
bu da madrid metrosundan bir uyarı.
ne demek istediğini anlamam epeyce uzun sürdü:)
"İneklik Etme Taksi Tut" atasözünü yazan kişiye ithaf olunur. EGO'yu "Erken Gelen Oturur" olarak algılayanlara da ithaf olunur. "Taksi hikayelerim var" diyenlere de. Vapurun, metronun neyi eksik? Şöyle diyelim; "Ulaşım araçlarının hepsine dair hikayeler". "Benim de var böyle hikayelerim, hem de çok komik göndersem bloga koyar mısınız?" dersen. "E, yolla bakarız" deriz. Katılımcı olmak için de aynı adrese bir bilet atmanız veya bir akbil basmanız gerekiyor tabii. (otobuste[at]gmail[dot]com)
"Evde kimse yok!!"
"Hiç kalkmasaydın, daha çay servisi yapacaktık!!!"
akbil..daha doorusu paso.. ama üzerinde akbil mevcut.. indirimli taşıma kartı.. sağdaki resimde görmüş olduğunuz gibi muhtelif yerlerde kullanılabilir.. çok amaçlıdır.. sucuklarınızı ince ince dilimler.. memnun kalmazsanız 12dk içinde iade edebilirsiniz..
Olay olay olay şokkk şokkk şokk flaşşş flaşş laşş laşş laşşş..
Sabah- akşam binilen birbirinden renkli, allı yeşilli otobüslerimizde dikkat çeken ve artık ''kült'' haline gelmiş hal ve hareketler bütününü sergileyen yurdum insanlarını bir gün lazım olur diye yemeyip içmeyip kategorize etmiştim. işte o gün bugün…. büyük gün…
telegolün sanasayonlarına yüzonbeş basacak bu çarpıcı araştırma kuponsuz kurasız siz saygıdeğer “otobüste”kilerin hizmetinde. az sonra.
A- İki kişilik koltuğa çanta, kaban vs. bilimum teçhizatla sanki otobüs babasının malıymış gibi kurulan tipler :
Laf aramızda en uyuz olduğum ''yolcu'' tipleridir bunlar. Bayan, bay, gay olması farketmiyor.
Kategori için ''mal'' olmaları yeter şarttır. Dolayısı ile bazen bir çok boş yer olmasına rağmen kıllığına onların başına dikilip, oturabilir miyim der ve oturursunuz. Tabi hazret oflaya puflaya pılını pırtısını toplar ve bir de utanmadan başka yer yok muydu gibisinden arkasına bakar. Lakin gıcıklık değil mi onunla birlikte siz de bakarsınız arkaya ama ''tüh orada boş yer varmış gidip oraya oturayım bari demezsiniz'' tabi.
B– İki kisilik koltuğun koridor tarafına oturan tipler :
''A'' şıkkının teçhizatsız olan tipleridir. Bunlar kendi aralarinda ikiye ayrılırlar.
1- Art niyetsiz olanları : Muhtemelen bir veya ikinci durakta ineceklerinden inerken kendi ve yanındaki şahıs sıkıntı çekmesin diye koridor tarafına otururlar. Sayıları kel aynaklar kadardır ama bunların.
2 – Ar damarı çatlamışlar : ''A'' şıkkındaki teçhizatlı tiplerden amaç olarak farklı değillerdir.
Hatta ''A'' şıkkındakilerin hafifletici, ağır sebepleri (çanta, kitap, kaban vb) vardır. Dolayısı bu tipler daha bir maldır! Ve kimse rahatsız etmesin diye iki kişilik koltukta tek başlarına yayıla yayıla gitmek isteyen tiplerdir. Bunların bir başka türü ''C'' şıkkında ele alınacaktır.
C– İki kişilik koltuğun cam tarafına oturup evinde fashion tv seyreder konumun rahatlığında bacaklarını 45, 60 hatta bazen 90 dereceyi zorlayan açılarda açan tipler.
(Uyanık halk otobüsü sahiplerinin 5 yolcu fazla almak için koltukları küçültmesinden oluşan mecburi hallerde sözümüz pek tabi ki meclisten dışarı)
Öyle ki bu tiplerin yanlarına oturduğunuzda hiç istiflerini bozmadıkları gibi güya yanıma kim oturdu bir bakayım belki tanıdık biridir kisvesi altında ''ulan oturacak başka yer yok muydu'' bakışı ile bir de süzülürsünüz bu ''şeyler'' tarafından. Off yani.
Ç– Otobüste boş yer olduğu halde ayakta yolculuk eden tipler :
Etliye sütlüye karışmayan kendi halinde zararsız tiplerdir. Ya çok yakında ineceklerinden oturmaya tenezzül etmeyen ya da gerçekten ihtiyacı olan birileri gelip oturur diye ince düşünen sevilesi tiplerdir. Yahut a, b ve c şıklarındaki tiplere ''bulaşmak istemediklerinden'' oturmaktan imtina eden kişilerdir. Her halukarda sevilesidirler.
D– Walkman’in sesi neredeyse dışardan duyulacak şekilde volume sevdalısı tipler :
Öyle ki, daha akbili basarken havaya girersiniz. Belediyenin halk konseri olayını aştığını ve otobüslerde yeni bir uygulama başlattığını düşünürsünüz. Ne var ki bir süre sonra gerçeği anlarsınız. Hayır, dışardan biri olarak sizi dahi rahatsız eden bu ses, kulağına yapışık vaziyette bu genç kardeşimizi nasıl rahatsız etmez anlamak güç doğrusu. Ah tabi ya. şimdiki gençler!
E– İlerleyelim beyci tipler :
Bunlar da kendi arasında ikiye ayrılırlar.
1- Halk adamıdırlar : Kendi kendilerine şoför- muavin olurlar. Hadi bir kişi kaldı , bir kişi daha diye diye bütün istanbul’u otobüse alırlar. Haliyle siz de bırakın kımıldamayı nefes dahi alamazsınız.
2- Şoförün bizzat kendisidir: Eskiden belediye otobüslerine biletsiz ve akbilsiz binilmezdi. Mecbur kalındığında da medine dilencisi gibi bilet , akbil sorulurdu. Belediyemiz veya şoförlerimiz dahiyane fikirle artık fazladan akbil bulundurarak biletsiz ve akbilsiz yolculara 10 ykr karla akbillerini kullandırtıyorlar.
Tabi bu durum eskiden gönülsüz olarak söylenen ''sağlı sollu ilerleyelim beyler bayanlar'' lafının daha bir içten ve on saniyede bir söylenmesine hatta arkaya ilerlemezseniz otobüs hareket etmez tehditleriyle başka bir boyut almıştır. Yine her durakta inende olur binende olur sözünün pabucunun dama atılıp ''her durakta mutlaka biletsiz ve akbilsiz yolcu olur'' anlayışı hakimdir bu tipler için. (Ne zamandır seyahat etmediğim için tam bilmiyorum ama sanırım bu uygulama kaldırılmış. Dilenmeye devam yani! Aslında biraz sıkışıklık dışında iyi oluyordu bu uygulama)
F– Sabah- öğle- akşam mütemadiyen uyuyan daha dogrusu gözleri kapalı İstanbul’u dinleyen tipler:
Kimi sevgilisinden ayrılmış eski günleri düşünüyordur, kimi yorucu bir iş veya okul gününün ardından İstanbul’u dinler gözleri kapalı kimi de sabah-akşam iş saatlerinde her daim mevcut olan yaşlı yolcularımızla göz göze gelmemek için göz kapaklarını dinlendirir belki de!
Bir de gerçekten uyuyanlar vardır.
Her iki grup da zarasızdır aslında. Ama gerçekten uykuda olup omzunuzu yastık olarak kullanmadıkları ve de horlamadıkları sürece…
G– Otobüs devrilse (Allah korusun) ruhları duymayacak dalgınlıkta kitap, dergi vs. okuyan tipler :
Övünmek gibi olmasın benim de içinde bulunduğum gruptur efendim. Bu tipler için, koltuk da, kapı aralağında ya da bir eli tutacak da bir şeyler okumak olmazsa olmazıdır yolculukların. Hele ki yarım saatten fazla sürecekse yolculuk.
"Sabahları bindiğim Beşiktaş - Kadıköy vapurlarındaki sigara-içilmez işaretleri hep İngilizce!!"
"Otobüslerde telefonla konuşmak pek de yasak değilmiş. Bunu Taksim yolunda teyit ettik."
Eminönü'nden kalkan Başakşehir otobüsünün dolmasını bekliyoruz. Yaşlı
bir amca otobüse biniyor, şoföre bakıyor.
- Evladım bu Eminönü'ne gider mi?
- Amca Eminönü'ndeyiz zaten.
- E peki nereye gider?
- Başakşehir'e.
- Pekiiii ben de o zaman oraya giderim:)))
Bu iç çekişmeler, çemkirmeler ve/ veya çelişkiler yavaş yavaş uykumuzu getiriyor. Muavin filmi koyuncaya kadar bir saat kadar vaktimiz var. Gözlerimizn görüşü bir süredir üstten yarı yarıya kapanarak sınırlanmış durumda zaten. Ne yapmalıyız? Uykuyu iyicenemene çağıran hareketler yapmalıyız değil mi?
Ve fakat o da ne? Yolculuk boyunca yanında tuttuğu sırt çantasından minik yastık, küçük su, ufak kek, terlik, ayıcık gibi şeyler çıkararak istikametine yol yorgunluğundan eser olmadan varanlar familyasından olmadığımız için göğse düşen kafa kısa bir süre sonra cama ufak bir küt sesiyle çarpmaya başlamıştır. Zira, kafamız yanımızdaki yolcu kişinin omzuna düşmesin diye cama doğru cama doğru uyuklamaya çalışmaktayızdır.
İşte tam burada, üçüncü kütten sonra kafayı bir daha eski yerine getirme arzumuz tamamen suyunu çekmiştir. İyice bastıran uykuyla, alnımızın üst köşesini cama sağlamca yerleştiririz. Ve fakat, seyir halindeki otobüsün zıngır zıngır zıngırdayan bedeni, beynimizde ufak ama sürekli depremlere sebep olmaktadır.
Muavin, elindeki yuvarlak ve aynamsı nesneyle tavana yakın duran ekrana doğru yönelmiştir. Uyuklamak için son üç dakikadır. Önce çaktırmadan etrafa bakılır. Diğer koltuklarda, yaşıtımız olup da fiziksel olarak 10 üzerinden en az 7 verebileceğimiz bir karşıcins kişisi olup olmadığı kontrol edilir. Diyelim öyle biri var, o zaman konumuna göre karar verilir, stratejik davranılır. Ben yok varsayarak devam ediyorum, zira başlıkta söylediğim sonuca ancak böyle varabilirm.
Yakın koltukların temiz olduğu kanaatine vardıktan sonra artık yapacak tek bir hareket kalmıştır. Film başlamak üzere olduğundan uyku için çok az kalan süreyi daha iyi değerlendirmek için bu hareket olabildiğince hızlı yapılmalıdır: Tek seferde, yumuşak ve sıcak yanağımızı, sert ve soğuk cama yapıştırırız. İşte oldu, bu kadar! Başta gelen ufak ürperme hemen geçecektir. Film başladıktan bir süre sonra, yani yüksek ve dandirik ses dolayısıyla uykumuz açılıncaya kadar, gönül rahatlığıyla bu pozisyonda durabiliriz. Hadi bakalım.
Dipteki Not: Üç tarafı yastıkla kaplı bir boynunuzun olduğu hal, otobüs uyuklamaları için en rahat hal. Demem o ki, o şişirilerek kıvamını bulan, ortası eksik yastıkları küçümsemeyin, birer tane edinin.İzmir-Antakya arası yolculukları sık sık yapmaktayım. Hepsi de otobus yolculuğudur. Yol 16 saat gibi, eşşeği bağlasan durmayacak derecede uzun olunca, insan haliyle yan koltukta oturacak olan insanın çok konuşmayacak kadar normal, karnı acıkınca ağlamayacak kadar yetişkin, uykusunda tekme savurmayacak kadar mülayim biri olmasını arzu ediyor.
Mesela benim korktuğum yolcu profili; nasihat veren amcalar, izne giden ya da izinden dönen Mehmetçik ve lohusa abilerdir.
Nasihat veren amcalar; “bizim zamanımızda …” ile başlayan herangi bi cümle kurduklarında yolculuk 1 saat uzuyor benim için. Hele ki bir de “gençlik ölmüş…” ile girilen bi konu kıtalar arası yolculuğa sürüklüyor beni. Vallahi Allah orda ona yakın ol amcacım!
İzne giden ya da izinden dönen Mehmetçik; evlerden ırak yahu. Evi de geçtim yan koltuğunda be! “Askerde mantık yok” dedikleri anda ense köklerine şaplak atmak arzusuyla kavruluyorum. Olur da bi eşeklik yapıp adamı dinlersen ve o da bunun farkına varırsa, yolculuk sonunda Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında engin bir bilgi düzeyine rahatlıkla ulaşıyorsun.
Lohusa abiler; işte en tehlikelileri bunlar aslında. Karıları çocuğu doğurarak misyonunu tamamlamış, akabinde kendileri çocuğuyla birlikte bindirilivermişlerdir otobuse. Karısı kuvvetle ihtimal arkadan gelecektir. Ve bu abiler bu yolculuğun rüya filan olduğunu düşünürler, ambele vaziyettedir beyinleri. Çocuk zırlar. Altını ıslatmıştır, karnı açtır vesaire. Gel gör ki abi “hanım olsa emzirir, bir-iki popoyu “tappuş'lar biterdi” diye düşünür sadece. İcraat yoktur. Ceremesini yolcular çeker. Ben çekerim birader, ben!
Neyse ki son yolculuğumda bu prototip(!)lerden biri yoktu. Muhabbeti sıkmayan, tadında bırakan 35 yaşlarında bi abi vardı yan koltukta. O kadar iyiydi ki, bana “okuyor musun? Aslen nerelisin?” gibi sorular sormadı. Direkt Beşiktaş, Fenerbahçe ve futboldan girdik konuya. İzmir Basmane’nin arka sokaklarında olan fuhuş hikayelerine kadar geldik.
İyi güzeldi de telefonunu kapatmıyordu otobüste. Ee gün gelmiş ben de kapatmamıştım, bi’şey diyemedim.
Bi ara çıkardı telefonu kurcalamaya başladı. Tam o sırada muavin gelip “beyefendi kapatır mısınız telefonu” diye uyardı. Sert ama kavgaya mahal vermeyecek şiddette bir ses tonuyla.
Abi cevap verdi ve akıllara ziyan diyalog başladı;
A: Uçak modunda şuan telefon sen rahat ol!
M: Olmaz! Otobüs moduna al sen onu! Kapat yani!
Ben böyle hazır cevap, kafası çatır çutur çalışan muavin görmedim yeminlen!-Muavinler bu söylediğimi yanlış anlamasın bu arada!!-
Otobüsün bu muhabbete tanık olan orta kısmı bastı kahkayı haliylen. Ben kahkaha atmaktan öte tepkiler veriyordum. Ne tür tepkiler olduğunu akrabalarıma ve yakın çevreme anlatabilirim sadece. Neyse.. bizim abinin dengesi bozuldu biraz muavinden böyle zekice bi karşılık alınca. Ama susmadı, sinirlendi hafiften;
A: Yok bu mod iyi, seni de sokayım istersin?
İşte benim yol ahbabım böyle olur dedim, gurur duydum resmen. Altta kalmamıştı. Bi ara baktım koridora yığılanlar olmuş, ben yığılacak bi yer bulamayınca pencere camını tırmaladım. Evet cümle aynen böyledir “ yok bu mod iyi, seni de sokayım istersin?”. Rus aksanı yaptı abi resmen.
İşte o andan itibaren abinin muhabbetini çekebilirdim sabaha kadar. Rüştünü ıspatladı herif, daha n’apsın. Velhasıl baya muhabbet ettik. İskenderun’da indi gitti.
Dimağımda eğlenceli bi yolculuk kaldı..
"Kazım Karabekir'den geçer mi?"
"Geçmez"
"Tamam doğru binmişim"
Olaya annem şahit oluyor. 10 yıl önce, Bostancı'dan kalkan bir dolmuş. Yol çalışmaları var bir yandan, yollarda kargaşa, sağda solda açık çukurlar var. Dolmuş devam ederken bir teyze el ediyor dolmuşa, binmek istiyor. Dolmuş hemen duramıyor, biraz ilerde durabiliyor. Teyze dolmuşun arkasından koşmaya çalışırken, açık çukurların birine düşüyor. Dolmuş geri geri gelerek çukura yanaşıyor, şöför camdan kafayı sarkıtarak, çukura düşen kadıncağıza eğilip, "Abla gelicen mi hadi bekliyorum!' diye bağırıyor. Kadın gülsün mü, ağlasın mı bilemiyor. Istanbul, sen nelere kadirsin!
Geçenlerde işyerinden 3 gün için izin aldım. Hafta sonu ile birleştirip 5 günlük küçük bir tatil yapmak niyetim. Bu tatil kararı, bir projemizin teslim tarihinin biraz ertelenmesi üzerine apar topar alınmış bir karar. Önceden planlama olmadı için hiç kimseye tatilden iki gün önce hadi benimle gel diyemiyorum, zaten kimseyle de organizasyon telaşına girecek halim yok. Gideceğim yere karar verip, bilet alıp, otel ayarlayıp, alıp çantamı gideceğim. İki arada bir derede, gitmeden işlerimi toparlayım falan derken, zaten tek başına bile gidecek yer belirlemek sorun, bir de bunun içine başkalarını katmanın alemi yok. Ama eşe dosta soruyorum, nereyi tavsiye edersiniz diye. Hoş benim belli bir tatil adresim var ama orası 5 günlük bir tatil için uzak biraz. Yaz sonunda gitmeyi planladığım uzun tatilde gideceğim oraya. Gidilecek yerler için kriterler; yakın olsun, denizi soğuk ve girilebilir olsun, ucuz olsun ve tenha olsun.
Sonunda bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine Cunda adasına gitmeye karar verdim. Hemen otobüs bileti aldım, bir otelden yer ayırttım ve akşam yola çıkıyorum. Varıyorum ama nasıl?
Cunda yakın değildi. Harita üzerindeki mesafeye aldanmamak gerekiyormuş. Yol tam 11 saat sürdü. Ben Cunda Cunda diyorum, bir Allah’ın kulu da çıkıp ha şu Ayvalık Cunda mı, Ayvalık otobüsle en az 10 saat sürer demiyor.
Cunda’nın denizi girilebilir değildi. 5 günlük tatilimin ilk iki günü yağmur yağdı, sonraki iki günde aşırı derecede rüzgar vardı. Deniz aşırı dalgalı ve dalgalar denizin altında ne buldularsa üstüne çıkartmıştı. Son gün kısmen sakindi deniz ama bu seferde Marmara’ya bu kadar yakınken olmaması gerektiği kadar sıcaktı su.
Cunda ucuz değildi. Bu konuya girmeyi hiç ama hiç istemiyorum. Yapılacak ekstra hiç bir faaliyet olmayan bir yerde 5 günde o kadar para harcayabilmek gerçekten mümkün olmasa gerek. Ama harcadım işte.
Cunda tenhaydı. Hatta inler, cinler ve benden başka kimsenin olmadığı saatler yaşadım el kadar Cunda’nın sokaklarında dolanırken. Sadece bana tahsis edilmiş küçük bir kasaba, deniz ve sınırsız bir gökyüzü vardı.
Cunda’ya, önce Ayvalık’a kadar gidip, Ayvalık’tan da belediye otobüsüne binip, adayı karaya bağlayan köprüden geçerek ulaşıyorsunuz. Ayvalık – Cunda arası motor seferleri de var ama sezon açılmadığı için herkes otobüsü kullanıyor.
Ben sabah 8 sularında Ayvalıktayım. Belediye otobüsüne biniyorum. Bir sürü kadın. Sabahın o saatinde ne işleri olacağını tahmin edemediğim bir sürü kadın. Hani plaj çantaları falan olsa diyeceğim manyaklar kargalardan önce kalkıp, denize gidiyorlar. O da yok.
Bu arada Cunda el kadar dedim ya, evet merkezi, asıl eski tarihi evlerin oldu Cunda el kadar ama etrafı tam anlamıyla yazlık çöplüğü. Dağ taş panjurları sıkı sıkıya kapatılmış, üstüne bütün camlarında – üst katlar dahil -, klimaların binanın dışında kalmış taraflarında bile demirler olan yazlıklarla dolu. Kadınlar adayı karaya bağlayan köprüyü geçtikten ve yazlıklar bölgesine girdikten sonra üçer beşer inmeye başladılar otobüsten. Hala anlamsız bu hareketler. Yazlıklarda kimseler yok, ayrıca bu kadar çok kadının adada bu kadar çok arkadaşı olması ve hepsinin sabah kahvesine gidiyor olması da tuhaf. Bir de otobüsteki bütün kadınlar birbirini tanıyor. Hepsi sohbette.
Bu kadınlar neyin nesi?
Bütün gece bir damla uyku ya uyumuş ya uyumamışken, sabahın köründe sıkış tıkış bir otobüsün içinde, bir yandan kendimi bir yandan valizimi deli şoförün manevralarıyla savrulmaktan korumaya çalışırken, işte bu kadınların sırrını çözmeye çalışıyorum.
İneceğim yere gelip kadınların bir kısmıyla birden otobüsü terk edince dank ediyor kafam. Kadınlar için yaptığım yakıştırmalar yüzünden kendimden utanıyorum. Plaj sefalarıymış, sabah kahveleriymiş...
Meğer insanlar ekmek parası derdindeymiş.
Her cumartesi Pazar, sabahın köründe kalkıp Fransızca kursuna gittik. Evlerimizin arası iki durak. Durağa çıkacağımız saat belli ama otobüsü bol bir hat üzerinde oturuyoruz, aynı otobüse binmeyi garantilememiz lazım, e yolda beraber olmayacaksak o kadar gidiş gelişin ne anlamı kalır hem di mi? Bizde telefon çaldırma yöntemini seçtik. Arkadaşım bizden iki durak yukarda oturuyordu ve o otobüse bindiğinde benim telefonumu çaldırıyordu. Ben de telefonum çaldıktan sonra ilk gelen otobüse atlayıveriyordum. Genelde zaten arkadaşım otobüse binince durağı görebilecek şekilde cama yaklaşıp, bana kendisini camdan gösterirdi ama telefonumun çalması ve arkadaşımın otobüse bindiğini bilmek bekleme esnasında beni rahatlatırdı.
O da dönem bütün hafta sonlarımı bu arkadaşımla geçirirken, bir hafta sonu - neden hatırlamıyorum – ikimizde kursa gitmedik ve hiç görüşmedik. Ben biraz alışveriş yaptım ve gidip kendime biri mosmor öbürü en ala Alanya portakalında daha turuncu iki tane keten pantolon aldım. Arkadaşımla telefonda ilk konuşmamızda da ballandıra ballandıra cicilerimi anlattım, ama bizim hatundan çık çıkmıyor. Ne dedi beğenirsiniz?
“Ben de” .
Meğer arkadaşımda aynı hafta sonu kendisine biri mosmor öbürü en ala Alanya portakalından daha turuncu iki tane keten pantolon almış. Sanırsınız mor ve turuncu pantolon, açık mavi kot kadar genel ve sık kullanılan bir kıyafet. Baya gülüştük biz tabi. Gülüşümüz hem mor ve turunculara, hem de birbirimizden habersiz aynısını aldığımız kıyafetlere bir de bunların eklenmesineydi.
Evet birbirimizden habersiz aynısını aldığımız daha bir sürü kıyafetlerimiz vardı ama onlarla pişti olmak o kadar da dert değildi. Kot mont, beyaz t-shirt, siyah çanta gibi şeylerdi onlar. Ama bu mor ve turuncu pantolonlarla pişti olsak fazla göze batardık, biz de her buluşma arifesinde birbirimizi arayıp ne giyindiğimizi karşılıklı beyan etmeye başladık.
Arkadaşım: Şekerim yarın ne giyiniyorsun?Bu arada bizim hiç aynı gün aynı kıyafeti giyinmeye heves ettiğimiz olmadı. İlla teyit ediyorduk ama aslında hiç denk gelmiyorduk.
Aradan baya bir zaman geçti ve arkadaşımın iş için iki seneliğine yurt dışına gitmesi gerekti. Kendi kendisine Fransızca’ya heveslendiğini gören şirketi, onu eğitim için iki seneliğine Fransa’ya göndermeye karar verdi.
Gidiş öncesi son buluşma...
Kalabalık bir grup olarak buluşacağız. Bir sürü telefon trafiği; gidilecek yeri ayarla, buluşma saatini ayarla, gelecek olan herkesten teyit al, gelecek olan herkes farklı bir yer ve saat söylesin bütün organizasyona yeniden başla falan derken biz kıyafet teyit etme olayını atladık. Aslında hiç biri zaman aynı şeye heves etmediğimizi göz önüne alarak ben biraz salladım ve aramadım. Arkadaşımda aynı hislerle beni aramamış ve ikimizde kafamıza göre giyinip çıkmışız evden.
Üzerimde turuncu keten pantolon, beyaz üzerine turuncu çiçekleri olan yakası büzgülü bluz, ayağımda Bodrum tipi sandaletlerim durakta bekliyorum. Telefonum çalıyor, ilk gelen otobüse bineceğim.
Otobüs geliyor, arkadaşım cama yanaşmış. Beni görünce gözleri yuvalarından fırlayacak kadar açılmış ağzında koca bir sırıtış. Duraktan kaş göz yapıyorum, ne var n’oldu diye. O hala gülüyor. Üstünde eflatun bir bluz var; korsajdan (erkekler için ek bilgi: göğüsün hemen altından yani) büzgülü bu bluzu biliyorum. Altını göremiyorum. Otobüse biniyorum ve aman Allah’ım o da ne: Tupturuncu pantolon.
Ankara’yı bilenler için tarif edeyim; Eski Dost’un önünde gerçekleşti buluşma saat 5 gibi. Otobüsten indikten sonra oraya kadar yürüdük. Oradan da Sakarya’ya gidilecek. Eski Dost’tan da Sakarya’ya kadar yürüdük. Akşam 9 gibi de Bestekar’a çıktık, yürüyerek. Siz düşünün o gün bir örnek pantolonlarımızın kaç kişiye gösterdik.
Futbolla uzaktan yakından ilgili olmayan bir insan olduğum için bu hikayenin ne tarihini ne de skorun ne olduğunu hatırlıyorum. Onun için baştan söyleyeyim sonra sormayın.
Ve benzeri bir sürü istatistiğin sorulduğu sorular. Ha bu sonuncu size çok mu abartılı geldi? Gelmesin – inanın ben bunu istesem uyduramam- çünkü bu soru gerçekten soruldu ve cevabı da doğru verildi. Ben tabi futbolcunun adını bile hatırlamıyorum ama o esnada uyuyor numarası yapan ben ve kardeşim soruda biraz irkilip, cevabın doğruluğunun onaylanmasıyla beraber gözlerimiz fal taşı gibi açılmış, inanamamıştık.