.

Uyuklamaya başladığı için başı öne düşen ve ardından başın fazlaca hızlı düşmesi nedeniyle uyanıp şaşkın ördek misali etrafa bakan amcaları izlemeye çalışırım ki, kendi başım onlara benzemesin. Çünkü tempoya uymak için emme basma tulumba taklidi yapmaya o kadar hazırdır ki o anda...

Başımın ardından sol elimin işaret parmağı isyana kalkar. Kalkar, iner. Kalkar, iner. Arada bateri ataklarını taklit edercesine baş parmağım da yardıma koşar. Karşımda oturan, çantasını elleriyle birlikte böğrüne monte etmişler de, zorla kendine sarılmak zorunda kalmış gibi görünen başörtülü teyzenin kıpır kıpır olan elimi çekingen gözlerle izlediğini görünce, sağ elim hemen solunun üzerine atlar. Kamufle görevi başarıyla yerine getirilmiştir. Ama sağ direnmekte, hala kamuflaşın içerisinde kımıl kımıl oynamaktadır. Dikilen gözlerin sayısının azalması ona bu kadarcık bir musamaha göstermemi sağlar.

Nakaratın en sevdiğim kısmı gelir ve solistle birlikte haykırmak için çoşkun bir şelale oluşur içimde. Çoğu zaman dışarıdan görünmeden kuruturum o şelaleyi ama bazen, ağzına kadar dolu sürahide taşınan su gibidir içimdeki. Her ne kadar "Dur, dökeceksin" diyerek yavaşlamaya çalışsam da bir şekilde çalkalanarak yere dökülür; melodik bir "Aaaaa ha aaaa hey" şeklinde. Otobüsteki tüm popülasyonun baş kısmının birden bana doğru dönmesi, yere dökülen su nedeniyle ıslandıklarının sinyalini verir bana. Bu yüzden hemen elim koşa koşa gidip ağzımı kapatır, başım, biraz önce evin en değerli cam aksesuarını kırmış çocuk gibi öne eğilir.

Bünyemin girdiği bu garip koşullar nedeniyle, gözlerinin ucuyla bana bakan teyzelerin, amcaların "Sara hastası mı acaba?", "Sapıktır, sapık!" benzeri konuşmalarını algılamaya çalışırım ağızlarını okuyarak. En kötüsü de, tam otobüsten inerken parça arası sessizliğe denk gelir, "Deli deli... Aman yarabbi, maazallah" benzeri şeyler duyarak inerim.

Otobüs hızla gitmek için hareketlenmişken aklıma "Kulağımdaki kulaklığı göstereyim de benim müzik dinlediğim için şekilden şekile girdiğimi, deli olmadığımı anlasınlar" fikri gelir. İyice tartılmadan gerçekleştirdiğim bu eylemin sonuçları daha kötü olur, bir adet havada ampul çevirme hareketi alırım teyzeden. Geri dönüp, indiğim durağa baktığımda da benzer bakışlar gelir. E pek tabi normal. Hızla kalkıp gitmekte olan bir otobüse kulağını gösteren biri hakkında ne düşünürsünüz ki?

Son olarak içimden, keşke o teyzenin telefon numarasını edinebilsem de durumun iç yüzünü açıklasam diye iç geçiririm.

Merak ediyorum, "Merhaba Teyzecim. Ben bugün Taksim'e gittiğiniz otobüsteki, havada ampül çevirerek 'deli deli' işareti yaptığınız çocuğum. Aslında ben deli değilim, müzik dinliyordum, yanlış anlamayın" benzeri bir girişle karşılaşan teyzenin tepkisi ne olur acaba? Bildiği herhangi bir akıl hastalıkları hastanesi telefonu yoktur inşallah.

Not: "Neymiş yahu bu seni garip hallere sokan müzikler" diyenlere yemeklerden önce üç tatlı kaşığı şurup tavsiye ederim. Öksürüğe iyi geliyor.

Salı, Ocak 23, 2007

Bir taksi hikayesi

Tuna Kiremitçi'den. Link aşağıda.

Ben Şahidim

Pazartesi, Ocak 22, 2007

Motorrr! (eh bir nevi vapur)

Ayrıca başlıktaki çift "r" aynı zamanda da az da olsa yeni başlayan çekimin duyurusunu yapan bir yönetmen edası da taşımıyor değil hani, hazır yeni başlayan Kadıköy-Kabataş seferinden ve o seferdeki "bu sefer de ölmedi" kızdan bahsedeksem... (doğru okudunuz bütün bunların hepsi sadece bir cümlede oldu) :)

Sabahları .15 ve .45 zincirini bazen kırmakta fayda olduğunu gördüm. Bu yeni hat ile .30 ve .00 saatlerinde deniz yolumuz var artık. Var ama ikidir denk geldiğim -ki en fenası bugündü, çünkü yanımda oturdu ve Kabataş'a kadar bir duman bulutu ile birlikte gittim- bir kız var bu 08.00 Kadıköy-Kabataş seferinde, kendisi öldü ölecek. Hayatımda bu kadar çok sigarayı bir çırpıda tüketen başka birini daha görmedim, tanımıyorum. Ben içmediğim için zaten anlamsız gelen uğraş bambaşka bir boyutta bu kişide. Buradan kendisine ve dolaylı olarak da ailesine ve diğer tüm sevdiklerine sesleniyorum.

"kızınız elimde değil ama onun hayatı sizin elinizde,
ailesi olarak öncelikle şunun sigara paketlerine el koyun,
sevgilisi olarak da sen delikanlı her ne yapıyor da üzüyorsan
bırak şunu artık da kız rahat bir nefes alsın!
bu sefer ölmedi ama bi dahaki sefere onu kaybedebiliriz, söylemesi...."

Kral şoför adayı :)

Bir gün Bostancı Deniz Otobüsleri İskelesinin önünde ki duraktan otobüse binicem, bekliyorum...

Bilmeyenler için Kadıköy - Bostancı arasındaki sıralama şu şekildedir;
Deniz Otobüsü İskelesi - Otobüs Durağı - Işıklar...

Ben durakta bekliyorum ve bir otobüsün iskelenin orda durduğunu gördüm ama hem uzağı görüp, numarayı okuyamadığım için, hem de ben o tarafa yürüsem o sırada otobüs durağa hareket edeceği için, nasılsa otobüsünde durakta durma zorunluluğu olduğu için istifimi bozmadım, bekliyorum...
Otobüs geldii, evet 17 (Kadıköy - Pendik) benim bineceğim otobüs, durakta durmadı geçtii ve ışıklarda kırmızı ışıkta durdu. Bu kez inatçı ben ışıklara yürüdüm ve beni görünce şoför bey kapıyı açtı. Akbilimi bastım, biraz ilerledim ama hala kendisine çok yakınım yani, durdum otobüsün gitmesini bekliyorum.

Şoförle aramızda geçen konuşmayı ve olayı aynen aktarıyorum;
- Hanfendi neden iskelenin oraya gelmediniz?
- Ben uzağı görmediğim için numarayı tam okuyamadım hem burası durak diye burda bekliyordum amaa..
- Hadi hadi tembelliğimden yürümedim gelmedim demiyosunda uzağı görmüyorum diyosun.
- Ben durakta bekliyordum o zaman sizde orda durmayıp, durakta dursaydınız. Hem madem bu kadar sorun olacaktım neden ışıklardan aldınız ki beni, geçip gitseydiniz hiç bu tartışmayı yaşamıcaktık.
- Alla alla yaa hala konuşuyo, hanfendi, istersen adresini ver evine kadar götüreyim...

(Ben şok olmuş, adama bakarken, ordan bir abi olaya dahil oldu...)

- Ne biçim konuşuyosun sen kızla, önüne bakta ilerle...
- Bak baaak genç kıza kur yapıcam diye onu koruyosun demeek.
- Ne diyosun sen be, ben evli barklı adamım ne kur yapıcam ona, sen dur bakimmm...
- Gel noluyo bişi mi yapıcaksın

(Burda şoför yolun ortasında durup, el frenini çekti ve otobüsün içine doğru ilerlemeye başladı, bu sırada Altıntepe'de falanız, ben iyice şok olmuş, ne yapacağını şaşırmış, elim ayağım titrer vaziyette, abiye dönüp)

- Rica ederim, ay lütfen bırakın gitsin yoluna, diyerekten abiyi sakinleştirmeye çalıştım amaa gözlerim falan doldu yani..

Araya girenler, ayıranlar şoförü tekrar koltuğuna oturttu.. Beni sakinleştirmeye üzülme kızım zaten bir acayip şofördü diyen teyzeler, üzülme kardeşim hiç bişi yapamaz diyen abi arasında 6 duraklık yolu geldim amaa.. Eve girdiğimde zaten yüzümü gören annemle babam kapkaça uğradığımı falan sandılar.. Hemen IETTyi arayıp şikayette bulunmak istedim ama yazılı şikayet etmek gerektiğini, telefonla hiç bir şikayeti dikkate alınmadığını söylediler.

Aradan bir hafta geçtikten sonra Kadıköy'de yürürken olayı hatırlayıp hırslandım ve Hareket Amirliğine gidip, olayı aynen size anlattığım gibi bu şekilde anlattım. (aynen böyle bir dilekçe yazdım) Aradan 4 gün geçtikten sonra IETT tarafından aranıp, olayla ilgilenildiğini ve gereken cezaların verildiği söylendi. Umarım öyle olmuştur.

Bu bir canlı bomba hikayesidir (!)

Judie Foster'ın baş rolünü oynadığı Flight Plan isimli filmde Araplar'ın potansiyel teröristler olarak gösterilmesi büyük tepki çekmiş, Amerikan halkının bu konudaki abartılı hassasiyeti eleştirilere sebep olmuştu. Açıkçası, filmin altını çizdiği bu duruma bir Ortadoğu ülkesi vatandaşı olarak ben de içerlemiştim. Tabii birkaç ay önce bindiğim 500T kodlu özel halk otobüsündeki bir adamı kılık kıyafetine aldanıp canlı bomba olduğuna kanaat getirerek ecel terleri dökeceğimi henüz bilmiyordum.

Elini kolunu nereye koyacağını kestiremeyen panik tavırlı ve oldukça kısa boylu bir adam otobüse ilk bindiğim andan beri dikkatimi çekiyordu. Dindar olduğu herhalinden belliydi. Oturur vaziyetteki bir insanın vücut ebatlarını değerlendirmek ne kadar zor olsa da, gövdesinin bu yapıdaki bir insana oranla çok daha geniş olduğunu fark ettim. Daha önceden de birini canlı bomba sanıp otobüsten inmişliğim olduğu için, bu konudaki algılarımın herkese göre daha açık olduğunu göz önünde bulundurarak bu adamın bir canlı bomba olduğuna karar verdim. İnsanları görünüşlerine göre yargılamanın ne kadar yanlış olduğunun bilincindeyim. Ancak söz konusu insanın kendi canı olunca ve benim gibi de paranoyak bir kişiliğe sahipseniz, tüm değer yargılarını bir kenara itmenizde bir sakınca görmüyorsunuz.

İşin tuhaf yanı, elimdeki tüm veriler de fikrimi doğruluyordu. Mesela o gün Papa'nın Türkiye'yi ziyaret edeceği gündü. Otobüsün biraz sonra Levent'ten geçecek olması, bombalama eylemlerinin genelde bu semt civarında gerçekleşmesi ve daha da ilginci, bu bombalama eylemlerini gerçekleştirenlerin, 500T'nin de güzergahında yer alan Kartal-Maltepe ilçelerinden yola çıktığının herkes tarafından bilinmesi tesadüf olamazdı!

Şimdi ben bu ruh halimle adamın her hareketini değişik şeylere yorar olmuştum. Onunla empati kurmaya, eğer ben canlı bomba olsaydım nasıl davranırdım'dan yola çıkarak onun hareketleriyle bunu kıyaslamaya çalışıyordum. Örneğin adam camdaki buharı silerken "Hah tamam benimki kuruntu canım! Ölmeye giden adam seyir zevkini düşünecek durumda olamaz" diye aklımdan geçirirken, adamın kısık sesle dua okuması "Eyvah galiba şimdi patlatacak. Eşşedüenlaaaa...." şeklinde tepkiler vermeme neden oluyordu. Böyle böyle Kozyatağı'na kadar idare ettim. Orada inmeyi düşünüyordum ancak içine düştüğüm bu ikilemin beni yavaşlatması durağı kaçırmama sebep oldu. 15 dk boyunca hiç durak görmeyeceğimiz İkinci Köprü yoluna girmiştik artık..

Vaktin nasıl geçtiğini inanın hatırlamıyorum. Köprü'den önce son durak olan Kavacık'ta kendimi aşağıya attım. Hatta otobüsün o esnada patlama ihtimaline karşı da kavşağın ayağını kendime siper ettim çaktırmadan. Bir sonraki 500T'ye binip de Levent'te inene kadar, meydana gelen çok büyük bir patlama yüzünden trafiğin bir yerde sıkışacağını, kimsenin ne olduğunu anlamayacağını ancak gerçekleri bir tek benim bileceğimi bekledim durdum.

Böyle bir şey olmadı tabii.

Daha sonraki günlerde o adamı 500T'de defalarca gördüm. İlk kez ayakta duruşuna tanık olduğumda, vücudundaki orantısızlığın sebebinin sakatlık olduğunu anladım. Mesela ben şimdi bu yazıyı itiraf.com'a yazsaydım, muhtemelen magmanın yerini sorardım..

Cuma, Ocak 19, 2007

Balık istifi

2004 senesi sonbaharı, sabahın köründe, Beşiktaş'tan Ortaköy'e giden İETT otobüslerinden birine atladık. Atladığımız anda karşımıza gülünesi, ağlanası hatta hıçkırıklarla dumur olunası bir tablo çıkmıştı...

Şoförümüz araba teybini camının önüne koymuş, 'Yallah şoföööeerr yallah!' dinliyordu, daha doğrusu hep birlikte dinliyorduk. Hiç unutmam otobüsün ön kısmı(yaklaşık on kişi) tamamen gülümsüyordu. Bir an 'Bu bir taktik mi lan yoksa, insanları sabah sabah mutlu etmek için..?' diye aklımdan geçirmedim değil! Neyse tam bu durumu üzerimizden atmıştık ki ikincisi meydana geldi. Şoför yolculara doğru bağırıyor:

- Dizilelim, arkalara doğru ilerleyelim...

Bunun üzerine hemen yanımızdaki amca patladı:

- Balık mıyız biz beeee!!!

Arkadaşım ve ben bir süre bakıştık ve anlam veremedik. Ne ilgisi var acaba balıkla diye düşünürken, otobüsten inince arkadaşımın jeton düştü. O an hayvanlar gibi yarıldık, çok gülmüştük çooook! Evet balık yaa, ince düşünülmüş bir tepki...

'Balık istifi gibi dizilmek' deyimiydi amcamızı sinirlendiren, ne amcaymış bee! Etkilendik doğal olarak... :)

Şöför Beeey,


Minibüste



Evet postumuzu okumaya baslamadan lütfen teybimizin "play" tuşuna basalım.

- Birader 2 tane yayla uzatır mısın?

Gayet otomatik bir şekilde parayı aldım ve önümdekinin omzunu dürtüp parayı uzattım 2 tane yayla diye. Minibüslerde standard prosedür düşüncelerinizi bile bölmezsiniz yıl 1994 ehliyetimi alacağım yayla da tanıdık sürücü kursu var bende sınava gidiyorum. Bir heyecan var ya çakarsam motordan diye düşünüyorum, ehliyet almak hayali kurulan bir şey artık kendi başıma bir insan olacağım araba kullanabileceğim. 18 ime giriyorum ve müzik beynimde yankılanırken bir yandan bunları düşünüyorum. Derken tozkoporan civarında bir yerden bir kız bindi. Ben böyle bir güzellik görmedim. Anlatılmaz bir ahu dilber. Bir anda ben unuttum ehliyet falan gözler kitlendi bu güzelliği sindirmeye çalışıyor derken zaman hızla geçti gitti ve kız iniverdi. Ben arkasından böyle dondum kaldım. offf oooofff.

Salı, Ocak 16, 2007

ablamdan bir adet hollanda ma'cerosu

Yıl 1988, ben kendimi aşıp enginlere de sığamadan taşıp Hollanda'ya gittimdi. Gittim diyorsam, şimdi Ankara'ya bile gitmeyeceğim bir miktar para cebimde sahte pasaport elimde şeklinde… Yani kayıt kuyut yok orada olduğuma dair. Neyse Hollanda kucak açmış beni beklemiyor tabii, ama o zaman Türklük bu kadarda prestijsiz değil gibi… Hollandaca dil bilgim ise elif mertek kıvamında.
Her an paranoya bakışlarla çevremi süzmekte olduğumdan yanımdaki insanlar beni sık sık uyarıyorlar ama o duygu insanın içinde öyle güçlü ki, engel olamıyorum. Bir de istikrarlıyım, nerede hangi ortamda olursam olayım paranoyamdan ödün vermiyorum. Bir gün gene etrafa bakarken bakarken tramvaya bindim. (Nereden nereye gidiyorsun? Evden işe-işten eve mi, geziyor musun? Elbette, para yok diyorum sana nerede gezeyim başlangıçta?!)
Tramvayda sivil giyimli, ama resmi bir görevi olduğunu anladığım baya iri kıyım 2 kişi bana bir şeyler demeye başlamasın mı?! Anlamazdan geliyorum (ne dediklerini zaten anlamıyorum da, bana söylediklerini anlamazmış gibi yapıyorum) ama onlar çok ısrar ediyor, ille de bizi anla tonunda hep aynı cümleyi tekrarlıyor.
Ben sevgili yurttaşlarımdan o kadar çok yabancılar polisi ve sınır dışı etme hikayesi dinlemişim ki, adamların kesin polis olduklarına kanaat getiriyorum… Ne kadar korktuğumu anlatmam mümkün değil.
(EEE?) Eeesi, nihayet yardım sever ve Türkçe bilen bir Hollandalı konuyu anlattı, adamlar sadece kontrolörmüş, kaçak yolcu var mı diye bilet kontrolü yapıyorlarmış... Biletimi gösterdim ve gideceğim yere daha 3-4 durak olmasına rağmen indim yürüdüm yürüdüm, kendime ancak gelebildim…
İşte beyle canım, o zamanlar şimdi bizim belediyelerin çok müthiş bir buluş sandıkları 1 saatlik seyahatlerde aktarmalar ücretsiz uygulaması vardı Hollanda’da. Bilet saatini geçip geçmediğini de bu kontrolörler denetliyordu.

(KAHRAMAN ABLAMMM!)

Pazartesi, Ocak 15, 2007

Eski günlerden bir dolmuş hikayesi

Denizli'nin dolmuşları bir gariptir. İnmek için "şoför bey, müsait bir yerde durur musunuz" diye seslenmenize gerek yoktur. Bildiğimiz kapı zilleri konmuştur dolmuşların her tarafına ve siz inmek istediğinizde o zile basarsınız. Kanarya sesi ile zil çalar ve şoför ilk durakta dolmuşu sağa çeker. Siz de inersiniz.

(Enteresan değil mi?:)

Denizli'ye ilk gittiğimde dolmuşlarda bu ziller yoktu (yıl 1996 idi) fakat sonraki senelerde her dolmuşta karşımıza çıkmaya başladı. Bizim gibi şehire dışardan, öğrenci vizesi ile gelenler bu uygulamayı güzel bir fikir olarak görürdü. Zira en arkada oturan, ince sesli bir bayanın "şoför bey inecek var" bağrışını, ön tarafta kendini Peugeot markalı minibüs motorunun gürültüsüne kaptırmış şoföre duyurması çok zordur.

(Denizli'de de arka sırada oturanlar, öndekinin omzuna dokunarak şoföre parayı uzatırlar. Fakat "şuradan bir kişi geçiriveğcen mi?" sorusu ile uzatırlar bu parayı. Ben bir kere bile "amca/teyze, oradan bir kişi geçmez, çok dar" esprisini yapamadım tabii.)

Dolmuş hatlarını verimli kullanmak için Kınıklı bölgesinde minibüsler garip bir uygulama yapar. Eğer yolun öte tarafına gidecek bir yolcu varsa (oraya Kınıklı derler) tam o bölgeye gelindiğinde şoföre "Kınıklı var" diye bağırırdı veya şoför o bölgeye geldiğinde yolculara "Kınıklı vağ mı?" diye sorardı.

["Kınıklı var" diyen olursa yol azıcık uzardı. Kınıklı'da bir de halı saha vardı ve şimdi anlatacağım hikayede biz o halı sahaya gidiyorduk.]

Gündüz okulda yorulmuşuz, akşam maç yapmaya gidiyoruz ve atlamışız minibüse. Üç kişiyiz. Sanırım o halı sahaya ben ilk defa gidiyorum (tam olarak nerede ineceğimize dair bilgilerim kesin değil yani) ve tam Kınıklı ayrımına geldiğimizde şoför arkaya dönüp minibüste kalmış üç-beş yolcuya "Kınıklı vağ mı" diye sordu. Bizim eleman "Kınıksız var" deyince ben gevşedim biraz. Komik tipli de bir elemandı ve ufak bir kahkaha krizine girip çıktım.

Kınıklı'ya sapınca, dolmuşun halı sahanın önüne kadar gidip gitmediğini bilmediğim için o gevşeklik ile şoföre şu soruyu da sordum (itiraf ediyorum, sordum):
"Kaptan, stadın önünden geçiyor musun?" !!!

Şoförden önce, bizim elemanlar döndü bana şaşkın şaşkın. "Ne stadı lan?" diye. Denizli'de bir tane "stad" var ve o da gittiğimiz bölgeden oldukça uzak ve o dolmuş stadın önünden geçmiyor. (Fenerbahçeliler çok iyi bilir o stadı.) (sosyal mesac)

Gitmekte olduğumuz halı sahaya "stad" diyerek halı sahayı onore, kendimi rezil, arkadaşları kahkaha krizine terk etmiş ve şoföre de "manyak bu çocuklar" dedirtmiştim. Sen misin "Kınıksız"a gülen. Koskoca "stad" gülüyor şimdi sana:)

Cumartesi, Ocak 13, 2007

Kabataş-Zincirlikuyu istikameti

Kabataş'tan ATV'ye doğru gidiyorum. Arkama birinin 5, diğerinin 13 olduğunu sandığım iki çocuk oturdu. Anneleri ve nineleri de arkadaki boş koltuklara. Anne arkadan bağırıyor;
-Alper, Mert'in kabanını çıkar terlemesin.
Mert;
-Anne az kaldı ama daha tellemedim.
Alper;
-Kabanın önünü açtım ama daha terlememiş anne. Terlerse çıkarıcam.
Gayet sesliler ve aksanlı Türkçe konuştuklarına göre Avrupadaki vatandaşlarımızdan sanmaktayım. Yanılmıyorum. Küçük olan Türkçe konuşuken araya Almanca kelimeler sokuyor ve Alper sürekli uyarıda bulunuyor. Türkçe konuş diye. Ama küçük olan o kadar şirin konuşuyorki, onları dinliyorum ve gülüyorum. Tüm otobüs gibi.
Mert;
-Ben buyyunce basketbolcu olcam.
Alper;
-Basketbolcu olma! Futbolcu ol.
Mert;
-Neden?
Alper;
-Futbol çok heyecan verici.
Mert;
-Basketbolda heycan veyici.
Alper;
-Benim bir keresinde kafam patlamıştı. Süperdir futbol.
Mert;
-Kafan mı patladı? Peki sonna nasıl tamir ettiler?
Alper;
-Tamir değil o tedavi.
Mert;
-Ya ben kafamın patlamasını istemiyoyum. Futbol da istemiyoyum. Ben basketbolcu olcam.
Alper;
-Ben de senin basketbolcu olmana asla izin vermiycem.
Mert;
-Ya lütfen basketbocu olayım. Lütfeeen.
.
.
.

Birdenbire

Her şey birdenbire oldu.
Birdenbire vurdu gün ışığı yere;
Gökyüzü birdenbire oldu;
Mavi birdenbire.
Her şey birdenbire oldu;
Birdenbire tütmeye başladı duman topraktan;
Filiz birdenbire oldu, tomurcuk birdenbire.
Yemiş birdenbire oldu.

Birdenbire,
Birdenbire;
Her şey birdenbire oldu.
Kız birdenbire, oğlan birdenbire;
Yollar, kırlar, kediler, insanlar...
Aşk birdenbire oldu,
Sevinç birdenbire.

Orhan Veli Kanık

Cuma, Ocak 12, 2007

AŞTİ İnsanları

AŞTİ. Yani Ankara Şehirler arası Terminal İşletmesi. Ankara'nın otogarı işte. :)

Yıllardır her gelip gittiğimde düşünürüm. Burada normalde göremeyeceğim kadar çok çeşit insan var. Ama kim bunlar? Neden böyleler? Aslında her şehrin otogarı bu açıdan benzerdir herhalde. Neyse efendim, oradaki insanlar hakkında biriktirdiğim gözlemler çoğalınca yazayım da sizinle paylaşayım dedim. Buyurun buradan yakın: AŞTİ'de yaşam. :)


1- Yazıhane Önü Adamları:

Biletinizi birkaç gün önce, Gudik Turizm'den ayırtmışsınızdır. Elinizde, sırtınızda çantalarla, giden yolcu katına çıkarsınız ve o uzun, geniş, kalabalık, dışbükey koridorda yürümeye başlarsınız. İşte bu adamlar burada devreye girer. Tam bir sonraki adımınızı atacağınız yere gökten gelip konar ve sorar: "Aksaray mı abla?" Bu soru bazen İstanbul, Artvin, Mersin, Manisa olarak değişir. Onların gözünde yolcu dediğin, evinde rahat rahat otururken cin dürtmesi sonucu kalkıp bavulunu toplayan, bilinçsizce AŞTİ’nin yolunu tutmuş, nereye gideceği hakkında zerre bilgisi olmadığı için bütün yönlendirmelere açık bir çeşit acayip kişidir. Bu adamlar “Ay evet, tamam, kabul ediyorum, Aksaray’a gideyim bari” cevabını alamadıklarında suçu kendi ikna yeteneklerinin eksikliğinde arayacak kadar da alçak gönüllüdürler. Zira bir dahaki sefere çok daha ısrarcı olurlar.

2- Büfe Elemanları:

Yine o malum koridorda, eliniz kolunuz dolu bir şekilde Gudik tabelalı yeri aramaktasınızdır. Etrafınızdaki yazıhane önü adamlarında sıyrılmak için ceylan gibi seke seke yürürken, aynı yerin önünden kim bilir kaçıncı kez geçtiğinizi bir hüzünle fark edersiniz. Sonunda birilerine sormaya karar verirsiniz. Eğer bir AŞTİ acemisiyseniz elinizde olmadan kararsızlık kokusunu salgılamaya başlarsınız. Bu koku bütün binaya büyük bir hızla yayılır ve AŞTİ insanlarının son derece duyarlı burunlarına ulaşır. Bu konuda başı çeken büfe elemanlarıdır. Bir anlık bakışı bırakın, kafanızın yön olarak büfeler tarafına dönük olması bile onlar için yeterlidir. Onlar için de yolcu; yazıhane önü adamlarına benzer bir şekilde, elinde bavulla koridorlarda bilinçsizce dolaşan ve sandviç, hadi olmadı bisküvi yemesi gereken kişidir. Yemek istemiyorsa cazip davetlerle ikna edilmelidir. Ne akla hizmetse, hepsi birbirinin aynı olan ve dip dibe duran zibilyon adet büfenin içindeki bütün gözler size çevrilmiş, ağızlar bu kez sizin için açılmıştır: “Gel abla, gel buyur, gel, buraya gel, gelsene” veya “hanfendi buyurun, buraya buyurun hanfendi, hanfendi hey! Buraya buraya!” davetleri sizde ana rahmine dönme isteği uyandırır. Gelip gittikçe bunlarla baş etme yöntemlerini öğrenirsiniz. Eğer azimle çalışır, ne istediğinizi bilirseniz gidip korkmadan bir simit bile alabilirsiniz, o kadar yani.

3- Yazıhane Elemanları:

Bu kategoriye giren AŞTİ insanlarının kulakları fonksiyonel açıdan birer tasarım harikasıdır. Beyinlerinden gönderilen ufak sinyallerle istemedikleri zaman telefon zili, insan sorusu gibi sesleri duymama özellikleri vardır. AŞTİ’yi arayıp santralden bağlattığınız firmanın uzun uzun çalıp tam kapatmak üzereyken aniden ‘alov’ diye açılan telefonlarının başında bunlar dururlar. Ayrıca, tüm engelleri aşarak bulup, bir sevinçle biletinizi almaya çalıştığınızda sizi duymayanlar da bu kişilerdir. Karşısındaki insanı ‘acaba aslında burada değil miyim? Ben kimim, nereye gidiyorum’ gibi felsefi sorulara yönelten bir havaları vardır. AŞTİ’nin Hacı Baba'sıdırlar. Sabırlarından sual olunmaz.

4- Muavin:

Otobüs kalkıncaya kadar ‘muavinlik keşke sadece otobüs içinde olsa’; kalktıktan sonra ise ‘keşke sadece bagajları yerleştirsem, başka işim olmasa’ diye düşünen kişidir. Bu nedenle de mutlu olanına pek rastlanmaz. Hiçbir nedeni ve sağlam bir avantajı olmadığı halde en önden bagajını koymaya çalışan 'az değil' yolcuların arasına sıkışması ve kafasına yediği bavullar sonucu birçoğunda anormal davranışlar görülebilir. Hoş görmek lazımdır.

5- Yolcu:

İlk olarak ikiye ayrılırlar: Acemi, deneyimli. Deneyimliler tek hamlede yazıhaneyi bulur, biletini alır, gider büfeden bisküvi kapar, sonra döner gazeteciden Penguen’ini alır, bavulları yerleştirdiği gibi koltuğuna geçer oturur. Maske gibi duran endişeli ve kızgın yüz ifadelerinden ve, hızlı ve kararlı hareketlerinden acemilerden kolayca ayırt edilebilir. Acemiler ise, AŞTİ’ye ilk girdikleri anda AŞTİ insanlarının, yukarıda bahsi geçen ‘sen ne ettiğini bilmezsin, bilinçsizsin’ demeye getiren davranışlarına aşırı tepki verirler. Fakat, yoğun frekansta devam eden bu gönderme bir süre sonra beyinlerine girer. Mesela, Bodrum’a gidecekken Aksaray’a giden yolcu uç örneklerden biridir, ama bu neyse ki çok nadir görülür.

Yolcular ayrıca normal ve ‘az değil’ olarak da ikiye ayrılırlar. Normal yolcu normaldir. Çok kibar değildir, kaba da değildir. Çıkan sorunlar genelde kendisinden kaynaklanmaz. Sendir, bendir. ‘Az değil’ yolcular ise hakkını aramakla gereksiz sorun çıkarmak ve ortamı germek arasında bir fark olmadığında ısrarcı bir kitledir. Çözümün çabucak ve sakince bulunmasından hoşlanmazlar. Birileri ağzının payını verdiğinde içten içe bir canıma değsin çekersiniz. Otobüste yanınıza oturması durumunda sülalenizi soran ve ne olduğu önemli olmayan bir konuda sizi ısrarla ikna etmeye çalışanlar da bunlardır. Genelde teyze olurlar ve çirkindirler.

Dipteki Not: Yine de itiraf etmem gerekir ki, İstanbul'da kaldığım altı aylık süre boyunca, her gidiş gelişimde AŞTİ'yi aradım. (Elbette bu yazıda da içimden geldi, olumsuzlukları çok abarttım.:)) İstanbul'un o Esenler'deki otogarı, nasıl desem, Apocalypse Now filmindeki herkesin sakın gitme dediği yer gibi geliyor şimdi düşününce. (Abartmayı seviyorum, çok zevkli.) Belki de orada geçirdiğim zamanın hep karanlık saatlere denk gelmesindendir.

:)

ablamdan bir taksi hikayesi

Bizim buradaki taksi durağında sıkça rastlaştığım bir şöför anlattıydı.
Bizim sitenin biraz yukarısında Emlak konutları var, pembe yüksek binalar.
O binalardan telefonla araba istiyorlar ve sırada da bizim Rizeli şöför var.
Her taraf kar buz bizimki gidiyor bir süre bekliyor hanım aşağı iniyor, arabaya oflaya puflaya biniyor ve "E-5 e dönünce inicem." diyor.*
Şöför kızıyor ama bir şey söylemiyor, kadın bir de çıkartıp 50ytl uzatınca... kendi ifadesiyle "günaha girmemek için" diyor ki, "hanımefendi yakın mesafeye para almıyoruz."
Aradan zaman geçiyor yine İstanbul'da kar yağıyor, aynı kadın yine aynı duraktan araba istiyor veee sıra yine aynı arabada!

"Oni kafama yazdım ki unutmayayım diye" diyen şöförümüz gidiyor, kadın biniyor "Kadıköy'e iskeleye." diyor.
İskelede kadın çıkartıyor 20 ytl uzatıyor ve de üzerini beklemeye başlıyor, bizim Rizeli şöför de bekliyor.
Kadın ne var gibilerden bakıyor aynadan yüzüne, o da kadına bakıyor..
Kadın para üstü diyecek oluyor bizimki "Valla hanımefendi, yakın mesafeye para almıyor uzak mesafeye de para üstü vermiyoruz." diyor..
Kadın hala çırpınıyor "Bütün arabalar mı?" diye soruyor, zira kendisi aradan 1 yıl geçtiğinden unutmuş bile, "Hayır," diyor bizimki "sadece ben...".
Sanırım o zaman anlıyor kadın durumu aşağı iniyor ve kapıyı kapatıyor.


*Anadolu yakasından olmayanlara not: Kadının taksiye bindiği Emlak Konutları ile E-5 arası mesafe yürüyerek iki ila üç dakika, çok çok ağırdan alırsanız beş dakika sürüyor.

Perşembe, Ocak 11, 2007

Bursa Otogar

Lise 3teyken öys sınavına calışmak ve kendimizi bir yarış atı gibi hissetmekten (bunu o kadar çok hissediyor musum ki o sene kazanamayacağımı bildiğim bir okulu yazıp tek tercihle girmiştim sınava :P ) biraz olsun kopabilmek için arkadaşlarla (4 arkadas) gunubirliine uludağa gitmeye karar verdik. Bizim evde kalıyoruz sabah erkenden 5 mi 6 mı neydi otogara gidip otobuse binip bursaya varıyoruz biraz kahvaltı sonra dağa çıkış aksama kadar eğlence sonra gece istanbula geri donuş şeklinde planlanmıştı yolculuğumuz. Sabah kalktık istanbuldan bindik otobuse ve 4-5 saatte bursaya geldik bursaya ben sık sık gittiğim için biliyorum otogar bayaa şehir merkezi sayılabilecek yerde ama otobus soforu otogara uzak sayılabilecek bir yerde durdu ve herkes inmeye basladı allah allah nooluo falan durumlarda biraz da yaf burası neki falan gibi birbirimize bakıyoruz. Meğersem otogarı bosaltıp yıkacaklarmışmış yenisi mi yapılmış da oraya geçmesi mi istenmiş firmaların işte bu yüzden bütün firmalar protesto ediyormuş otogara girmiyorlar bursadan da yolcu taşımıyorlarmıs bir günlüğüne. Şansa bakar mısınız? sen kalk gel istanbuldan ve belki aylar yıllar boyunca yaşanmış tek protestoya denk gel. dağa çıktık eğlendik falan aksam oldu yorulmusuz üsümüsüz bi yemek yedik ve dedik biraz dinlenelim öyle gidelim en iyi dinlenme mekanı da neresi olur ucuza tabi ki sinema. fazla da bilmiyoruz ama merkezi bi caddedeyiz buralarda sinema olmalı mantığındayız ama bulamadık yoldan bi amcayı durdurduk ve sinemayı sorduk adam bize şöyle bir baktı ve tarif etti. Adamın tarifine göre gittik ve kocaman afiş : 2 film birden devamlı matine. Herifin sinema denince aklına baska bi film seyredileceği gelmedi demekki. Hala hatırlarım gerçekten adam gibi sinemasını bulunca cliffhanger oynuodu ve kocaman yazmışlardı : istanbulla aynı anda vizyonda.
En sonunda biraz kendimize geldikten sonra otogara gittik ve eziyet orda basladı giden otobus yok otogarın dısından bi kaç tane otobus minibus bozması birseyler gidior ama sıkıs tepis. değil istanbula gitmeyi bir diğer semte gidilmez onlarla. vakit giderek geç oluyor bursadan çıkamazsak orda kalmamız gerekecek 17 yaşında 4 velet kalacak yerimiz yok ve cebimizde otele yetebilecek paramız yok. en sonnuda zorla kendimizi yalovaya giden bir minibüsümsü birşeye atmıstık. yalovadan sonra istanbula nasıl gittiğimizi anımsamıyorum ama demekki sonrasında acı cekmemisiz.

neyse ki işe servisle gidiyorum..

her sabah aynı terane...hele ki gece geç yattıysam -ki bunu okuyanların en azından yarısı üstüne alabilir mesuliyeti :P

saati 06:20ye kur ki; asıl kalkma saatin 06:30a kadar fazla uyumuş gibi olasın..

bazen yüzümü yıkamaya gözüm kapalı gidiyorum karanlıkta..eheheh..sağa sola çarptığım olmuyo diil..erken kalkan başka biri varsa ve eğer karşılaşırsak korkup havalara sıçrıyorum koridorda..alıştılar artık, alla allaaaa ifadesiyle teğet geçiyolar fazla bulaşmadan..

uykusuz ya da keyifsiz olduğumda yani yeni bir gün bana ağır gelecekmiş gibiyse eğer, uyanır uyanmaz ilk düşüncem "akşam olsa da tekrar yatsam".. Aslında uykuyu çok seven biri değilim; çok hızlı dalarım uykuya (abartmıyorum, bazen konuşurken cümlenin ortasında) ve sabah erken kalkmayı çok sevmem (ama haftasonları da en geç 9 - 10'a kadar uyurum..)
Uyku bazen en büyük sığınak ama, en güzel kaçış..düşünmemek için..
Bu sebeple uyumaya devam etmeliyim daha 1,5 saat var mesai başlangıcına ve bunun 1 saat 10 dk. kadarını serviste geçiricem..Yaşasııın servis vaarrrr :) arabayla gitsem uyuyamazdım, biri beni sabah arabayla alsa uyuyamazdım, taksiye binsem uyuyamazdım..ama servise binicem..yani tek yapmam gereken kendimi toplayıp giyinip servise kadar gidebilmek..sonra koca 1 saat daha uyku :) çünkü ben her sabah aslında şehirlerarası yol gidiyorum;
istanbul-kocaeli..ve bu fazladan uykuyu hakediyorum.

07:15 servis geldi...E-5 o kadar kalabalık ki..mümkün olduğunca az açık gözlerim uykum kaçmasın diye..servis geldi, otomatik kapısı açıldı..sağdaki tekli koltukların ikincisindeyim yani güvendeyim; gönül rahatlığıyla uyuyabilirim artık, nasılsa gideceği yeri biliyor servis..

güzel bi sessizlik oluyo sabahları serviste, akşamların aksine..sadece hayal meyal duyulan ve çoğunluk uyuduğu için cevapsız kalan "günaydın"lar uçuşuyor havada..duyması güzel sabah sabah ama cevaplaması bazen zor, cevap bekleyen de yok zaten.. Serviste adettendir, uyuyanlara günaydın demek :)
koca 1 saat uyuyorum..60 dakika..uzuuun upuzuuun yol boyunca, kendi sıcak koltuğumu kimseyle paylaşmadan nerdeyse hiç temasla..kulağımda sevdiğim şarkılar çalıyor..
canım, şoföre emanet..servis gideceği yeri biliyor..

Servisten ayrı kalmam 19:00a kadar sürüyor :(
koltuğuma kimler oturuyor kim bilir?. Eşyalara bağlanırım ben, insanlara bağlandığım gibi..Başkası otursun istemiyorum; sevdiklerimi paylaşmayı sevmiyorum..

Akşam servisleri daha neşeli; herkes kendi yerinde ama bu sefer uyanık :) eee..artık ayılmışız tabii..uyumak isteyenler ara ara söleniyor bize ama dinleyen kim?..
"müziğin sesini biraz açabilir miyiz baki beyy"
"müziğin sesini biraz kısabilir miyiz baki beyy"
"bu şarkıyı geçebilir miyiz baki beyy"

Yol daha çabuk geçiyor konuşunca, gülünce..eğer uyumayıp da kulağında müzik yolu izlersen gene düşünmeye başlarsın..yapma ne gerek var, düşününce çözüm bulabilecek misin sanki....dayan az kaldı tekrar uyumaya, unutmaya, uyuşmaya..

Zeynep Altuntaş

Çarşamba, Ocak 10, 2007

Gülerim Ağlanacak Halime, Otobüste Uyuyup Uyanınca Ben...

Uykuma fazlaca söz geçiren biriyimdir. Sevmem pek uykuyu, ziyan gelir bana uykuda geçen vakitler. Ama vücuduma iyi mi yapıyorum kötü mü yapıyorum bilmiyorum. Uzun süre uykusuz kalınca beynim uyumasa bile artık uzuvlarım yorgunluktan uyuya kalıyorlar. Aniden bacağım irkiliyor ya da kolum ani bir itişte bulunuyor, sanki bana ait değiller gibi. Böyle olunca: "Heh. Bacağım / Kolum uyuyordu, uyandı" diyorum.

Hal böyle olunca, uykusuzluk durumuna söz geçiremediğim en bilindik yerde otobüs oluyor. Bir gün 3 arkadaş İstanbul’dan Bursa ya dönüyoruz. Onlar önde iki kişi, ben arkada tek kişi oturuyorum. Eğlenceli bir toplantının ardından güle oynaya geçiyor yolculuğumuz ve hepimizin pili aynı anda feribottan Yalova' ya geçince bitiyor ve işte benim uyku zamanım başlıyor;

Saat gece 00.00 a yakın. Kapı zili gibi bir sesten sonra muavinin anonsu hayal meyal kulağıma geliyor ve karanlık olan ortam birden aydınlanarak göz kapaklarımı sanki kriko ile açmaya çalışıyor. Güzelce gerine, gerine uyanıyorum. İçerisi aydınlık dışarısı karanlık olunca dışarısı malum pek görünmüyor. Ama ben bir cama yaklaşıyorum bir camdan uzaklaşıyorum. Sonra kendi kendime konuşmaya başlıyorum;

Rabia: Allah, Allah babam değil mi o ya? (bir ileri bir geri gitmeler devam ediyor)
Rabia: Allah, Allah babam değil mi o Kadir ya? (iyice cama yapışmış bir vaziyette öndeki arkadaşa soruyorum)
Kadir: Ben nerden biliyim senin babanı Rabia ya!
Rabia: A valla babam. Babaaa, babacımmm.

Dışarıya deli gibi el sallıyorum çok şükür karşımdaki de bana el sallıyor. Artık kesin babam diyorum içimden.

Rabia: Babam benim, ay bak görüyor musun Kadir bu saatte üşenmemiş gelmiş beni almaya kıyamam ya. (Gözler kısık cama son bir kez daha yaklaşıyorum kesin emin olmak için)
Rabia: Oktay babam demi o?
Oktay: ?*!
Rabia: A babama biri sarılıyor. Kim o be?
Rabia: Baba?!

İşte o anda hem beyinsel hem de vücutsal olarak tam anlamı ile uyanıyorum. Tam gece yarısı herkes de bir sessizlik tüm gözler "Yazık çok da genç daha" der gibi benim üzerimde. Babamın başka birine neden sarıldığını anlayamamanın hüznü içimde, boynumu öne eğiyorum ve otobüsten iniyorum.

Adamın babamla ilgisi yok. Babam nere o nere.

24 yıllık babamı unutturdu bana bu uykusuz hallerim:) . Artık kurtul kurtulabilirsen arkadaşların dilinden. Bir Kadir "Baba, babacım" diyor, bir Oktay "A babama biri sarılıyor" diyor. Maskara oldum dillerine. Ama kendimde kopuyorum tabi gülmekten:)

Şu yaşıma kadar, otobüste başıma gelen en komik olaydı. Kendi arkadaşlarımın dilinde Uyur - konuşur (uyur-gezerin yeni sürümü), o gece ki yolcuların zihninde ise "Genç ama beyninde bazı noksanlarını olan bir kız" olarak yer edindim.

Yine de Gülerim Ağlanacak Halime, Otobüste Uyuyup Uyanınca Ben... :))

ona binin!

2-3 yıl kadar önce , 110 Kadıköy-Taksim hattında Beşiktaş’ ta Tansaş'ın önündeki duraklardan yeşil otobüse biner binmez İETT şoförü; arkadaşla bana sesleniyor:

- Bakın arkada 112 var, ona binin!

Biz o an dumur haldeyiz tabi! Bir şey diyemedik.

* Peki ne demeliydik..?

- Sana ne kardeşim, istediğim otobüse binerim!
ya da...?

Cuma, Ocak 05, 2007

Askerden dönerken

Almısım teskereyi bir heves ocak 24. koştum diyarbakır havaalanına, bir umut ama uçak seferleri kar buz ve sisten dolayı iptal. 6 ay boyunca nefret etmisim zaten sehirden (askerliğimi yapıyor olmaktan dolayı) bağlasalar durmam. onur air e bilet almıstım, saati geldi geçti sefer iptal. kostum pegasus var sırada ona bilet aldım bir iki saat geçti baktım o da iptal olacak aynen dısarı çıktım taksiye atladıım gibi otogara. otogar dediğim de bizim köyün otobus durağı daha bi derli toplu temiz durur zannımca. kapıdan adımımı atmamla 15 tane adam 6 ay boyunca alısamadığım o şiveleriyle üzerime cullandı biri kolumu cekiyor biri omuzumdan yapışmış abi gel nereye gitcen ankara mı istanbul mu? bi yandan korkuyorum işlemişler beynimize her çarşıya çıkışımızda aman dikkat bilmem ne bi anda kendimi bööle bir hengamenin içinde bulunca ne yapcaımı şaşırdım dokunmayın ulen die barıyorum adamlar ben baırınca sinirlendiler bi de ne diyon lan sen falan demeye basladı 2 3 tanesi eyvah dedim burda postu deldirioruz adamlar elbiselerimi parçalayacak kadar agresifçe kendi firmalarına beni kapmak için uuraşırken sanki hasar gören ben değilim bi de tersleyince üste çıkmadılar mı ben iice dellendim bir yandan da böyle koridor bir yerdeyiz, genişçe, sağda sıralanmış turizm firmalarının "yazıhaneleri" var onları kesiyorum. çantama mukayet olmaya calışıyorum ve düşünüyorum falan, beyin maksimumda çalışıyo. ( bu da neki diyorsanız anladınız; ben bu kadar zekiyim napem) herneyse güç bela bir silkindim ve eli yüzü biraz düzgün gördüğüm bir ofise doğru adamları sürükledim ve kendimi zor bela içeri attım. Oraya yöneldiğimi görünce zaten oranın adamı anladı hemen inceden beni korumaya geçti ve postu bir iki hafif zedelenmeyle kurtardık. aldım bileti oturdum ama 4 saat var. plan şu adanaya gidecem ordan uçağa binecem. inceden ulan kalsaydın uçak seferleri baslayana kadar ne sabırsız bi adammıssın die kendime küfür ediom bi yandan hala endiseli etrafı kesiyorum bir yandan tuvaletim gelmis yazıhaneden dısarı çıkmaya korkuyorum neyse o halde otobusun vakti geldi bindik gittik (bu postu bana anımsatan bir kaç post onceki o otobus ve film olayı) muavin bir süre sonra film koydu ve ne olsa beenirsiniz? hababam sınıfı askerde.. !"^$%&'()=?_

8 saatte adanaya gittim adana hava ii görünüyor gidersin havaalanına gecenin 11 i mi ne bu sefer de istanbuldaki pistin buzlu olmasından dolayı uçuş iptal o gün içinde istanbula ulaşmayı başaramamıştım.

Perşembe, Ocak 04, 2007

Bayram otobüsleri

Bu bayramda otobüse binemedim, ama olsun. Geçen sene, Ramazan Bayramıydı galiba. Üçüncü günü idi. Taksim'den Bakırköy'e dolmuşla geldim (ayrıntı; sahilden) ve otobüs durağına geçtim. Planım, Bakırköy'den otobüse binip eve ulaşmak. Ama bayramların son günleri hani bi "bayram değil sanki" durumu olur ya. Öyle bir vakit sanırım. Ortalık sessiz sakin.

Baktım yeni yeşil otobüslerden biri bekliyor. Durak da tenha. Atlayıverdim hemen. Arkadaki cam kenarı koltuklardan birinin altına atacağım kendimi (ışığı iyi olan yerlerden biri) ve eve dönünceye kadar kitabıma gömüleceğim.

Alışkanlık tabi, biner binmez ak-bil'i basıverdim. Sonradan jeton düştü ama suratıma bakan şoför bi hatırlatmadı bile: "Olm, bayramda bedava, basmadan geçebilirsin" diye. O şoföre çok bozuldum. Halbuki basmadan önce beş-altı saniye "iki el yan ceplere" figürü ile ak-bil aramıştım. Bir ses etmedi şoför amca! Pes doğrusu.

Daha da kötüsü, benden sonra otobüse binen herkesin bilet kutusunun yanından elini kolunu sallayarak geçmesini izlemek oldu.

"Amaaaan" dedim ve kafamı indirdim kitabıma. "Bayramın kutlu olsun şoför amca."

p.s. 2084 yılına not. 2000'lerin başlarında, iett bayram süresince otobüsleri bedava yapardı. Haa, bi de köprü ve otoyollar da ücretsiz olurdu. Belki 2084'te bunlar unutulur diye not edelim dedik.

2007 / ilk taksi maceram

31 aralık gecesi dışardaydım, sabah 3 sularında bir arkadaşın suadiye'deki evinde buldum kendimi. yine sabaha kadar oturdum, sabah olunca da kahvaltı, modadakahvaltı diye tutturdum.
evdeki diğer 3 kişiden ikisi bilfiil pire sirki işletmekle meşguldü, üçüncü de hımbıl çıktı, evin yakınlarındaki bir pastaneye sürükledi beni. havasız, küçük, iç bunaltıcı bir pastanenin kuru, katır kutur mini pizzalarını yedirdi.
sonra oradan kalktık ve ben hiçbirisi benimle gelmese de moda'ya gideceğimi bildirdim. tabii ki kimse beni sallamadı, ben de bir taksiye binip "kadıköy'e doğru, lütfen" dedim. moda'da oturan pek sevgili bir ahbabımı aradım ama hala uyuyordu. biraz şevkim kırıldı, "fikir değiştirdim, bağlarbaşı'na gidelim" dedim.
tam ben camdan dışarı bakıp, havadanekadargüzelbuhavadauyunurmuhiçyılınilkgününeböylemibaşlanırhımbıllarbenyinedegitsemmi diye düşünmekteyken, taksici konuştu:
hanımefendi, şimdi sabah sabah bir arabesk çalayım da açılalım mı, ne dersiniz?
şöyle bir dikkatlice baktım şöföre, hayır hiç öyle bir tipi de yok ki, kırasım gelmedi, "olur tabii" dedim.
"ferdi tayfur sever misiniz, ferdi tayfur çalayım mı?"
hanımefendi? arabesk? ferdi tayfur?
sanırım hala evdeyim ve ayılamadım diye düşünerek, bir yandan da camdan dışarı bakıp kıkırdamamaya çalışarak yanıtladım, "olur tabii".
ve beklenen an geldi, müzik başladı, taksinin içini beatles'tan yesterday'in ilk notaları doldurdu ve taksiciyle aynı anda gülmeye başladık.
harikulade bir yolculuk oldu moda'ya kadar, şakacı şöföre teşekkürlerimle..

Otobüste Hizmet Kalitesi: Film İzledik

Hayat bazen garip raslantılar sunuyor. Olmadık zamanda, hiç olmayacak bir filmi, hiçbir zaman istemeyeceğim tarzda, zorla da olsa izlememi sağladı. Şaşırttı ve hayran bıraktı.

Son üç yıldır bal zamanı özel olarak Kırklareli'ne gider ve yardım etmek benim için zor olsa bile birkaç günümü ailemin yanında geçiririm.

Galiba son bal zamanı idi. Babam yeni ve çok değerli uğraşı olan arılarına yardımcı olmam için benim yine gelmemi bekliyordu. Ve nedenini şimdi hatırlayamadığım bir sebep ile gelemeyeceğimi yarım ağız söylemeye çalıştım. "Çalıştım" diyorum, çünkü babamın buna çok kırıldığı belli idi.

Elbette haftasonu Kırklareli yolunda idim :) Önce servis ile otogar ve sonra da Şampiyon Hersekli yazıhanesinde beklerken babamın beni nasıl karşılayacağı kafamda, kırk tilkinin kuyruğunda asılı birer kırmızı don gibi dönüp duruyordu.
"Haydi Abbas vakit tamam
Akşam diyordun işte oldu akşam"
Vakit geldi. Otobüslerde nedenini bilmediğim bir istekle ön koltuklar isterim. İlk dört nedense hep tutulmuş olur -galiba bayanlar için veya da aileler için ayırıyorlardı; şirket sahipliği artık değişti- ama bana genelde beş numaralı koltuk düşer. Yine öyle olmuştu. Beş numaralı koltukta, saat 21:00 seferi ile İstanbul-Kırklareli yolunda idim.

Sonra yolcuların izlemesi için film konuldu. Aklımda yine yerli bir komedidir diye geçti ancak yanılmışım: "Babam ve Oğlum" idi.

Daha önce filmi duymuş ancak hiçbir bilgim yoktu. Yerli filmler konusunda ilgisiz olmakla övünmem ancak yaşamımda yerli filmlere ayırdığım zaman yok gibidir.

İzlenmeye başladık. Işıklar söndü. Film akıyor, olaylar gelişiyor, duygularım depreşiyor ve ister istemez otobandan çıktık.

Lüleburgaz'dayız. Film devam ediyor ama ışıklar da yandı; yolcu inecekmiş. Sahne ise babanın kollarını açarak "yollamaz olaydım" diye bağırarak gömleğini parçaladığı idi.

Ben o ana kadar kendimi zor tutmuşum zaten; birden bıraktım göz yaşlarımı... Işıklar yanmış, beni ağlarken göreceklermiş umrumda değil. Sessizce akıyorlar zaten... [Erkek adam da ağlar]

Rahatlamıştım. Kişisel olarak kendimle özdeşleştirdiğim bir film olduğundan değil ancak babam ile yaşadığım ufak bir problemle aynı zamana gelmesi beni etkilemişti.

Kırklareli'ne vardık. Arda araba ile beni aldı. Apartmanın önüne vardığımızda da bahçede babam ve Mustafa Abi konuşuyorlardı. Babam her zaman olduğu gibi herhangi bir problem olmamış gibi davrandı. [Ailemin problem çözme yöntemi geleneği galiba; benzer tavırları babaannemde gösteriyor :) ]

Otobüste hizmet kalitesi olarak sunulan bir film idi.

Not: Sevgili Markacini'nin ilk5.net için yazdığı "Unutulmayan Film Kareleri"ne yorum olarak nasıl oldu da bunu eklemeyi unuttuğumu bilmiyorum. Mutlaka orada da yer alması gerekiyordu. ilk5.net'e de yorum olarak ekledim.

Pazartesi, Ocak 01, 2007

karada da denizde de otobüsteyim..

minibüsleri, dolmuşları sevemedim oldum olası..otobüs gibisi olmadı hiç... fazla iletişim kurmak zorunda olmadığım için mi; sürekli gözlem yapabildiğimden mi; kendi işimi halledebildiğim için mi bilmem; en çok otobüslerde rahat ederim.. saatleri düzenlidir bi kere; duraklarında nizam vardır..şoförleri daha derli toplu, daha sorumluluk sahibidir..
Bindiğiniz andan itibaren inene kadar eksik gediğiniz yoksa kimseyle konuşmak zorunda kalmazsınız..Biletinizi atar ya da akbilinizi basar (ki tam ve öğrenci için farklı sesler çıkarır/müşteri segmentasyonu), arkaya doğru ilerlersiniz..bana göre otobüslerde en güzel yer doğa dostu yeşil olanlarda soldaki tekli koltuklardır ya da en arkadaki boş sahanlık gibi bölüm..
Ortada ayakta durmaktan nefret ederim; kum torbası gibi asılıp sağa sola sallanırken çantaya mı hakim olayım, kendime mi bilemedim hiç..Çünkü sırt çantanızı sırtınıza takmıyorsanız başınıza bela olur (herşey yerinde güzel tabii :)
otobüste sırtınıza takıyorsanız da gerginlik yaratabilir; gelip geçemeyenler yüzünden.. Yani normal şartlar altında tadından yenmeyen sırt çantası otobüste tarafımca pek tavsiye edilmez..
yolculuklar esnasında kavgalar minibüsteki kadar sık yaşanmaz ama eğer yaşanırsa minibüsteki vurdumduymazlık burda yerini toplu bir harekete bırakır. Gerekirse şoföre karşı bile gelinir (ne cesaretse..) Hatta başkaldırırken genelde; “hadi ama kardeşim yürü; işimiz gücümüz var” cümlesi tercih edilir..

ineceğiniz yer konusunda daha az endişe duyarsınız; siz unutsanız bile biri genelde düğmeye basmış olur hatta son dakikaya kadar yerinizden kalkmanız ve kapı önü sırasına girmeniz gerekmez..son anda son derece cool bi tavırla kalkar ve esnek bi hareketle aşağı inersiniz…ters de tepebilir;
son anda önünüzde biri durur; onunla cebelleşiyim derken şoför hareket eder; “şoför bey inecek vaaarr” diyerek son hamlenizi yapar ancak kapıya sıkışıp acizliğin dibine vurmuş şekilde kalabilirsiniz..buradaki önemli nokta şu; kalmayabilirsiniz de :) bu tamamen sizin kıvraklığınıza; öngörünüze, deneyiminize bağlı (kolay mı sandınız toplu taşıma aracına binmeyi..)

kaza yapma riskiniz diğer küçük toplu taşıma araçlarına göre daha azdır; yapsanız bile olay yerinde beklemezsiniz çünkü belediye otobüsleri her koşulda haklıdır; otobüs şoförlerinin alemin gerçek kralı olması bundandır..

Otobüsleri hep tek geçtim..karada da denizde de..bakın şimdi size ne anlatıcam :)

2005 mayıs’ında bir cuma akşamı iş çıkışı bir arkadaşımla bakırköy’den deniz otobüsüne bindik saat 18:00 civarı ve yolumuz oldukça uzun..önce kadıköy orta dünya'dan dvd alıcaz; sonra da bayramoğlu otobüsüne yetişip haftasonunu geçirmek için bizim eve ulaşıcaz..
E hem Cuma, hem iş çıkışı; bizde olağan olan sohbet durumu o gün had safhada zaten.. O başlıyo ben tamamlıyorum; ben giriyorum konuya; o başka yerden çıkıyo gülüyoruz eğleniyoruz vs..Bindik deniz otobüsüne oturduk başladık gene konuşmaya..neyse..yolculuk gayet rahat deniz otobüsünde biliyosunuz; vakit nasıl geçiyo anlaşılmıyo..biz de anlamadık..deniz otobüsü iskeleye yanaşınca hemen çevik hareketlerle bi yandan da konuşarak indik..
Ben çocukluğumdan beri kadıköylüyüm; bilmediim yeri yoktur; o kadar iddialıyım yani..Dedim ki; “bak şimdi seni ara yollardan öle bi çıkarıcam ki orta dünya’nın önüne çok şaşıracaksın”.. yürüyoruz, iskeleden çıktık yola vardık; ne zamandır gelmiyodum kadıköy’e o kadar değişmiş ki..bu binalar falan..alla allaaaa..ilginç..hakikaten değişmiş..burda çaycılar yokmuydu yaa..neyse..epey oldu ben gelmeyeli..falan derken bi baktım kocaman YENİKAPI yazıyor..beynimden vurulmuşa döndüm..deniz otobüsüne geri koşma çabamız başarısızlıkla sonuçlandı, tam 1 saat oturup diğer deniz otobüsünü bekledik, orta dünya’da istediğimiz dvdler yoktu bayramoğlu otobüsünü kaçırdık ve tren+taksiyle eve varmamız gece 22:30 oldu..

hala alay eder benimle; hatırladıkça..demek kadıköylüsün doğma büyüme diye :) en kötüsü de bu…