Salı, Aralık 30, 2008

46'lık

Ablamız kırklı yaşlarında. Oturduğu yerden kalkıp, yanında oturduğu abimize yüksek sesle "söylenerek"otobüsün arkasına doğru ilerliyor:
-Yeter be! Ne 46'lığımız kaldı ne bişe...
-Şerefsizsin oğlum sen!
-Senin ben ağzına ...........!
Ve daha neler...
Herkes ablanın raporunu elinde tutyormuşcasına tepkisiz. Ne yapsa yeridir kabullenmişliğindeler. Bir teyze sakinleştirmeye çalışıyor ablayı ama o da nasibini alıyor kalaydan.
Derken abla iyice çıkıyor şirazeden ve "herkes" alıyor nasibini "söylenme"lerinden:
-Hepiniz şerefsizsiniz!
-Bütün toplum şerefsiz!
-Hepinizin .......!
O ana kadar bütün vakarıyla yerinde oturmakta olan abimiz galeyana gelip ablamızın üzerine yürüyor:
-Şahsıma hakaret edebilirsin. Ama topluma, milletime..!
O an otobüstekilerin onu tutmayı bırakıp alkışlamasını mı bekliyordu çok merak ediyorum.
Derken ablamız sarılıyor telefonuna polisi aramak üzere. "Bu otobüste telefon kullanamazsınız" uyarısına nasıl kahkayı basmadım hala bilmiyorum.
-Memur bey şu anda Üsküdar-Ümraniye otobüsündeyim. Burda ayı gibi bir adam üstüme yürüyor. Otobüstekiler de akrabası galiba, onlar da üzerime yürüyor. Şikayetçiyim!
-........
-Şoför uzakta.
-.......
-Yok ben incem zaten şimdi.
Buna dayanamayıp gülüyorum işte. Abla da tam burnumun dibinde. Tırsmadım desem yalan olur.

İ.E.T.T. 'Biz İnsan Taşıyoruz'

İ.E.T.T. herkesin aklına yer eden o meşhur sloganının hakkını veriyor.

Sizce de öyle değil mi? :)

Pazar, Aralık 28, 2008

Yine taksi, yine bozuk para

Hikaye Elif Salar'dan. Geldiği gibi iletiyorum:

Bir yaz günü işten çıkmış, Bebek'te kısa bir yürüyüşten sonra evime
gitmek niyetiyle Etiler'den bir taksi çevirdim. Başladık Bebek'e doğru
inmeye. O sırada ben elimdeki bozuklukları toparlamaya çalışıyorum.
Niyetim şoförü 3,5 ytl'lik yol için 50 ytl vererek zor durumda
bırakmamak.

Elimde 1 tane madeni 2 ytl, 2 tane 50 kuruş 3-4 tane 25 kuruş. Cillop
gibi para her taksicinin rüyası hem de taksimetrede yazacak tahmini
tutara yetiyor. O arada elimdeki madeni paraları toparlamak için
uğraşırken haliyle şıngırtılar çıkıyor.

Veee taksici abimiz çevik bir hareketle bana dönüyor. "Çingene hesabı
para verme bana" diyor. Hem dee çok çirkin bir üslupla. Ben hiç
hanımefendiliğimi bozmadan: "Beyefendi birincisi paralar o kadar da
bozuk değil (ama ben fena halde bozuldum) ikincisi de bu paralar
dışında 50 ytl var yanımda (3,5 ytl lik yere 50 ytl verirsem bu sefer
de sen bozulursun işte nabeer)" diyorum.

Bu sefer de zeytinyağı kıvamında bir cevap alıyorum abiden: "Ohoo bu
kadarlık yola 50 ytl mi verilir(hem de bağırarak)".

İşte bu cümle beni zıvanadan çıkartmaya yetiyor. Hanımefendilik de
neymiş? Açıyorum ağzımı yumuyorum gözümü...

"Pardon da ordan bakınca yazarkasa gibi mi duruyorum. Hizmet alan
benim hizmet veren sensin. Her türlü parayı bozmak zorundasın. Kaldı
ki bozuk para vermek için debeleniyorum deminden beri..." diye
bağırıyorum da bağırıyorum.

Sonunda paraları fırlatmış, taksinin kapısını çarpmış, sinirden deliye
dönmüş bir vaziyette Bebek sokaklarında gözden kayboluyorum.

Arnavut İnadı

Ben de ilk yazım olması sebebiyle Murat Kaya'ya daveti için teşekkür edeyim. İlk hikaye bir takside geçiyor.

İstiklal'de Galatasaray Lisesi civarındaki bir yerde oturduktan sonra akşam saat 8 civarı Mecidiyeköy'e doğru gitmek üzere bir taksi durdurduk. O durdurma anı aslında herhangi bir taksi durdurma anı kadar naif, sıradan ve bir yerden bir yere gidecek olmanın verdiği tatlı tebessümlerle bezenmiş bir andı (Murat Kaya bu detaylara girmek yok galiba :) ). Taksiyi ben durduğum için genelde yolculuktaki muhabbetin gidişatını belirleyen ve taksi şöförünün iletişime ilk geçeceği kişi olma önemine sahip ön koltuk bana düşmüştü. 50 yaşlarında sert mizaçlı bir amcaydı şöför. Hava, su, yol, futbol muhabbetiyle başlayan konuşma birden bizim amcanın Arnavut kökenli olması ve Arnavutların ne kadar inatçı olduğu konusuna geldi. Diyalog %98 amca, % 1 ben , % 1 de arkadaki arkadaşlar ve trafik gürültüsü şeklinde paylaşıldı. Amca başladı arabasına binen ünlülerle yaşadığı maceraları anlatmaya.

Bir gün Ajdar bizim taksiye binmiş. Yolculuk esnasında Ajdar'a "Sen ne biçim şarkı yapıyorsun oğlum, nane nane diye şarkı mı olur" dedikten sonra Ajdar sert tepki göstermiş. Bizim amca "Bak bana sert konuşma, inatçıyım, arabadan indiririm" dese de Ajdar tahmin edileceği üzere konuşmaya devam etmiş ve Ajdar'ı ıssız bir yerde arabadan indirmiş, çekip gitmiş. Buna benzer bir kaç ünlü olayı daha anlattıktan sonra biz başta amca olmak üzere tüm Arnavutların ne kadar inatçı olduğunu anlamış bulunduk. Sonra amca daha çok hikaye olduğunu ama arkada bir bayan arkadaş olduğu için bunları anlatamayacağını söyledi. Sonra da "Benim arabama bir bayan binerse onun namusunu ben korurum" cümlesiyle yine kendisi ve Arnavutlar hakkında yeni bir özelliği aktardı bize. Tabii ki bu cümlenin aslında yeni bir hikaye için hazırlık olduğunu sonradan anladık.

Bir gün amcanın arabasına bir bayan binmiş. Sonradan öğreneceği bilgi, aslında bayanın eşiyle kavga edip apar topar taksiyi durdurduğu. Kocası da kavga sonrası arabasına binip taksiyi takip etmeye başlamış. Neyse bir süre gittikten sonra kocası bizim taksiyi durdurup kadınla konuşmak istemiş. Tabii buraya kadar her şey normal ama bizim amca anormal. Kocasının bu hareketi sonrasında amca hemen taksiden hızla inip "benim arabama binen bayanın namusunu ben korurum" nidasıyla adamın levyeyle bacaklarını kırmış. Kadın sonra "Aaa!, o benim kocam, ne yapıyorsun sen?" diye bağırınca, adamı alıp hastaneye götürmüş ve yolda kadını da "Madem kocandı, niye daha önce söylemedin be kadın" diyerek fırçalamış.

Bu olay 2 yıl önce olduğu için anlattığı diğer olayları hatırlayamadım. Yolculuk esnasında ben belki iki cümle kurabilmişimdir, arkadaki arkadaşların sesini duymadım :)

Cuma, Aralık 26, 2008

Reklamcı Taksici

Bu blogtaki ilk paylaşımım olması nedeniyle sevgili dostum Murat'a daveti için teşekkür etmek istiyorum öncelikle. Ardından da taksi, taksici, taksi muhabbetlerim üzerine kısa yazılarımla bu blogta paylaşımda bulunacağım.

Her gün mutlaka taksiye biniyorum. Bu hafta içi Çarşamba günü de Maslak'tan 2 arkadaşımla birlikte taksiye bindim. Onlar arkaya ben de öne oturdum ve işlerimiz ve sektörle ilgili konuşmaya başladık. Bir sessizlik anında taksici ile şöyle bir diyalogumuz oldu.

- Siz reklamcı mısınız?
- Değiliz ama reklamcı sayılırız. Ben internet reklamcılığı ile ilgili bir şirkette, arkadaşlarım ise digital reklam ajansında çalışıyorlar.
- Ben de reklamcıyım aslında bugün arkadaşım rahatsız olduğu için taksiye çıktım.
- Aaaa çok enteresan, nerede çalışıyorsunuz?
- ...... 'da. Adidas' a falan çalışıyoruz.
- Siz daha çok event marketing yapıyorsunuz. Peki orada göreviniz nedir?
- Ben adidas' ın tır şöförüyüm.

:)

Perşembe, Aralık 25, 2008

Hello Bus

Merhabalar efem,

Ben Çağatay Öztürk. Çok yakında 'deniz' otobüsü anılarımla sizleri 'derya'lardan deryalara sürükleyeceğimden emin olabilirsiniz.

Bana bu imkanı veren Sayın Murat Kaya'ya, Telekomünikasyon Kurumu'na ve Ulaştırma Bakanlığı'na teşekkürleri sunarım.

İyi yolculuklar :)

Çarşamba, Aralık 24, 2008

İnsanlık nereye koşuyor?

Vapurla, otobüsle, minibüsle falan bir yerlere giderken yaptığım kısacık yolculuklarda zaman zaman öyle diyaloglara denk geliyorum ki gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum doğrusu. Bazen diyorum ki insanlık ölmüş, bazen çok eğleniyorum, bazen de iki arada bir derede kalıyorum.

İşte bu da öyle bir iki arada bir derede kalma hikâyesi...

Sene 2006, aylardan Temmuz. İşten çıkmış Beşiktaş'taki Kadıköy iskelesine koşarak inmiş ve son anda kendimi vapura atmışım. Nefesimi düzene sokup normale dönmeye çalışırken dedim ki hadi oturmadan bir de çay alayım. Büfeye yöneldim. Önümde 25-30 yaşlarında kokoş iki hatun var. Onlar da çay almışlar, tost bekliyorlar. Bir yandan da şöyle bir muhabbet geçiyor:

Kadın 1 - Ee napıyo senin büyükbaş hayvan?
Kadın 2 - Ay naapsın işte işe gidiyo geliyo, surat öküz gibi falan.
Kadın 1 - Ahahahahahahahahahaha
Kadın 2 - Ahahahahahahahahahaha

"Büyükbaş hayvan" şeklindeki son derece kaba bir tabirle kulakları çınlatılan kişinin 2. hatunun eşi ya da sevgilisi olduğunu tahmin etmek zor değil. Adamcağız halka açık ortamlarda kendisinden bu şekilde bahsedildiğini bilse, acaba tepmez miydi o hatunu? Bunu düşündüm uzun uzun, yuh dedim.

Fon müziği: Eagle Eye Cherry - Permanent Tears

Salı, Aralık 23, 2008

Bir toplu taşıma faktörü olarak insanın fiziksel genişliği

Toplu taşıma araçlarını sevmemin en büyük nedenlerinden biri, eğer çalıştığınız yere giderken her sabah ve her akşam aynı güzergâhı, aynı araçları kullanıyorsanız ve insan - durum gözlemi yapmaktan hoşlanıyorsanız, size pek çok veri sağlıyor olmasıdır. Bu sayede gün geçtikçe birlikte yolculuk yaptığınız insanları da daha iyi tanıyor, hatta neyi sevip neyi sevmediklerinden tutun da nasıl beslendiklerine, hangi renkten hoşlandıklarına kadar pek çok konuda fikir yürütme, tahminde bulunma keyfi yaşayabiliyorsunuz.

Ben genellikle spesifik özellikleri olan insanları ve onları davranışlarını gözlemlemeyi seviyorum. Bu insanlara "vapurdaşlar", "otobüsdaşlar" gibi isimler takıyorum. Bu vapurdaşlara örnek olarak sırf fiziksel görünüşü ve yüzü benzediği için Gülse Birsel ile özdeşleştirdiğim bir ablayı verebilirim. Kendisi ile (o farkında değildi ama olsundu) tam 2,5 yıl aynı vapurda gidip geldik. Sarışın ve kısa saçlı idi, sonradan kızıla boyattı saçlarını. Pek yakışmadı ama neyse. yine bu vapurdaşlardan, muhtemelen üst düzey yöneticilik yaptığını tahmin ettiğim bir başkası, sabahları hep asık suratlı ve nalet oluşuyla aklımda yer etmiştir. Kendisi kıvırcık koyu renk saçlı ve elinde sürekli içi tıkabasa dolu bir laptop çantası ile yolculuğa katılır, her sabah vapur büfesinden aldığı 2 poğaça ile kahvaltı yapar idi.

Her neyse, işte yine bir sabah işe yetişme telaşı ile kendimi Kadıköy'den Beşiktaş vapuruna attığımda bu vapurdaşlardan birine denk geldim. Aykut Barka adlı vapur üç katlı, aylardan da Eylül, yazın son demleri yani. Havada İstanbul sabahlarına yakışır bir parlaklık ve berraklık var. İnsanın içine neşe doluyor. Ben de vapurun en üst katına çıkmış, o kalabalık arasında kendime bir yer bulup oturmuşum. Elimde de gelirken aldığım bir dergi var, canım pek okumak istemese de öylesine karıştırıyorum sayfalarını. Daha çok ilginç birşeyler olsun da sabahım şenlensin diye bekliyorum sanki.

Derken vapur epeyce doldu, insanların bazıları ayakta kaldı. Ama hava güzel ya pek umrunda değil kimsenin, ılık bir rüzgâr esiyor. Tam arkamda sırtı bana dönük olarak oturan gençten zayıf bir çocuk var, vapurdaşlardan biri ve muhtemelen Mimar Sinan öğrencisi. Yanında da arada sırada kendisiyle birlikte gördüğüm bir başka arkadaşı var. Bu pek fazla görmediğim arkadaş, henüz vapur hareket etmeden bir ara kalkıp büfeye çay almaya indi. Yerine de sırt çantasını bıraktı.

Dedim ya vapur kalabalık, insanların bir kısmı ayakta. Yaşının 35-40 civarında olduğunu tahmin ettiğim irice bir teyze de uzaktan çocuğun yerine göz koymuş olacak ki, çocuk merdivenlerde kaybolur kaybolmaz hemen geldi bizim vapurdaşın yanına. Neden bilmem arkama dönüp bakma ihtiyacı hissettim. Teyzenin iriliğini de ordan biliyorum.

Kalkıp giden çocuğun çantasını bıraktığı yer de anca çanta genişliğinde zaten. Teyzenin üçte biri zor sığar o boşluğa. Şöyle bir diyalog geçti göz açıp kapayıncaya kadar:

Kadın - Ee burası boşsa oturacam ben!
Vapurdaş - Arkadaş çay almaya gittiydi, gelicek birazdan.
Kadın - Arkadaşınızın genişliği nedir???
Vapurdaş - Ha?? Hee öööö eeee...
Kadın - Hayır yok yani ben de sığarım heralde di mi!!!! (eller de belde aman aman)
Vapurdaş - Eee ööö eee hhööö öööğğğ

Bir an sessizlik oldu. Evet, hani kalabalık bir ortamda 10 saniyelik sessizlikler olur ya, sanki herkes sözleşmiş gibi davranır ve çıt çıkmaz o süre boyunca. İşte aynen öyle bir sessizlik anı. Üst güvertedeki bütün kafaların kadına ve benim vapurdaşa doğru döndüğünü hissettim bir anda.

"İhi ihi" şeklinde gelişen ve "Güldüğümüzü farkederse hepimizi ezerek öldürebilir" korkusuyla el altından koyverilen gülüşmeler arasında teyze çocuğun çantasını alıp, benim vapurdaşın ayaklarının dibine doğru ittirdi. İnsanüstü bir çaba ile o 3 santimetrekarelik yere sığmayı başardı.

Alkışlamak istedim ve o an sadece martılar vardı, evet.

Pazartesi, Aralık 22, 2008

Otobüs Hikayesi (eski) Genç işi - Çılgın işi

Bu blogun ilk post'u olabilirdi aslında bu hikaye. Çünkü bundan daha ilginç bir otobüs hikayesi yaşadığımı hatırlamıyorum. Bugün anlatmamın sebebi ise, hikayede bahsi geçecek arkadaşın bugün aynı espriyi -espri değil de- bu hikayeyi esprili bir şekilde bana karşı kullanmasıydı.
Hikayeyi dinleyin.
Yıl 2001. O sıralardaki programım sabahları Taksim'de enstitüye gitmek ve öğleden sonra da Avcılar'daki kampüse geçmek ve akşam derslerine girmek şeklinde ilerliyordu. Taksim'den önce eve geldim ardından tekrar Avcılar yönüne ilerlemek üzere otobüse atladım. O günlerde de kulaklığım bozulmuştu galiba, müzik dinlemeden gidiyordum. Bindim otobüse, açtım kitabı (yanlış hatırlamıyorsam Bukowski idi) hiç kafamı kaldırmadan okuyorum, ilerliyoruz. Otobüs de boş. En arka sıranın birkaç oturak önündeyim. Evin olduğu duraktan bir ya da maksimum iki durak kadar durduktan sonra, yanıma birisi oturdu. İnat ettim, kim olduğuna bakmayacağım diye (zira merakım şundandı, neden otobüs bomboş iken yanıma gelip oturur- halbuki doğal akış, boş yerlerdeki cam kenarlarını kapmaktır diye gözlemlemişimdir hep.)
Neyse yanıma oturduktan sonra dizlerinin üzerine ders notlarını koydu. Elinde birkaç torba da vardı, yere koydu. Sonra telefonu açıp, konuşmaya başladı. Kulağımda müzik olmadığı için doğal olarak kulağım bu konuşmaya kaydı:
- Tamam, dedi konuşmanın sonunda, ben Taksim'e geleyim o zaman.
Bu kısmı duyunca, içimden "aaa ne enteresan" dedim. Ben de sabah oralardaydım. Keşke ertesi gün olsa da yine gitsem... Derken.
Gözüm dizinde durmakta olan kağıt yığını halindeki ders notlarına kaydı. (Ayrıca hâlâ dönüp, kim oturuyor yanımda diye bakmıyorum. Görüş açımdan sadece bir "kol" görünüyor. Ders notlarına baktığımda, mühendislik öğrencisi olduğunu anladım. Hmm dedim içimden. Öğrencilik günleri. (Sanki ben mezun olalı çok olmuş gibi). O sırada kağıdın sağ üst köşesinde uzun bir okul numarası ve bir ad-soyad gördüm. Tam o sırada otobüs Avcılar'a ulaştı ve ben yine hiç suratına bile bakmadan indim otobüsten.
Akşam derse gittim. Dersti, sohbetti, gülmeydi, eğlenmeydi derken orada gördüğüm isim bir anda kafamda belirdi. Ad ve soyad.
Eve döner dönmez, ICQ'da (o sıralar MSN'e geçmemek için direnirken, bunu kullanıyorduk tabii) adı ve soyadı arattım. Aaa bir de baktım, bir kişi çıktı. Detaylara bakayım derken, posta kodunun bizimkiyle aynı olduğunu gördüm (bir de sanırım okul bilgilerinde mühendislik okuduğuna dair iz vardı). İçimden dedim ki "kesin bu O'dur, -otobüste yanıma oturan kız-".
İlk mesaj olarak "dün akşam Taksim'de miydin" diye bir mesaj yolladım. O sıralar "kendini karşındakinin yerine koyma" dürtüsü daha çok "hmm şimdi karşıdakinin dikkatini nasıl çekerim" şeklinde çalıştığı için bu cümle aklıma gelen ilk cümle idi.
Sonra da oturup "bu çok enteresan bir hikaye ama öncelikle şu soruma cevap vermen lazım: oturduğunuz semt 'şurası' mı" diye yazdım.
İki gün sonra bir cevap geldi. Evet, aynı yerde oturuyorduk. Fakat ben kimdim? Ve bu nasıl bir hikayeydi. (Kimsiniz sorusuna da taa cep telefonunun ilk günlerinden beri hastayımdır.)
Hikayeyi anlatmam için bir yerde görüşeceğimiz zaman tipini bilmediğim, bir kere bile görmediğim birisini beklediğimi fark ettim. Nasıl korktum anlatamam. Ama merak, kediye değil insana da neler gösteriyormuş diye bir başka düşünceyi de kafamın bir köşesine koymuştum. Beklediğim yerde, "bari şu karşıdaki kız kadar güzel biri olsa" diye düşündüm (varsın şekilci desinler). Sonra telefon çaldı ve o karşıdaki kız telefonda bana "neredesin tam olarak" diye sorarak yanıma geldi. Telefonu kapattım ve merhaba dedim. Oturdu karşıma anlattım hikayeyi. Sonra bir ara telefonu çaldı, kalktı gitti. Döndüğünde "erkek arkadaşımdı" dedi. Mesajı almıştım. Hikayenin tamamını anlatıp bitirdim. Sonra alışveriş merkezinin servisine atlayarak "mahalleye" döndük. Kendimi sapık gibi hissetmedim hiç (enteresan bir şekilde). Sonra arada bir görüştük ettik, arada bir görüşüyoruz ediyoruz.

Ve bugün. 2008'in son günleri. Telefonum çaldı, baktım O. Açar açmaz "Ben sizi dün otobüste gördüm, yanımda oturuyordunuz, kimliğinizden isminize baktım ve sonra ICQ'da sizi arattım." dedi ve ben güldüm. Hiç beklemiyordum yıllar sonra bu hikayeyi hatırlayacağımı. Dedim ki "Ne kadar şanslıyım. Mahkemede dava olabilecek bir şekilde tanıştığım insanlar bile dünya tatlısı çıkıyor." Ha peki mahkemede dava olacak şekilde tanıştığım insanlar var mı? Aa şimdilik hatırlayamadım. Belki biri arayıp hatırlatır.

Otobüste'ye ilk hikayeyi gönderirken "acaba ilk hangisini yazsam" diye tereddüte düşmüştüm. Bunu yazmaya da çekinmiştim. Kazanan hikaye bu olmuştu.

Perşembe, Aralık 18, 2008

"Aramadın beni Cenkçiğim. Üzülüyorum bak"

Efendim yer yine Beşiktaş. Sene 2006. Bir Nisan akşamı, iş görüşmesinden çıkmış, gelen ilk Sarıyer - Beşiktaş minibüsüne kendimi atmışım.

Minibüs tam eskiden Tansaş'ın olduğu yere dönmek üzere ışıklarda beklerken, şoförün hizasındaki tekli koltukta oturmakta olan şöyle kalantor bir abiye neden bilmem gözüm takılıyor. Sanırım ilginç birşeyler olacağını hissediyorum. Derken ağır abi arkadaşını arıyor:

Abi = (Hasan Mutlucan tonlaması ile) Cenkçiğim naaassın?
Arkadaş = .... (cevap veriyor)
Abi = Diyorum ki bu hafta buluşsak bi yerlerde, beraber olsak.
Arkadaş = .... (cevap veriyor)
Abi = Geçen hafta aradım seni Cenkçiğim. Geri dönmedin bana. Aramadın beni. Üzülüyorum bak.
Arkadaş = .... (muhtemelen bir bahane uyduruyor karşı taraf bu sırada)
Abi = Ehahaha tamam canım benim. Bak hafta sonu bizim bi arkadaşın doğumgünü var. Oraya gel istersen. Ordan çıkıp ortamlara akarız, takılırız, laflarız.
Arkadaş = .... (cevap veriyor)
Abi = Eh hadi o zaman görüşürüz canım, güzel güzel öpüyorum seni, süzüyorum. Bak mutlaka gel tamam mı?

Abi telefonu kapattı, minibüs hareket etti. Minibüs şoförü adama yan yan bakıp "Peh peh" dedi. Adam, minibüs karşı tarafa geçince indi. Benim de beynim sürçtü, ağzım açık kaldı. Minibüs şoförü muhtemelen aynadan beni görmüş olacak ki, "Nebçim konuştu lan bu herif yaaa, di mi abla?" diyerek onayımı almaya çalıştı. "İniyim" ben dedim.

Bir sabah şoku

Bugüne kadar çalıştığım iş yerleri genellikle Balmumcu - Zincirlikuyu çevresinde olduğu için, uzunca bir süre işe giderken çoğunlukla o yöne giden otobüsleri ve acelem olduğu durumlarda da minibüsleri kullanmışımdır. İşte bu yüzden de her sabah yurdum insanının ilginç diyalogları ve tuhaf olaylar eşliğinde işe gitmek ayrı bir neşe, ayrı bir enerji kaynağı olmuştur benim için.

İşte yine öyle bir sabah, otobüse binmektense minibüse binmeyi tercih etmiştim. Beşiktaş'ta Sarıyer minibüslerinin kalktığı yerde hafta içi sabah devasa boyutlarda kuyruklar olur, bunu herkes bilir. Öyle bir kuyruğa takıldım ben de. Hemen arkamda da iki tane tıknaz, pembe yanaklı, emekli tipli tonton yaşlı amca peydah oldu. Kuyruk çok uzun ve trafik de sıkışık olduğu için bekle allah bekle modundayız hep birlikte.

Böyle zamanlarda genellikle etrafı seyretmeyi, insanların işe yetişme telaşını gözlemlemeyi pek severim. Hatta yaşlı teyzeleri ve amcaları gördüğüm zaman daha bir garip hissederim kendimi. Zira aklıma hemen uzun süredir hasta olan anneanem ve ne yazık ki şehit olduğu için hiç tanıyamadığım ama anlatılanlara göre Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk havacılarından olan dedem gelir. O yüzden de daha bir şefkatle bakarım o insanlara.

Neyse, işte o minibüs kuyruğunda hemen arkamda duran iki yaşlı amcaya da aynen bu hissiyat içinde bakıp "ah canıııım" diye iç geçirirken, aralarında geçen şu diyaloğa kulak misafiri oldum (YA1 = Yaşlı Amca 1, YA2 = Yaşlı Amca 2):

YA1 = Yaw hani bizim bi İlyas abi vardı ya...
YA2 = Hee vardı
YA1 = Ha işte o da böyle diz kapağından falan vuruyodu alacaklılarını...
YA2 = Yaaa yaaa...

Bu diyaloğun gerisi de geldi ama ben şu kadarlık kısmına takılıp kaldım. Bir anda binlerce düşünce sardı beynimi, "Kim neyi nasıl vuruyo?", "Bu tonton amcaların böyle bir olayla nasıl ilgisi olabilir?", "Nerdeyim ben?", "Burası neresi?", "Saat kaç?"

Akabinde epeyce uzun bi süre donup kalmış olmalıyım ki, amcalar benim binmeyeceğimi falan sanıp hareket etmek üzere olan minibüse attılar kendilerini ve uzaklaşıp gittiler. "Vay memleketim vay" sessiz nidaları eşliğinde bir sonraki minibüsü beklemeye koyuldum.

Pazartesi, Aralık 15, 2008

İddia ediyorum!

Evet iddia ediyorum ki, sakarlık ve toplu taşıma araçlarında yolculuk bir araya geldiği zaman çok daha lezzetli oluyor. Ve yine iddia ediyorum ki, sakarlık kesinlikle genetik bir kavram (en azından benim için öyle).

Bu iddiamı kanıtlamak için de şöyle bir olay sunuyorum dikkatinize:

Sene 1985... İlkokul birinci sınıfa daha yeni başlamışım, bambaşka bir hayat çıkmış karşıma. Sabah erken kalkıp bütün gün ayakta olmaya, öğrenmekten yorulmaya ve akşamları eve bitap halde gelmeye alışmaya çalışıyorum. Sakarlık o zamanlar da diz boyu.

Allahtan "okul servisi" gibi güzide bir imkân söz konusu da bir de yol yorgunluğu binmiyor küçücük omuzlarıma.

Okulun 8. günü akşam eve servisle dönülüyor. Servis evin önünde duruyor ve ben, o küçücük bünyemle yorgunluktan harap olmuş vaziyette servisten iniyorum. Servis hareket ediyor.

Bir iki saniyelik bir şalter kapanması durumunun ardından, çok sevdiğim yepisyeni su mataramı serviste unuttuğumu zannediyorum. Servis aracının çok fazla uzaklaşmadığını görerek asılıyorum kapı koluna ve yaklaşık 100 metre servisin yanında koşuyorum. (İlerleyen yaşlarımda bu sahne gözümün önüne geldikçe, Jim Carrey'in "Liar Liar" filminde uçak merdiveni ile uçağın yanında son hız gidişini hatırlayıp, bu "yaratıcı" fikir bana ait olduğu için telif hakkı almam gerektiğini düşünmüştüm. Evet biliyorum çok aptalca.)

Neyse sahneye geri dönelim. Servisin yanında koşuyorum, allahtan trafik sıkışık ve servis şoförü de yan aynadan bakıyor. Haliyle durdu adamcağız gözleri fal taşı gibi olmuş vaziyette.

Ben de, bünyenin salgıladığı adrenalin fazla geldiği için adam aracı durdurmuş olmasına rağmen hâlâ koşma çabası içindeyim. Çevik bir hareketle ve kan ter içinde nihayet açıyorum servisin kapısını. Şoför de ne olduğunu anlamaya çalışan gözlerle tuhaf tuhaf bakıyor, servise binip bütün koltukların arkasına, altına, yanına bakıyorum. Talan ediyorum yani ortalığı.

Ve o an... Evet tam o anda o narin su mataramın çantamın kenarında asılı olduğunu görüyorum. Şoföre hiçbir açıklamada bulunma gereği duymadan ve büyük bir sevinçle aynen geri iniyorum, tırıs tırıs eve gidiyorum.

İşte size kanıt!

Dolmuştan nasıl düşülür? (Fantastik bir tarif)

Herkesin harcı değildir efendim dolmuştan düşmek. Özel bir yetenek, uzun yıllar süren bir çalışma ve sanırım biraz da genetik özellik gerektirir.

Peki nasıl oluyor da dolmuştan inmek yerine düşülüyor? Hemen anlatayım. Fakat belirtmek isterim ki uygulamadan kaynaklanacak herhangi bir fiziksel veya manevi zarardan dolayı sorumluluk kabul etmiyorum, etmem.

Gerekli malzemeler:

- 1 adet sarı dolmuş (hangi hatta çalıştığı önemli değil, ama ses getirsin istiyorsanız Taksim - Teşvikiye ya da Taksim - Kadıköy falan olabilir)
- 1 adet kurban (yani ben veya siz)
- 1 adet tanıdık (tercihen dolmuşun arka koltuğunda oturuyor olacak)
- 1 adet fidan
- 1 adet kaldırım

Yapılışı:

Öncelikle sakin bir dolmuş yolculuğu geçirmeniz gerekiyor. Yorgun argın işten çıktığınız veya kafanızın bin tane düşünce ile dolu olduğu bir zaman dilimi seçerseniz daha verimli olur. Dolmuştan ineceğiniz yer kaldırıma mümkün olduğu kadar yakın ve belediye tarafından ekilmiş ve birkaç yıl sonra genç ağaç olacak bir fidanın önü olmalı. Ha bir de mümkünse şoför yanına oturmanız gerekiyor.

Kapı açılır ve ayaklarınızı dışarı atarsınız. Hemen akabinde dolmuşun arkasına doğru hızlıca bir bakış atıp ve arka koltuktaki tanıdığı görürsünüz. Kafanız arkaya dönük iken "Aa naber?" deme gafletinde bulunursunuz. Bu arada hissiyatınızın da kuvvetli olması gerekiyor ki dolmuşun hareket edeceğini anlayıp kafanızı hızla öne çevirebilesiniz.

Tam bu sırada ayaklarınızdan biri kaldırıma doğru bir adım ilerlemiş olmalı. Tam önünüze denk gelen yerde de bomboş kaldırım yerine hayatının baharını yaşamakta olan genç bir fidan bulunmalı.

Denge yitimi sonucu fidanı kucakladığınız gibi pehlivan edasıyla yere yatıracaksınız. Diğer ayağınız da bir yerlere takılacak ve kaldırımı sevgiyle öpeceksiniz. Ve tüm bunları yaklaşık 10 saniyelik bir zaman diliminde gerçekleştireceksiniz.

Yaratacağı utanç, alaycı bakışlar ve gülüşmelerden dolayı, olayın hemen değil, soğuması beklenip 10 gün kadar sonra servis edilmesi ve bu süre boyunca da civarda dolaşılmaması tavsiye edilir.

Afiyet olsun.

Depar

Yemin ederim bayılıyorum şu İETT otobüsü şoförlerinin hazır cevaplığına.

Yine bir Barbaros Bulvarı otobüs hikâyesi.

Yıl 2006, ılık bir Eylül akşamı.

Bilen bilir, otobüslerin Barbaros Bulvarı'ndan ayrılıp eskiden Tansaş'ın olduğu yöne doğru dönmelerini ve iskelenin ordaki duraklara ulaşmalarını sağlayan trafik ışığı tam 78 saniye boyunca kırmızı yanıyor.

Ben de akşam yorgun argın çıkmışım iş yerinden. Kendimi atmışım bir otobüse, bir de boş yer bulmuşum oturacak, oooh keyfime diyecek yok. İş çıkışı saati olmasına rağmen otobüs çok kalabalık değil.

Yurdum insanının sabırsızlığı yine tavan yapmış durumda olacak ki, otobüse bindiğimden beri bir türlü yerinde duramayıp zıp zıp zıplayarak, bağıra çağıra konuşarak kulaklarımın ve gözlerimin ayarını bozan tiki kılıklı bir hatun kişi, işte tam o ışıklarda karşı yöne geçmek için bekleyen otobüsün şoför mahaline yaklaşıyor ve olaylar gelişiyor (HK = Hatun Kişi, Ş = Şoför):

HK - Kapıyı açar mısıınıaaaaaazzz?
Ş - Yok açamam burda.
HK - Ay n'olcak ki ışıkta bekliyosunuz nası olsa?
Ş - Durak karşıda, ışık burda. Nedir depar mı atacan???
HK - ?!?!?

Bu diyalog üzerine hatun kişinin devreleri karıştı haliyle. Koluna taktığı ve içinde bir ailenin yaşayabileceği kadar büyük bavul-çanta arası aksesuarıyla kös kös arkadaşlarının yanına geri yürürken şöyle dedi: "Ay açmıyo yııııaaaaa, may gaaaad inemiyoruuum, şiiit"

"Oh shit" dedim ben de, evet.

Cumartesi, Aralık 13, 2008

Kafaya "daş" düşmesi

Mecazi anlamda kullandığımız kafaya taş düşmesi gerçek olursa???

Saat 00:30'da Harem'den kalkan otobüs... Malum bayram tatili.
Hem de 9 gün. E memlekete gitmek lazım. Güle oynaya otobüse biniyorsun. Koltuk numaranız 9-10. Sizinki koridor, karınızınki cam kenarı. Genelde önce binip o kapıyor zaten. Tam kazınan mideni tostla bastırmış, koltuğunda hafif kaykılmışsın ki çotank! diye bir ses geliyor. Herkes bir panik. Tepedeki lambalardan biri mi patladı, n'oldu yahu? demeye kalmadan bir bakıyorsun ki ön camda bir delik. Cam kırılmış ama dağılmamış. Havalı ya, ondan... Derken ön koltuklarda oturan hanımlardan bağırışmalar geliyor. Sen de yavaş yavaş olayı idrak etmeye başlıyorsun. Her şey o kadar bir anda olmuş ki, böyle durumlarda insanların "valla her şey bir anda oldu, hiçbir şey anlamadık" demesini anlıyorsun. Her yer cam kırığı içinde. Otobüs duruyor. Oturduğunuz koltuktaki cam kırıklarını temizlemesi için muavini çağırıyorsunuz. Sonra camları temizlemeye çalışırken bir de bakıyorsunuz ki koltukta koca bir daş. Sonra karın diyor ki "kafan kanıyor." Bu cümleden sonra haaa, diyorsun demek ki kafamdaki acı bundan. E o zaman demek ki cam da bu yüzden kırılmış. Sis perdesi dağılıyor, taşlar yerine oturuyor. Yani aslında taş yerine oturmuş. O yer de benim kafam ama çarpmanın şiddetinden ve daşın büyüklüğünden olsa gerek ses görüntüden sonra geliyor.

Daşı eline alıp kaldırıp bakıyorsun. Ölmek ya da ölmemek. İşte bütün mesele bu!
Nasıl yani? Şimdi ben gecenin 1'inde otobüste giderken bir daş camdan girdi ve benim kafamı mı buldu? Başının zonklamasını daha bir hissetmeye başlıyorsun. Bir anda bütün dikkatler sana yöneliyor. Tamam, diyorsun. İyiyim ben, yok bir şeyim. Ayağa kalktığın anda miden bulanmaya başlıyor. Hah! diyorsun, buraya kadarmış. Yolun sonuna geldik. Mide bulantısı varsa, kusma da olur. Kusma da beyin kanaması emaresidir. Kafanın içinden beyin kanaması ihtimali geçer geçmez bünye elektriği kesiyor. Hooop her yer kararıyor. Buradan sonrasında 30 saniyelik hatırlamadığın bir kısım var. Gözünü açtığında birinin kucağındasın ve otobüsün merdivenlerinden iniyorsunuz. Bilinç açılmış ama dil dönmüyor ki! Tsu! diyorsun, herkes size bakıyor. Su yani, su! Soğuk su verin bana. Asfalta yatırılıyorsun. Tepenizde bir sürü insan, hepsi kocaman birer göz olmuş size bakıyorlar. Gözlerden bir çifti tanıdık. Karınızınkiler...
Haa demek ki daha gitmemişiz. Sonrası bildik... Ambulans, hastane, sabaha kadar müşahede, serum, tansiyon ölçme filan. 9 günlük bayram tatilinin ilk günü için kader size Haydarpaşa Numune'de bir süit ayarlamış ve bu sürpriz haberi de size bir daşla bildirmiş...

Cuma, Aralık 12, 2008

Karşının insanı olmak??

Sevgili kız kardeşim, bundan iki yıl kadar önce Etiler tarafında bir iş görüşmesine giderken bana da kendisine eşlik edip edemeyeceğimi sormuştu. Benim de işim yok gelirim dedim haliyle. Hatta hazır oralara gitmişken bir de uzun süredir görmediğim bir arkadaşıma uğrama planı yaptım.

Her neyse, gün geldi, kardeşi de alıp gittik Etiler'e. Kardeş görüşmeye gitti, ben de arkadaşıma uğradım. Sohbet vs. derken kahve içmeye karar verildi ve Starbucks'a gidildi. Derken kardeş geldi, arkadaş da işinin başına dönmek üzere izin istedi ve gitti.

Biz kardeşle Beşiktaş'a nasıl ineceğimiz konusunda karara varmaya çalışırken, saatin oldukça geç olduğunu farkettik ve otobüslerde sürünmek yerine taksiyle inmemizin daha iyi olacağına kanaat getirdik. Yalnız o saatte boş taksi bulmak da bir dert o bölgede.

Bekle bekle nihayet baktık bir taksi sinyal verdi bizim tarafa doğru, tamam dedik artık buna bineriz. Ama nafile, arabanın arka koluğunda oldukça yaşlı bir teyze oturuyormuş meğer, üstelik inmeye de pek niyeti yok gibi görünüyor.

Derken teyze camı açtı ve kafasını uzatıp "Yavrum pizzacı varmış Ulus'ta. Domino's Pizza. Nasıl gideriz oraya?" diye sordu. Taksici de diğer taraftan kafasını uzatıp "Domoz piza nereye oliyir?" diyor. Ben de pek bilmiyorum o tarafları, bir yandan yanlış yönlendirmeyeyim diye debeleniyorum, bir yandan da adamın söylediklerine takılmışım, kim, ne, noluyo derken devreler karıştı haliyle.

Teyzeye şöyle bir cevap verdim "Valla bilemiyorum teyze. Biz karşının insanıyız!". Yani "biz karşıda oturuyoruz, bu tarafı fazla bilmiyoruz" demeye çalıştım aslında. Kadıncağız şöyle bir baktı suratıma, şaşırsa mı gülse mi bilemedi diye tahmin ediyorum. Taksici de "Ehu ehu bu benden beter yaauu" diyerek verdiğim cevabın saçmalığını yüzüme yüzüme vurmaktan çekinmedi.

Teyze teşekkür etti, taksiciye parasını ödedi ve taksiden indi. Kardeşim şaşkalozluğumdan yararlanarak beni tek hareketle taksinin içine itiverdi, kendisi de bindi. Taksici hala gülüyor, bir yandan da nereye gideceğimizi soruyor. Benden çıkan cevap şu: "Direk"

Şen kahkahalar içinde Beşiktaş'a vardık, boyumuz göğe erdi.

Unutmak

4 yıl önce, istanbul.com'da çalıştığım zamanlardan bir vapur ve otobüs hikayesi.

Yatağın sıcaklığı ve uykunun dayanılmaz cazibesini bırakıp yine sabahın köründe evden çıkan kahramanımız (ki ben oluyorum bu), Kadıköy'deki Beşiktaş vapur iskelesine iner. İskelede bir Beşiktaş, bir de Ada vapuru beklemektedir. İkisine de şöyle uzaktan bakan kahramanımız, görevliye hangisinin Beşiktaş'a gittiğini sorar. Görevli Beşiktaş vapurunu işaret ettiği halde lilly, diğer vapura doğru yürümeye başlar. Tam Ada vapuruna binecekken, görevlinin "o değil abla, bu bu!" nidalarıyla biraz ayılır ve geri dönerek diğer vapura yönelir.

Vapur yolculuğunu kazasız belasız atlatarak Beşiktaş iskelesinde inen lilly, otobüs durağına yürür ve Zincirlikuyu'dan geçen herhangi bir otobüse biner. Koltuğa yerleşir. Uyku ile uyanıklık arası bir moda girer. Bu arada otobüs de ilerlemeye devam etmektedir ve Zincirlikuyu durağına yaklaşır.

Bir ara kendine gelen lilly'nin beynini bir soru kemirmeye başlar:

"Birşey unuttum ben, kesin unuttuğum birşey var. Neydi ya neydi?"

İlginçtir ama Zincirlikuyu durağında inen kimse olmaz ve otobüs Levent'e doğru ilerlemeye devam eder. Derken lilly'nin kafasında şimşekler çakar:

"Hayallah kahretsin inmeyi unuttum Zincirlikuyu'da!"

Evet lilly'nin beynini kemiren sorunun cevabı, Zincirlikuyu'da inmesi gerektiğini unutmasıdır. Ama artık yapacak hiçbişey kalmamıştır. Lilly Levent'te iner, metroya biner ve tırıs tırıs Esentepe'ye gider.

Bu bir tesadüf olamaz!

Yıl 2002, aylardan Aralık. Böyle kasvetli bir kış sabahının saat 7'sinde Cerrahpaşa'dan Avcılar İ.Ü. Kampüsü'ne gitmek için debelenmekteyim. Sabahın körü olduğu için haliyle herkes işe güce gitme telaşında, otobüsler tıklım tıkış geliyor.

Bir, üç, beş derken nihayet diğerlerine göre daha az dolu bir otobüs geldi. Ben de bekleye bekleye sinirden şişmişim, bir yandan da derse geç kalıcam diye endişe içindeyim, yüzüm patlıcan gibi morarmış.

Attım kendimi otobüse, insanları yara yara arkaya doğru ilerleyip gözüme kestirdiğim bir boşluğa ulaşmaya çalışıyorum. Boşluk dediğim de böyle iki avuç bir yer. Neyse sıkış tıkış yerleştim boşluğa. Eh bir yerlere tutunmak lazım haliyle. Hemen başımın üstünden şu metal boru kılıklı, hani insanın elinde pis metal kokusu bırakan barlardan biri geçiyor. Tutundum ve otobüs hareket etti.

Şoför de biraz tuhaf, bir hızlı gidiyor deli gibi, hemen ardından yavaşlıyor kaplumbağa gibi devam ediyor yola. İşte o hızlı gidiş seanslarından birinde o tutunduğum pis metal bar komple elimde kaldı efendim.

Evet, böyle bayağı iki ucunun tutturulmuş olduğu yerlerden çıkarak "çötenk" sesi eşliğinde yere iniverdi. Bir ucunu hala tutuyorum ama. Otobüste bir an derin bir sessizlik oldu, bütün kafalar bana çevrildi. Ben hala öyle aval aval bakıyor, durumu kavramaya çalışıyorum. Gülüşmeler, kızarıp bozarmalar arasında yere bıraktım barı, ayağımla da ittirdim hafifçe ve çaktırmadan adım adım en arkaya doğru ilerledim.

Kampüsün önünde kendimi dışarı attım. Koskoca metal barın kafama inmemiş olmasına mı sevineyim, yoksa iki üç saniyeliğine de olsa süper kahraman gücüne nasıl sahip olabildiğimi mi düşüneyim bilemedim.

İş, ellerimi yıkamak üzere Mühendislik Fakültesi'nin WC'lerinden birine girip lavaboya yönelmem ve akabinde suyu açmak için bataryanın aparatını yukarı kaldırmamla birlikte bataryanın komple bağlantı borusu ile birlikte elimde kalması ile daha da vahim bir boyuta taşındı.

Koşarak uzaklaştım.

Perşembe, Aralık 11, 2008

üç

Dolmuşa bi teyze (55) bi abla (23) bi kardeş (7) bindi.
Abla: İki kişi iletir misiniz?
Kardeş: Üüüçç
Bir de vakti zamanında annesine "büyüyünce ben de dolmuşa para verecem demi anne" diyen bir çocuk(5) vardı. ona da gülmüştüm:)

Pazartesi, Aralık 01, 2008

25 ver yeter abla..

ikea'ya gidip kütüphane ve dolap bakmamız lazım.. aksi gibi yağmur da başladı.. nasıl taksi buluruz derken, bir tanesi çıkıyor karşımıza, nasıl bir çaba anlatamam, korna çalarak, durup geri gelerek ısrarla almak istiyor bizi arabaya. Normalde binmem, bu ısrarcılıktan hoşlanmam ama yağmur yağıyor ve bana yeni kütüphane alacağız, o sebeple çocuklar gibi şenim.. atladık taksiye hemen, "ikea" dedik..

ne zaman ki E-5'e çıktık, trafiğe iyiden iyiye karıştık; yüzündeki o şaşkın ifadeyle arkasına döndü ve "abla ben karşının şoförüyüm" dedi.. macera böyle başladı..

"ümraniye ikea" dedim ben tekrar ama fayda etmedi. Önce Dudullu tarafına saptı, sonra adres sormak için korna çalarak bir taksiyi yaklaşık 200m. takip etti; öndeki taksi korkuyla kaçtı haliyle. Bizimki, "yaa buralar ne garip yaa, insanlar ne garip yaa, bi' soru sorcaz yaaaa" diyerek bu sefer bir benzinciye girdi, camı indirdi ve sordu: "abi kia nerde?" ve akabinde yanıtını aldı "kia??"
Biz arka koltukta kuklalar gibi "ikeaa ikeaa" diye haykırırken, gören kaçırıldığımızı sanabilirdi, artık iyiden iyiye sinirimiz bozulmaya başlamıştı ve gülmekle acı çekmek arası saçma bir yüz ifadesiyle kendi aramızda yapmaya çalıştığımız konuşmalar da "efendim?" "abla bana mı dedin?" "hı??" ifadeleriyle kesiliyor; rahatlamamız imkansız hale geliyordu.

Bir yerden sonra biz de artık nerede olduğumuzu kaybedip serseme döndük, baktık dolap beygiri gibi aynı yerde dönüp duruyoruz, adres sorduğumuz her insan dozu aşarak saçmalıyor ve biz gitmek istediğimiz yere varamıyoruz; en kötüsü ben artık en başta kendime sinirlenmeye başlıyorum zira etrafa bakıyorum ikea falan yok, kaç defa geldim yahu nasıl bulamam.

Bir an, kısa bir an, sarı lacivert bir yazı gördüm "E" ve "A"nın tepesini gördüm -ki sarı lacivert gördüğüme pek sevinmem normalde- "sağa" diye haykırdım resmen "sağaa".. İnşaat başlamış önünde ondan arkada kalmış, görünmüyormuş. Direksiyondaki şaşkın sağa döndü diğer arabaların arkasından meydana doğru ilerlerken önce" abla ne tarafa gidicez yaa, ne saçma bi yer yaaa, nasıl bi yer yaaa" dedi.. sonra kocaman "IKEA" yazısını görüp ekledi "haaa iikeeaa, kia diil.. ne saçma bi isim yaa, ne satılıyo burda abla yaa??..

25.9 ytl yazmıştı, "abla çok dolaştık 25 ver yeter" dedi bir de.. bu aralar bi' sakinim neyse ki; gülüyorum sadece, pis soyguncu..

zynp