Toplu taşıma araçlarını sevmemin en büyük nedenlerinden biri, eğer çalıştığınız yere giderken her sabah ve her akşam aynı güzergâhı, aynı araçları kullanıyorsanız ve insan - durum gözlemi yapmaktan hoşlanıyorsanız, size pek çok veri sağlıyor olmasıdır. Bu sayede gün geçtikçe birlikte yolculuk yaptığınız insanları da daha iyi tanıyor, hatta neyi sevip neyi sevmediklerinden tutun da nasıl beslendiklerine, hangi renkten hoşlandıklarına kadar pek çok konuda fikir yürütme, tahminde bulunma keyfi yaşayabiliyorsunuz.
Ben genellikle spesifik özellikleri olan insanları ve onları davranışlarını gözlemlemeyi seviyorum. Bu insanlara "vapurdaşlar", "otobüsdaşlar" gibi isimler takıyorum. Bu vapurdaşlara örnek olarak sırf fiziksel görünüşü ve yüzü benzediği için Gülse Birsel ile özdeşleştirdiğim bir ablayı verebilirim. Kendisi ile (o farkında değildi ama olsundu) tam 2,5 yıl aynı vapurda gidip geldik. Sarışın ve kısa saçlı idi, sonradan kızıla boyattı saçlarını. Pek yakışmadı ama neyse. yine bu vapurdaşlardan, muhtemelen üst düzey yöneticilik yaptığını tahmin ettiğim bir başkası, sabahları hep asık suratlı ve nalet oluşuyla aklımda yer etmiştir. Kendisi kıvırcık koyu renk saçlı ve elinde sürekli içi tıkabasa dolu bir laptop çantası ile yolculuğa katılır, her sabah vapur büfesinden aldığı 2 poğaça ile kahvaltı yapar idi.
Her neyse, işte yine bir sabah işe yetişme telaşı ile kendimi Kadıköy'den Beşiktaş vapuruna attığımda bu vapurdaşlardan birine denk geldim. Aykut Barka adlı vapur üç katlı, aylardan da Eylül, yazın son demleri yani. Havada İstanbul sabahlarına yakışır bir parlaklık ve berraklık var. İnsanın içine neşe doluyor. Ben de vapurun en üst katına çıkmış, o kalabalık arasında kendime bir yer bulup oturmuşum. Elimde de gelirken aldığım bir dergi var, canım pek okumak istemese de öylesine karıştırıyorum sayfalarını. Daha çok ilginç birşeyler olsun da sabahım şenlensin diye bekliyorum sanki.
Derken vapur epeyce doldu, insanların bazıları ayakta kaldı. Ama hava güzel ya pek umrunda değil kimsenin, ılık bir rüzgâr esiyor. Tam arkamda sırtı bana dönük olarak oturan gençten zayıf bir çocuk var, vapurdaşlardan biri ve muhtemelen Mimar Sinan öğrencisi. Yanında da arada sırada kendisiyle birlikte gördüğüm bir başka arkadaşı var. Bu pek fazla görmediğim arkadaş, henüz vapur hareket etmeden bir ara kalkıp büfeye çay almaya indi. Yerine de sırt çantasını bıraktı.
Dedim ya vapur kalabalık, insanların bir kısmı ayakta. Yaşının 35-40 civarında olduğunu tahmin ettiğim irice bir teyze de uzaktan çocuğun yerine göz koymuş olacak ki, çocuk merdivenlerde kaybolur kaybolmaz hemen geldi bizim vapurdaşın yanına. Neden bilmem arkama dönüp bakma ihtiyacı hissettim. Teyzenin iriliğini de ordan biliyorum.
Kalkıp giden çocuğun çantasını bıraktığı yer de anca çanta genişliğinde zaten. Teyzenin üçte biri zor sığar o boşluğa. Şöyle bir diyalog geçti göz açıp kapayıncaya kadar:
Kadın - Ee burası boşsa oturacam ben!
Vapurdaş - Arkadaş çay almaya gittiydi, gelicek birazdan.
Kadın - Arkadaşınızın genişliği nedir???
Vapurdaş - Ha?? Hee öööö eeee...
Kadın - Hayır yok yani ben de sığarım heralde di mi!!!! (eller de belde aman aman)
Vapurdaş - Eee ööö eee hhööö öööğğğ
Bir an sessizlik oldu. Evet, hani kalabalık bir ortamda 10 saniyelik sessizlikler olur ya, sanki herkes sözleşmiş gibi davranır ve çıt çıkmaz o süre boyunca. İşte aynen öyle bir sessizlik anı. Üst güvertedeki bütün kafaların kadına ve benim vapurdaşa doğru döndüğünü hissettim bir anda.
"İhi ihi" şeklinde gelişen ve "Güldüğümüzü farkederse hepimizi ezerek öldürebilir" korkusuyla el altından koyverilen gülüşmeler arasında teyze çocuğun çantasını alıp, benim vapurdaşın ayaklarının dibine doğru ittirdi. İnsanüstü bir çaba ile o 3 santimetrekarelik yere sığmayı başardı.
Alkışlamak istedim ve o an sadece martılar vardı, evet.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
2 yorum:
;) sacma bir soru da benden: Okumaya niyetinin olmadigi o dergi hangi dergiydi??
Haha :) Country Homes muydu neydi. Kapağı hoşuma gittiği için almıştım, fos çıktı.
Yorum Gönder