Çarşamba, Ağustos 16, 2006

Atilla, gaz ver!

Otobüs’e Ankara’dan katılan ikinci (mi?) yolcu olarak herkese iyi yolculuklar diliyorum. İlk işim arşiv-marşiv dinlemeden bütün yazılanları baştan okumak oldu. Böylece, doğru yere gelmiş olduğumu hemen anladım. Zira, Ankara’ya öğrenci olarak gelmiş birinin yolculuk maceraları hiç bitmez. Memleket- gezi- falan üçgeninde, otobüsün –en önden en arkaya kadar- hangi numarasının pencere kenarına geldiğini ezberlemiş bulursun kendini. Hele bir de, tek firması olan küçük bir şehirden geldiysen, egzotik hikayelerin demirbaş kahramanı oluverirsin. Öğrencilik bitse bile AŞTİ hala orada seni bekliyordur: ‘Kalkıyoooor!’ :)
(Metro, dolmuş, ve şehir içi otobüsleri saymıyorum şimdilik.)

Şimdi anlatacağım olay, bir otobüste başıma gelmiş en acayip olaydır. Bundan sonraki yazılarımda böyle şeyler beklemeyin diye söylüyorum :)

Galiba 2001 yılının kışıydı. Ankara’nın en feci, en karlı kışlarından biri. Liseleri geçtim, üniversiteler bile tatil olmuştu. (Tabi, dağın başında olduğundan sürekli karla uğraşan ve sonunda iki adet kar küreme aracı alan Beytepe hariç. Bizim şehirden okula nasıl gideceğimiz ise muamma.) Haberlerde, orada burada mahsur kalmış, otobüsün içinde yeni hayat biçimleri geliştirmiş insanları gösteriyorlar belgesel gibi. Tatillerden bayram tatili. Biz de ablamla illa ki gideceğiz Yalvaç’a (Isparta). Hem de, tek firmanın, akşam altı buçuğa konmuş ek seferiyle! Hem amatörüz, hem manyağız demek ki o zamanlar :)

Ablam, Yalvaç otobüslerindeki arka koltukların kötü tadını bildiği için 1-2 numaradan aldı biletlerimizi. Ben birinci sınıftayım ve eve ilk kez gidiyorum. Neyse, bagajlarımızı koyup, koltuklarımıza yerleştik. Otobüsün ön tarafı şoförümüzün akrabalarıyla doluydu. Koşuşan çocuklar, koridorda oturan teyzeler…O şekilde pekala pikniğe falan da gidebilirdik.

Hay huy içinde yola çıktık. Karanlık, soğuk, alabildiğine beyaz ilerliyoruz. Biz, teyzelerin ağzından, Hatçagillerin Osman Efendi’ye gelin gelen kızın nasıl sivri dilli olduğunu –mecburen- dinlerken, otobüs birden durdu. Daha Polatlı’ya bile gelmemiştik halbuki. Şoför ve saz ekibinde bir heyecan başladı. Bir yerlerden gazete bulup otobüsün önünde yaktılar. Bir süre sonra tekrar yola çıktık. Herkes sus pus, şoför tedirgin. Kimse bir şey sormaya cesaret edemiyor. Yaklaşık yarım saat sonra yine durduk. Yeni gazeteler geldi, otobüsün önünde kamp ateşinini aratmayan bir ateş yakıldı. Söndürüldü. Devam ettik. Bu şekilde, yarım saatte bir ateş yakarak neresi olduğu meçhul bir yerlere geldik. Arkama şöyle bir baktım, herkes kellesini koltuğuna almış bekliyordu. Ablamla bense daha binerken o pozisyondaydık. Sonunda şoför telefonu eline aldı. Necdet Abi’sine otobüsün gaz pedalının donduğunu, ne yapsalar çözemediklerini, Akşehir’e kadar böyle idare edebileceğini, ama dağa çıkamayacağını, oraya yeni araba göndermesi gerektiğini söyledi. Kapattı. Telefon konuşması sırasında tıp oynayan yolcular, hep bir ağızdan sesli sesli hatim indirmeye başladılar.

Otobüsün teknik elemanları (!) gerekli işlemleri gerçekleştirmek üzere hummalı bir çalışmaya başladılar. Bizse, gerçekten orada olup olmadığımızdan şüphe etmeye başlamıştık. Zira, hiçbir açıklama duymadığımız gibi, otobüsün içinin dışarıdan daha soğuk olmasına da aldıran yoktu. Şoförün aile gezisine rica minnet katılmış 40 kişilik bir grup kadar eziktik. Kutup ayısı çıksa şaşırmayacağımız bir yerde biz de, sigara içmeye çıkan diğer yolcular gibi, aşağıya indik. Aşağıda muhabbet alıp yürümüştü. Kokmaktan ve donmaktan sıkılan herkes birbiriyle akraba çıkmaya uğraşıyordu. Pek kaynaşmışlardı. İki tane çocuk da gelip bize kaynaştı. Bir tanesinin Ankara’da arabası varmış, illa ki geri dönüp hep beraber yola arabayla devam etmeliymişiz. Baktık ki bizde akıl izan kalmamış, neredeyse kabul edeceğiz teklifi, hemen içeri geri döndük.

Bilmem kaçıncı kez tekrar yola koyulduk. Az önceki hummalı çalışmanın sonuçları, koridor boyunca uzanan bir ip ve bir Atilla olarak karşımızdaydı. Ablamla ben olayları, maalesef, protokol tribünündeymişçesine rahat izleyebiliyorduk:

Gaz pedalı artık kullanılmaz duruma geldiği için, otobüsün arkadaki motorunun gaz işlevi görecek bir yerine ip bağlamışlardı. Bu ip, arkadan gelip koridor boyunca ilerliyor ve Atilla’nın elinde son buluyordu. Atilla şoförün yanına oturmuştu. Kalkışımız 'Atilla gaz ver’ komutuyla oldu. Atilla, artık gaz pedalı olarak kullanılan ipi çekmeye başladı. Yollar buz kaplı olduğundan fren de kullanılmaz haldeydi. Gaz da Atilla’da olduğuna göre, direksiyon ve debriyaj pedalı dışında, şoförün otobüsle bir bağlantısı kalmamıştı. Tıpkı bizim hayatla aramızdaki tek bağın uzun bir film şeridi olması gibi.

Atilla gaz verdi, biz gittik. Arasıra, koridorda dolaşan çocuklar ipe basıyor, Atilla’dan sıkı bir azar işitiyorlardı: “Şşt, oturun yerinize lan! Öldürecek misiniz bizi?!”

Bir mucizeymiş gerçekten de yaşamak. Çünkü, yeni araba gelmediği için, biz bu şekilde Akşehir Dağı’nı (Sultan Dağları) da geçtik. O dağ ki, her virajının bir adı vardır; Gavur Uçtu, Ayı Uçtu, daha küçükleri için Tavşan Uçtu.

Dağda ilerlerken bir ara jandarmalar bizi durdurdu. Şoför ve ekibinde bir telaş bir telaş.
‘Abi, napçaz abi ya?’ ‘Atilla, bi dur oğlum, bi dur ya. Telaşlanma.’
Jandarma yavaş yavaş yaklaştı. Şoför pencereyi açtı.

Jandarma: ‘Yalvaç’a giden bir yolcumuz var. Alır mısın arabaya?’
Şoför: (Oh çeken sesiyle) ‘Tabi abi, ne demek.’
Jandarma: ‘İyi o zaman. Kenara çek de yolu kapamayalım’

Jandarma gidince bu sefer kenara nasıl çekeceğiz telaşı başladı. Çaktırmamak da lazım. ‘Gaz ver. Dur. Gaz ver. Dur’ diye diye azıcık çektiler kenara. Yolcuyu aldık. Devam ettik.

Gecenin bir köründe Yalvaç’a vardığımızda otogarın ana baba günü olduğunu gördük. Herkes endişeyle yakınını bekliyordu. Şoför, her zamanki yavşak ve sırıtan suratıyla inince, küçük bir linç tehlikesi geçirdi. Çünkü olayı herkes duymuştu bir şekilde. Duyduğumuz habere göre bir ay sonra kalp krizi geçirip ölmüş. Kalbi dayanmamıştır diyemem, çünkü Atilla’ya gaz verdirirken keyfi gayet yerinde görünüyordu. Ahımız tuttu herhalde.

Ha, biz niye hiç sesimizi çıkarmadık, en azından jandarmaya söylemedik diye soruyorsanız, onu inanın ben de bilmiyorum. Ablamın bir ara ufaktan tartışmasını saymazsak, hepimiz koltuklarımızda birer kütük haline gelmiştik. Şok mu desem, travma mı desem bilemedim. :)

O günden beri en ön sırada oturmamak için koridoru bile tercih etmişliğim vardır. Gerçi Yalvaç otobüsleri o günlerdeki kadar 'camel trophy' değil ama, n'olur n'olmaz.

1 yorum:

Deniz Ural dedi ki...

Teşekkürler Lilith, hoşbulduk. Beytepe'deki herkesin bir otostop macerası vardır mutlaka, nasıl da aklıma gelmedi :) Sen hala orada mısın? Bu cehannem sıcağında Beytepe'nin serinliği ne güzeldir şimdi, ah ah...