Aylardan kış; her zamanki gibi Gültepe'deki evimden sabah 08.30'da Bahçeköy'deki
iş yerime gitmek üzere yollara düşmüşüm. 4. Levent'te 42 M'de nasıl olur da bugün oturacak yer bulurum planlarıyla binmiş ve ne yazık ki "arkaya doğru ilerleyelim kardeşim" sesleri eşliğinde otobüsün en arkasını bulmuşum. Bulmuşum ama arkada ateşli üniversite öğrencileri devamlı sohbet ediyor ve bu sohbet arasında gençlerin futbol muhabbetlerini dinliyorum. Yok GS yok FB derken muhabbet akşam yapacakları halı saha maçına geliyor. Yine yeneriz, yeniliriz, sen şurda oyna, ben burda oynayayım derken birden kadroda bir eksik olduğu ortaya çıkıyor. Elemanın biri akşam olmayacakmış ve
bunu o sırada bildiriyor. "Yapma oğlum ne yapacaz şimdi nerden adam bulacaz nasıl olacak zaten kış günü, kimse gelmez falan filan" derken bir anda kendimi muhabbete girmiş buluyorum- ben oynarım diyorum. Hop bilader sen de kimsin demeye gerek kalmadan biraz mecburi, biraz da heyecan arayışı, belki de kaleye geçer biz de kaleci derdinden kurtuluruz hesapları ile gece 12.00-01.00 saatleri arasında oynanacak maç için sözleştik.
Sonuç: Maçı aldık. Her hafta kadronun aranan adamıyım. Kaleye de hiç geçmiyorum. Kendinize güveniniz varsa halen her hafta devam eden maçlarımıza bekleriz.
Otobüsler, sadece bizi işe/eve götüren vasıtalar değil. İşte böyle hiç beklenmedik şeylere de sahne olan hayat araçları. Geçtiğimiz günlerde Lale'nin anlattığı hikaye, bir otobüste de yaşanabilirdi. Hiç farkı yok. Hepsi toplu taşıma araçları. Takside tek başınıza otursanız da, sizden önce başkaları da oturuyordu o koltukta ve siz indikten sonra yine bir başkası oturacak...
Bu hikayeyi ağızdan duymuştum, "bu hikaye tam bloglamalık" demiştim. İlker de eline sağlık, yazıp gönderdi. Biz de paylaşıyoruz.
Bu blogun amacı da bu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder