Salı, Ekim 14, 2008

Pişmiş tavuk ve ben...

Bilen bilir, benim hayatım ‘yuh artık’ dediğimiz öykülerle doludur. Kaderin bir cilvesi midir, nedir, ilginç olaylar ve durumsal komediler hayatımın vazgeçilmez bir parçasıdır. İşte yine böyle bir hikaye anlatacağım size…

Başıma neler geleceğini bilmediğim bir güne uyanmıştım yine… Aslında tam uyanmak da demeyelim biz buna, uyumakla uyumamak arası, ağlamakla mutlu olmak sınırı içinde geçen bir gecenin ardından, gün başlamıştı. Duygularımı çok dışarı yansıtamadığımdan olsa gerek; yaşadığım duygusal travmanın sancılarını, elimdeki Penguen dergisinin sayfalarında yok etmeye çalışıyordum. Uykum vardı, ama yoktu. Ağlamak istiyordum, ama gülerek duygularımı öteliyordum. Neyse, bu ödlek tavuk ruh halim ve ‘o’ Boğaz’a doğru yürüyorduk. Sarıldı, doğum günümü kutladı, taksiye binerek uzaklaştı. İşte o andan itibaren 15 saattir bastırdığım bütün duygular su yüzüne çıktı. Kendime kızıyordum, ‘o’nun bir suçu yoktu, hata bendeydi. Sonra bir an için durdum, ‘kendime kızdığım için’ yine kendime kızdım. ‘Salak’ dedim içimden, sen ona ne yaptın ki…

Tam bunları düşünürken otobüs geldi. Bindim. Para aramakla geçen bir sürecin ardından cüzdanıma ulaştım, ödememi yaptım. Bozuk para sesiyle hayat bulan muavinin Küçük Emrah bakışları arasında süzülüp arkaya ilerledim. Ben arkaya gidene kadar, bir sonraki durağa gelmiş olmalıyız ki ‘dülülü dülülü’ sesleri, sarhoş kulaklarımı yokladı. İçimden yine kendime ‘salak’ dedim, senin akbilin vardı hani! Bu arada bu akbille yolculuk etmek de ayrı bir vakadır benim için. O akbili, yuvarlak bir derinliğin içindeki, hassas noktaya değdirmek korkutur beni, sanki o hassas noktanın canını acıtıyormuş gibi gelir, tıpkı benim 15 saattir hissettiğim gibi…

Neyse, kendimi akbil düğmesiyle kıyaslayarak geçirdiğim süre içerisinde varmak istediğim noktaya, Beşiktaş’a gelmişim. Gideceğim yer ise Nişantaşı… Otobüsten indim, hemen bir taksiye bindim ve aklımda süzülen acılar silsilesini geride bırakmam gerektiğine karar verdim, çünkü bugün doğum günümdü. Mutlu olmalıydım, gülümsemeli ve bir yaş daha yaşlanmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu insanların bana hatırlatmasına izin vermeliydim. Çocuk doğurma yaşımın yavaş yavaş geldiğini, biyolojik saatimin verdiği sinyalleri artık ciddiye almalıydım. Bu düşünceler beynimi kemirirken, takside çalan acıklı bir Serdar Ortaç şarkısı eşliğinde Nişantaşı’na yaklaşıyordum. Trafik vardı ve ışıklar sanki araçlar ilerlemesin diye planlanmıştı, bu hain pusunun ortasında kaldığım sırada yanıma bir ayakkabı yanaştı. Kendi kendime güldüm, ‘Çok içmişsin Tuğçe!’ dedim ve hayal dünyamda gördüğümü sandığım dev ayakkabıyı acaba gerçek mi dürtüsüyle yokladım. Gerçekti!



Tam yanımda ‘bırrnırrbırrbıırr’ diye öten ve ışıklara takılan bir ayakkabı vardı. Kesinlikle fotoğrafını çekmeliyim dedim ve bir coşkuyla çantamı karıştırdım, makinamı buldum, ‘çattt’ diye de bu anı ölümsüzleştirdim. Mutluydum artık. Taksici abiye döndüm, ‘Bu trafik bitmez, ben yürüyeceğim, borcum nedir’ dedim. Asli görevimi yerine getirdikten sonra, arkama bakmadan o kargaşadan uzaklaştım. Markete girdim, sigara alacağım. Bu arada bu markette hatıram çok, ama sanmayın ki iyi hatıralar… Sigara almaya girerim, cüzdanım yanımda değildir, tekrar Brown Cafe’ye dönerim, cüzdanımdan para alırım, tekrar markete giderim… Bu marketteki kız da bana alışmıştır zaten, bilir hep bir şeyleri unuttuğumu… İşte yine aynı şey olmuştu, cüzdanım ortalıkta yoktu. Kız bana doğru baktı, içinden bana ‘Salak’ dediğinin farkına varmamı sağladı, ben de saçma bir gülümsemeyle haklısın yaaa, dedim. Sonra birden ilahi bir ses duydum! Salaaaaakkk…

Cüzdan Borwn Cafe’de olamazdı, çünkü daha oraya gitmemiştim, en son nerede para çıkardım; takside! Koşa koşa marketten uzaklaştım, Brown Cafe’ye girdim, İpek suratımdan anlamıştı. Bana, yine bir şey olmuştu. Ne oldu, dedi. Sanki cüzdanı kaybeden ben değilmişim gibi cevap verdim. ‘Yok bir şey ya, cüzdanımı takside unutmuşum…’ İpek ikinci suale geçti: ‘Kredi kartların içinde miydi?’. Ben aynı şuursuzlukla; ‘Evet, içindeydi.’ dedim. ‘Hemen ara kartlarını iptal et!!’ Bütün bankaları aradım, kartlarımı iptal ettim. Oturdum kahve içiyorum ve akşam arkadaşlarımla buluşup neler yapacağımı düşünüyorum. Sonra birden aklıma geldi, benim param yok ki! Bu arada telefon trafiğim devam ediyor, herkes arayıp nerede buluşacağımızı soruyor, ben de başıma gelenleri gülerek anlatıyorum …

Neyse, telefonum tekrar çalıyor. Arayan eski erkek arkadaşım; Murat… ‘Nasılsın doğum günü kızı?’ diyor neşeli bir sesle. Ben de ‘Aman ne olsun işte, arkadaşlarla buluşacağız falan, sen ne yapıyorsun?’ diyorum. Muhabbet eski iki sevgilinin konuşması gerektiği gibi ilerlerken Murat birden; ‘Ama sen cüzdanını kaybetmişsin’ demez mi?! Sen nerden biliyorsun diyorum. Gülerek anlatmaya başlıyor…

Efendim, İstanbul’un tek dürüst taksicisi, benim cüzdanımdaki bir ton kartvizitin içinden, eski erkek arkadaşımın en samimi arkadaşlarından birisini bulup arıyor. Piyango, Şafak’a vuruyor. Şafak da hemen Murat’ı arıyor ve ben cüzdanımın akıbetini böylece öğrenmiş oluyorum. Fakat taksici başka bir ek iş yaptığı için, cüzdanımı getiremeyeceğini söylüyor. (Bu arada cüzdanım hala taksicide…) Olsun diyorum, en azından adamın yeri yurdu belli, daha sonra alırım. Bu teselliyle doğum günü programımı iptal etmiyorum, zaten edemiyorum çünkü herkes yavaş yavaş toplanmaya başlamış, beni bekliyorlar.

Herkese söz vermiş olduğum için, mecburen kendi doğum günü partime gidiyorum. Eğleniyoruz, gülüyoruz, her şey yolunda gidiyor. Eski erkek arkadaşım sağ olsun, artık bütün programı öğrendiği için doğum günü partime geliyor. Onun da devamlı takıldığı bir mekan olduğu için, kulağıma eğilip; istersen hesabını bana yazdırabilirsin, diyor. Teşekkürlerimi iletip gerek olmadığını söylüyorum. Kendisi başka bir yere yetişmesi gerektiği için mekandan ayrılıyor. Sonra biz de başka bir yere geçelim artık diyoruz ve topluca Indigo’ya gidiyoruz. Müzik süper, herkes son hızla dans ediyor falan, birden beni sanki biri dürtüyor ve Indigo’nun kapısına çıkıyorum. Bir bakıyorum, sevgili Murat Kaya, Tuğçe, Müge abla, Ahmet, Metin, Ozan herkes kapıda! Ben sarhoş kafayla başlıyorum anlatmaya, ya öyleyken böyle oldu, şöyle oldu… Tam o sırada arkamdan hızla bir topluluk geçiyor, bir bakıyoruz polisler! Kimlik kontrolü için Indigo’ya giriyorlar. Bütün arkadaşlarım şöyle bir bana bakıyorlar, bal mı, yoksa istihbarat kuvvetli mi diye… Ben de cidden şans arkadaşlar, valla diyerek konuyu kapatıyorum.

Böylece yeni bir yaşa hareketli bir karşılama yapıyorum ve pişmiş tavuğun başına gelmeyen hadiseler yaşayarak günü bitiriyorum. Selam sana tuhaflıklar, selam sana ilginç vakalar… Gelin, gelin eğlenelim…

4 yorum:

Ned Dorsey dedi ki...

:)) şans olsa gerek.
O ayakkabı motosiklet, ya da motosiklet ayakkabı, neyse artık, fotosunu valla iyi yakalamışsın.

Ned Dorsey dedi ki...

Ha bu arada, iyi oldu karşılaşmamız bak: ) Muammer'in de o sırada Metin'le vıdı vıdı yapmakta olduğunu belirtirken, listedeki eksikleri de anmış olalım: Muammer Okumuş (henüz bu yazıyı okumamış) ve Harun Pekşennnn. Pek şen valla:)

Yusuf Ozan Taşdemir dedi ki...

Ah Tuğçe ah... :) bu arada sanırım seni o sırada dürten ve sonrasında mimikleriyle lacivert üniformalıları işaret eden ben olabilirim. (sarhoştum hatırlamıyorum :p)

Tuğçe Özel dedi ki...

Ay evet, çok kalabalıktık ve ben sarhoştum... Şimdi sen söyleyince fark ettim, Muammer ile yeni bir dans türü yatattık biz!! Harun da vardı :)) Ozan polisleri sen işaret ettin bana, bak şimdi hatırladım, demek senden daha sarhoşmuşum...

Her şeye rağmen çok güzel bir geceydi... Yanımda olduğunuz için teşekkür ederim arkadaşlar :))