Pazar, Ekim 26, 2008

Gülümseyin, kameraya.


Tarihe bir not düşmek için. Bunu da görmüştük deriz sevgili yolcular.

Cuma, Ekim 24, 2008

Beşi Bir Yerde..

Daha önce bu konuda bir post var mı bilemedim ya da ben mi görmemişim, ya da biletlerin neden 5 tanesinin bir arada satıldığını bana söylemedinizzzzzz.....

Bence çok iyi olmuş, benim gibi herşeyi saklayanlar için, ohh bide incecik kart, kaybolmaz durur, tek kötü özelliği 3 aylık süresinin olması, ay panik olurum ben 3 ayı geçti mi acaba diye..

- Merhaba, Mecidiyeköy otobüsleri bir bilet mi?
- Evet
- Peki bir tane bilet o zaman bana.
- Beşi bir yerde var.
- Yok sadece bir tane istiyorum.
- Bir tane yok, 5 tane var.
- E onların içinden birini verin.
- Hanımefendi, artık biletler tek satılmıyor, böyle kartta 5 tanesi satılıyor.
- Hımm şimdi anladım, o zaman 5 tanesi bir yerde olsun bakalım.

Ay ne o öleee, altın gibi, 5i birlik :D

Metrobüs Kültürü


Uzun bir aradan sonra herkese merhaba...

Geçenlerde Ömür'e gitmek için metrobüse binmemiz gerekiyordu. Gayrettepe durağında metrodan indik. Metrobüs durağını bulduk. İnsanlar durağın önünde karınca misali üşüşmüşler, birbirini geçmeye çalışıyordu. O an anladım ki otobüs ve metro kültürü sentezlenmiş. Elimizden geldiğince ayak uydurmaya çalıştık. Neyse ki sonunda yerlerimizi aldık.

Otobüsün arka tarafındaki karşılıklı koltuklara yan yana oturduk. İneceğimiz durağı bilmiyoruz. Öğrenmek için arkadaşımla telefonda konuşuyoruz ama nafile! Tam karşımızda oturan genç bir bayan bizi dinliyor, mimiklerinden anlaşılıyor. Daha fazla dayanamadı. Tam olarak nerde olduğumuzu söyledi, ben de telefondaki arkadaşa ilettim.Yarım saat kadar sonra Carrefour'u görünce ineceğimizi öğrendik. Lafa koyulduk, havadan sudan konuşurken zaman geçti. Tekrar telefonum çaldı, yine bir anlaşmazlık. İneceğimiz durağın neresi olduğunu tespit etmeye çalışıyoruz. Karşıdaki bayan yine dayanamadı. "Ömür durağı mı? Ben biliyorum, size söylerim. Size de kulak misafiri oluyorum ama!" dedikten sonra "kusra bakmayın" diye ekledi. Gülüşmeler eşliğinde teşekkür ettik.

Sonra tüm içtenliğiyle aynen şöyle sordu: "Kaç durak öncesinden haber vereyim?"

Fotoğraf: bobiler

Pazar, Ekim 19, 2008

Dolmuş-Hayır Otobüs-Yok Yok Dolmuş

Kahraman:60-70 yaşında bir teyze
Yer: Dolmuş

-Evladım düğmeye basar mısın?
-İnecek misin teyze?
-Kaptan inecek var
Dolmuş durur.
-Evladım burda değil ilerde köşede inecem. otobüsle karıştırdım.
Dolmuş devam eder. Teyze ve yanıdakiler köşede iner.

40 yıl sonra biz de mi karıştırırız acaba???

Perşembe, Ekim 16, 2008

Otobüste Kafasını Koyacak Yer Arayanlara



Hadi herkes bu ürünün işine yarayacağını düşündüğü birini getirsin aklına;)

Kaynak

Salı, Ekim 14, 2008

Pişmiş tavuk ve ben...

Bilen bilir, benim hayatım ‘yuh artık’ dediğimiz öykülerle doludur. Kaderin bir cilvesi midir, nedir, ilginç olaylar ve durumsal komediler hayatımın vazgeçilmez bir parçasıdır. İşte yine böyle bir hikaye anlatacağım size…

Başıma neler geleceğini bilmediğim bir güne uyanmıştım yine… Aslında tam uyanmak da demeyelim biz buna, uyumakla uyumamak arası, ağlamakla mutlu olmak sınırı içinde geçen bir gecenin ardından, gün başlamıştı. Duygularımı çok dışarı yansıtamadığımdan olsa gerek; yaşadığım duygusal travmanın sancılarını, elimdeki Penguen dergisinin sayfalarında yok etmeye çalışıyordum. Uykum vardı, ama yoktu. Ağlamak istiyordum, ama gülerek duygularımı öteliyordum. Neyse, bu ödlek tavuk ruh halim ve ‘o’ Boğaz’a doğru yürüyorduk. Sarıldı, doğum günümü kutladı, taksiye binerek uzaklaştı. İşte o andan itibaren 15 saattir bastırdığım bütün duygular su yüzüne çıktı. Kendime kızıyordum, ‘o’nun bir suçu yoktu, hata bendeydi. Sonra bir an için durdum, ‘kendime kızdığım için’ yine kendime kızdım. ‘Salak’ dedim içimden, sen ona ne yaptın ki…

Tam bunları düşünürken otobüs geldi. Bindim. Para aramakla geçen bir sürecin ardından cüzdanıma ulaştım, ödememi yaptım. Bozuk para sesiyle hayat bulan muavinin Küçük Emrah bakışları arasında süzülüp arkaya ilerledim. Ben arkaya gidene kadar, bir sonraki durağa gelmiş olmalıyız ki ‘dülülü dülülü’ sesleri, sarhoş kulaklarımı yokladı. İçimden yine kendime ‘salak’ dedim, senin akbilin vardı hani! Bu arada bu akbille yolculuk etmek de ayrı bir vakadır benim için. O akbili, yuvarlak bir derinliğin içindeki, hassas noktaya değdirmek korkutur beni, sanki o hassas noktanın canını acıtıyormuş gibi gelir, tıpkı benim 15 saattir hissettiğim gibi…

Neyse, kendimi akbil düğmesiyle kıyaslayarak geçirdiğim süre içerisinde varmak istediğim noktaya, Beşiktaş’a gelmişim. Gideceğim yer ise Nişantaşı… Otobüsten indim, hemen bir taksiye bindim ve aklımda süzülen acılar silsilesini geride bırakmam gerektiğine karar verdim, çünkü bugün doğum günümdü. Mutlu olmalıydım, gülümsemeli ve bir yaş daha yaşlanmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu insanların bana hatırlatmasına izin vermeliydim. Çocuk doğurma yaşımın yavaş yavaş geldiğini, biyolojik saatimin verdiği sinyalleri artık ciddiye almalıydım. Bu düşünceler beynimi kemirirken, takside çalan acıklı bir Serdar Ortaç şarkısı eşliğinde Nişantaşı’na yaklaşıyordum. Trafik vardı ve ışıklar sanki araçlar ilerlemesin diye planlanmıştı, bu hain pusunun ortasında kaldığım sırada yanıma bir ayakkabı yanaştı. Kendi kendime güldüm, ‘Çok içmişsin Tuğçe!’ dedim ve hayal dünyamda gördüğümü sandığım dev ayakkabıyı acaba gerçek mi dürtüsüyle yokladım. Gerçekti!



Tam yanımda ‘bırrnırrbırrbıırr’ diye öten ve ışıklara takılan bir ayakkabı vardı. Kesinlikle fotoğrafını çekmeliyim dedim ve bir coşkuyla çantamı karıştırdım, makinamı buldum, ‘çattt’ diye de bu anı ölümsüzleştirdim. Mutluydum artık. Taksici abiye döndüm, ‘Bu trafik bitmez, ben yürüyeceğim, borcum nedir’ dedim. Asli görevimi yerine getirdikten sonra, arkama bakmadan o kargaşadan uzaklaştım. Markete girdim, sigara alacağım. Bu arada bu markette hatıram çok, ama sanmayın ki iyi hatıralar… Sigara almaya girerim, cüzdanım yanımda değildir, tekrar Brown Cafe’ye dönerim, cüzdanımdan para alırım, tekrar markete giderim… Bu marketteki kız da bana alışmıştır zaten, bilir hep bir şeyleri unuttuğumu… İşte yine aynı şey olmuştu, cüzdanım ortalıkta yoktu. Kız bana doğru baktı, içinden bana ‘Salak’ dediğinin farkına varmamı sağladı, ben de saçma bir gülümsemeyle haklısın yaaa, dedim. Sonra birden ilahi bir ses duydum! Salaaaaakkk…

Cüzdan Borwn Cafe’de olamazdı, çünkü daha oraya gitmemiştim, en son nerede para çıkardım; takside! Koşa koşa marketten uzaklaştım, Brown Cafe’ye girdim, İpek suratımdan anlamıştı. Bana, yine bir şey olmuştu. Ne oldu, dedi. Sanki cüzdanı kaybeden ben değilmişim gibi cevap verdim. ‘Yok bir şey ya, cüzdanımı takside unutmuşum…’ İpek ikinci suale geçti: ‘Kredi kartların içinde miydi?’. Ben aynı şuursuzlukla; ‘Evet, içindeydi.’ dedim. ‘Hemen ara kartlarını iptal et!!’ Bütün bankaları aradım, kartlarımı iptal ettim. Oturdum kahve içiyorum ve akşam arkadaşlarımla buluşup neler yapacağımı düşünüyorum. Sonra birden aklıma geldi, benim param yok ki! Bu arada telefon trafiğim devam ediyor, herkes arayıp nerede buluşacağımızı soruyor, ben de başıma gelenleri gülerek anlatıyorum …

Neyse, telefonum tekrar çalıyor. Arayan eski erkek arkadaşım; Murat… ‘Nasılsın doğum günü kızı?’ diyor neşeli bir sesle. Ben de ‘Aman ne olsun işte, arkadaşlarla buluşacağız falan, sen ne yapıyorsun?’ diyorum. Muhabbet eski iki sevgilinin konuşması gerektiği gibi ilerlerken Murat birden; ‘Ama sen cüzdanını kaybetmişsin’ demez mi?! Sen nerden biliyorsun diyorum. Gülerek anlatmaya başlıyor…

Efendim, İstanbul’un tek dürüst taksicisi, benim cüzdanımdaki bir ton kartvizitin içinden, eski erkek arkadaşımın en samimi arkadaşlarından birisini bulup arıyor. Piyango, Şafak’a vuruyor. Şafak da hemen Murat’ı arıyor ve ben cüzdanımın akıbetini böylece öğrenmiş oluyorum. Fakat taksici başka bir ek iş yaptığı için, cüzdanımı getiremeyeceğini söylüyor. (Bu arada cüzdanım hala taksicide…) Olsun diyorum, en azından adamın yeri yurdu belli, daha sonra alırım. Bu teselliyle doğum günü programımı iptal etmiyorum, zaten edemiyorum çünkü herkes yavaş yavaş toplanmaya başlamış, beni bekliyorlar.

Herkese söz vermiş olduğum için, mecburen kendi doğum günü partime gidiyorum. Eğleniyoruz, gülüyoruz, her şey yolunda gidiyor. Eski erkek arkadaşım sağ olsun, artık bütün programı öğrendiği için doğum günü partime geliyor. Onun da devamlı takıldığı bir mekan olduğu için, kulağıma eğilip; istersen hesabını bana yazdırabilirsin, diyor. Teşekkürlerimi iletip gerek olmadığını söylüyorum. Kendisi başka bir yere yetişmesi gerektiği için mekandan ayrılıyor. Sonra biz de başka bir yere geçelim artık diyoruz ve topluca Indigo’ya gidiyoruz. Müzik süper, herkes son hızla dans ediyor falan, birden beni sanki biri dürtüyor ve Indigo’nun kapısına çıkıyorum. Bir bakıyorum, sevgili Murat Kaya, Tuğçe, Müge abla, Ahmet, Metin, Ozan herkes kapıda! Ben sarhoş kafayla başlıyorum anlatmaya, ya öyleyken böyle oldu, şöyle oldu… Tam o sırada arkamdan hızla bir topluluk geçiyor, bir bakıyoruz polisler! Kimlik kontrolü için Indigo’ya giriyorlar. Bütün arkadaşlarım şöyle bir bana bakıyorlar, bal mı, yoksa istihbarat kuvvetli mi diye… Ben de cidden şans arkadaşlar, valla diyerek konuyu kapatıyorum.

Böylece yeni bir yaşa hareketli bir karşılama yapıyorum ve pişmiş tavuğun başına gelmeyen hadiseler yaşayarak günü bitiriyorum. Selam sana tuhaflıklar, selam sana ilginç vakalar… Gelin, gelin eğlenelim…

Pazartesi, Ekim 13, 2008

Yeni Nesil İETT Şoförleri

Akşam iş çıkışı. On dakika önce gelmesi gereken otobüsünüz bir saat geçmesine rağmen gelmemiş. Şoförün yüzünü zihninizde canlandırıp, "Kaç saattir neredesin kardeşim?!" türü sessiz çemkirmelere başlamışken nihayet otobüs gelmiştir ve itiş kakış içerisinde atarsınız kendinizi otobüse. Tam istim koyvereceğiniz sırada zihninizde canlandırdığınız tipe hiç uymayan bir şoför karşılar sizi: "Buyrun, hoşgeldiniz. Sizi şöyle arkaya doğru alalım". Aynı nezaketle sizden sonrakileri de karşılar. Ve bunu her durakta tekrarlar.
-Bu İETT'nin başlattığı bir pilot uygulama mıdır?
-Hayır, değildir.
-Şoförün kendiliğinden ortaya koyduğu bir performans, kendisi için küçük İstanbul için büyük bir adım mıdır?
-Hayır, değildir.
-Peki ya nedir?
-Saatlerdir direksiyon sallayan, trafikle ve envai çeşit yolcuyla boğuşmaktan yorgun düşen bir şoförün, bütün bunlarla başa çıkmak için geliştirdiği bir yöntemdir. Zira bütün bu nezaketi, yarı baygın, ellerini direksiyonun üzerinde birleştirip üzerine yatmış vaziyetteyken göstemektedir.


Not: Otobüste'ki ilk yazım. Son blog konferansında aldığım "Otobüste" yazarlık davetine geç icabet edişimin bundan sonraki yazılarımın frekansına etki etmemesini umuyorum.

Pazar, Ekim 12, 2008

Takside telefon unutmak

Geveze'nin "Psycho Storytellers" modeliyle yazayım.


Yer: The Marmara'nın önü.

Bir genç, yaklaşık 45 dakikadır arkadaşlarını beklemektedir. Bir süredir ekildiğini düşünerek, dikkatini yoldan gelip geçen insanlara vermektedir. Tam o sırada, bir tanesi aşırı telaşlı ve paniklemiş bir yüz ifadesi ile telefonda konuşmak üzere olan üç kız önünden geçer.
- Az önce taksinizden indik. Telefonu takside unuttuk galiba. Ne taraftasınız şu anda?

AKM tarafına doğru heyecan içerisinde geçerlerken, telefonda konuşan kız arkadaşlarından daha hızlı adımlarla ilerlemeye başlar. Belli ki Vakıfbank'ın az ilerisinde taksici durmuş ve az önce taksisinden inen yolcuyu beklemektedir. Kızlar o yöne doğru gider ve kaybolur.

Arkadaşları tarafından bekletilmekte olan(!) ve telefonlarına cevap verilmeyen çocuk ise bir gözüyle meydandaki dev ekrandan milli maçı seyretmektedir. Aradan bir iki dakika geçer ki, aynı üç kız, mutlu bir şekilde Taksim meydanı yönüne doğru ilerlemektedir. Demek ki telefon, taksiciden geri alınmıştır. Mutludurlar.

Ve bu hikaye burada biter.

Hikayeden çıkarılacak ders. Taksinin çok uzağa gitmemiş olmasından, taksicinin dürüst çıkmasından dolayı içleri rahat iki insan topluma geri dönmüştür. Akla bir ihtimal daha gelmektedir o sırada ama (elbette) saçmadır. O ihtimal ise, tam taksiye vardıkları sırada telefonlarını çantalarının diplerinde bir yerde unuttuklarını öğrenmeleridir ki, çok saçmadır çünkü o telefonla taksiciyle konuştukları için bu teknik olarak imkansız bir ihtimal olmasına rağmen akla gelebilir. E tabii ki.

Perşembe, Ekim 09, 2008

Telef olmak ve olmamak arasındaki ince çizgi

2 yıl kadar önce bir Haziran günü, trafiğin neredeyse hiç ilerlemediği bir sabah, Barbaros Bulvarı üzerinden Zincirlikuyu'ya doğru gitmekte olan hınca hınç dolu bir otobüse kendimi atmış bulundum. "Atmış bulundum" diyorum, çünkü yaklaşık 25 dakikadır en azından ayakta doğru düzgün dikilebileceğim bir otobüs bekliyordum.

Her neyse, sanki trafik sıkışıklığını yaratan otobüs şoförüymüş gibi davranan yolcular, sabırsızlıklarını kâh "Cık cık cık bu ne biçim trafik yaa sabahın köründe" şeklindeki serzenişlerle, kâh şoförün ensesinde "Şuradan kaçıverseydik en azından ilerlemiş olurduk" benzeri cümlelerle boza pişirerek ifade etmeye çalışıyorladı.

Bu arada trafikten ötürü durağa gelmeden otobüsten inmek isteyen kadın yolculardan biri şoföre seslendi:

Kadın: Şoför bey mümkünse burada inebilir miyiz?
Şoför: Olmaz
Kadın: İşimize gücümüze geç kalıcaz kardeşim n'olur açıversen şu kapıyı?
Şoför: Olmaz, telef olursunuz

Bir anda ortalık sus pus oldu ve ilginçtir ki trafik açıldı. "Telef olmaya" meraklı hanım abla da yaklaşık 30 saniye sonra durakta indi.

Cuma, Ekim 03, 2008

Metrobüs sonrası

Metrobüs'ün Zincirlikuyu'ya ulaşmasının ardından kapanan otobüs hatlarını şuraya yazalım mı tek tek? Yorum olarak.

Çoktandır oralardan geçmediğim için, ancak bir sohbet sırasında öğrendim. Efsanevi hat 85 Bakırköy-Mediciyeköy metrobüs sonrasında kapanmış! Bakırköy otobüs durağında insanlar otobüs beklerken vızır vızır geçip gider ve bekleyen yolcuları sinir ederdi hani. İki dakikada bir mi kalkardı?:)