Pazartesi, Ocak 28, 2008

Kefiyl

Dolmuş daha hareket etmemiş, dolmasını bekliyoruz. Tabi herkes sessiz, radyo bile çalmıyor. O sırada en öndeki adamın telefonu çaldı. İngilizce konuşmaya başladı. Dolmuş sessiz olunca haliyle dinleyemeden edemiyor insan.
Konuşmanın ortasında adam "I think his kefiyl will support everything" dedi, güldüm eğlendim:)
Aslına bakarsanız kefilin ingilizcesini o an ben de hatırlayamadım ama olsun. Genlerimizde var galiba, özellikle eski Türk filmlerinde ve arada sırada yolda belde oluyor böyle şeyler. Türkçe kelimeyi biraz yayarak söyleyince yerine göre ingilizce,arapça,fransızca,italyanca vs hepsi olabiliyor.
Ne güzel.
Ayva:)

Haftasonu Notları - Metro - Dolmuş - Metro

AKM'nin önünde, trafik hep sıkışır. Az ötedeki dolmuş durağına sapacak olan sarı dolmuş, yolcuları yolun ortasında indirir. Üstüne de Yapı Kredi reklamı verilmiş. "Bekleme Yapmayın" yazıyor reklamda. Bu sırada dolmuşun önünden geçmekte olan ben, bi dolmuşun üstündeki reklama, bi arkada bekleşen araçlara bakarak yoluma devam ediyorum. İroni.

Oradan metroya geçiyorum. Trenin gelmesini beklerken kendimi makinistin yerine koyup bir müddet düşünüyorum. Kabuslarına giriyor mudur acaba o arada bir aydınlanan dipsiz koridorlar. Otobüs şoförlerine imreniyor mudur acaba "en azından etraflarında bakmaya değecek bir şeyler var" diyerek. Git git bitmeyen bir koridor. Arada bir, duraklara geldiğinde aydınlanıyor dünya. Sonra tekrar karanlığa bırakıyor kendini. Tünelleri ışıklandırsan ne olur ki... N'apsın makinist.

Metroya biniyorum. Bu sefer de gözüme şu "imdat zili" takılıyor. Altına "gereksiz kullananlar cezalandırılır" notu iliştirilmezse herkesin basacağı düşünülüyor galiba. Merak ediyorum o zile basıldığında ne oluyor, tren acı bir şekilde duruyor mu. Zile bastığında tren dursa ne işe yarar. Hangi durumlarda basmak "ceza gerektirmez". Bu cezaya kim karar veriyor, makinist mi, duraktaki görevli mi, yolcular mı. Merak ettim işte. Kullanmak zorunda kalmasın kimse.

Sonra nereden gözüme iliştiyse, "Geberit" diye bir marka olduğunu hatırlıyorum bir anda. Ne markasıdır bu ve Türkiye'ye gelmeden önce Türkçedeki çağrışımlarını düşünmüş müdür diye düşünüyorum. Yıllardır o markanın ne ürettiğini merak edip durmuşum ama bir kere bile araştırmamışım. Enteresan.

Taksim'e dönüş. Bitmek bilmeyen merdivenler, yollar... İlerliyorum ve tam Taksim meydandaki ışığa ulaşmışken, Polis köpeğinin girişte dikildiğini görüyorum. Çok "ağır" görünen bi genç kızımız (hani ağır dediğim, gururlu) polis köpeğine uzaktan mucuk atıyor. Şaşırıyorum. Yoluma devam ediyorum.

Otobüste blogu olarak tren kazasında yakınlarını kaybedenlere başsağlığı dileriz.

Perşembe, Ocak 24, 2008

Elele

Önce fotoğrafa tıklayalım:)

Burdaki kolu "El El'e" nasıl açacağımızı anlayan biri var mı? :)
Ayrıca

Dikkat: Basamakta durmayın otomatik kapı çarpar.

Danışman Taksici

Herkesin bir taksi hikâyesi vardır. İstanbul da yaşayanlar için bazen sinir bozucu nadiren de yüzlerde tebessüm bırakan hikâyeler.
İçi şans toplarıyla dolu bir keseye elini daldırıp nasıl bir sürprizle karşılaşacağını görmek gibidir taksi seçmek.
İstanbul trafiğini göze alıp bir vasıta kullanmak, bile bile lades demenin farklı bir yöntemidir. Gününün yarısından fazlası bu çıldırtıcı trafikte geçen şoförlere canını teslim etmek ameliyat masasında 15 saat geçirmiş bir cerraha “elin değmişken bana da basit bir bademcik ameliyatı yapar mısın” demekten hiç de farklı değildir aslında.
Taksi ye binme nedenlerimiz çeşitlidir. En sık rastlanan ise araç bulamama ve acele durumlardır. İki durumda da gergin olur bünye. Konuşmak istemez. Kafasını cama çevirir arada bir de taksimetreyi kontrol eder.
Bazen de bu kadarla kalmaz.
Ağır ilerleyen bir trafikte içeride çalan müziğin damardan akan kanın tam tersi bir yönde içine akmasıyla çözülüverir diliniz. Konuşmaya başlarsınız sizinle aynı aracı paylaşan trafik canavarınızla. Zaten o da bunu beklediği için çözülüverir dili. Birkaç dakika sonra kendi aracınızdayken lanet ettiğin şoförlerle aynı fikri paylaştığını görürsün. Artık o araç dışarıdan izlediğin sarı boyalı taksilerden değil kendi aracında acemi şoförlere ve ulu orta park eden araçlara sövdüğün araç oluverir.
Daha yolu yarılamamışken neredeyse tüm hikâyesini bilir; bir de üstüne kendi hikâyeni anlatıverirsin. Muhtemelen ya anne ya da baba tarafından hemşeri olduğunuz bu insanın kısa süreli dert ortağı, can yoldaşı, sarı boyalı evinin başmisafiri olursun.
Bugüne kadar birçok taksiciyle dünyayı kurtarmış biri olarak diyebilirim ki son yaşadığım deneyim hepsinden daha özel hepsinden daha farklı oldu. Genelde birkaç dakikalık sessizlikten sonra trafik sorunuyla başlayan sohbetler “ memleket nire?” sorusuyla derinlik kazanmış içinden çıkılmaz bir hal aldığı vakitte de varmak istediğim yere gelmemle son bulmuştur.
Geçenlerde gittiğim benim için önemli bir yeri olan görüşme sonrasında bindiğim takside yaşadıklarım ise farklı bir deneyim edinmemi sağladı.
Muhabbet her zamanki gibi yolun ortasında çaylakça park edilen bir araçtan açıldı. Zira tanışma ve kaynaşma evresinde seçilebilecek en isabetli konunun bu olduğu herkes tarafından bilinir. Tam trafik sorununu çözmüş ve de anne tarafından hemşeri olduğumuzu teyit etmişken taksicim asıl mesleğinin reklamcılık olduğunu söyleyiverdi. Gözlerim büyümüş önümde oturan göbekli adama baka kaldım.
Şuan ismini hatırlamadığım onun tabiriyle büyük bir reklam şirketinin kurucuydu kendisi. Gel gelelim şirketi kurmuş onu marka haline gelirmiş ve anlaşmazlık nedeniyle işi bırakmıştı.
Daha sonradan hayal gücünün de en az benim kadar büyük olduğuna inanacağım taksicim tekstil işine girdiğinden ve küçücük bir firmayı nasıl bir deve dönüştürdüğünden bahsetti. Birkaç dakika sonra bu şirketin herkes tarafından bilinen “dagi” adlı firma olduğunu anladım.
Şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak anlattıklarına konsantre olmaya çalışıyor bir yandan da sıralarda çürüttüğüm kollarım için üzülüyordum.
Bu duygular içinde ilerlerken birkaç şirket ve önemli bir iki ismin daha geçtiğini duydum sadece. Yolun bitmesine az bir zaman kala bu acıya dayanamayacağıma kanaat getirip inmek istedim.
Ne var ki büyük şirketlerin doğmasına ve büyümesine aracı olan ama en iyi kazancın taksicilik olduğunu söyleyen taksicimin “ isterseniz sizi şuan yapılmakta olan İstanbul’un en iyi otellerinden birinin CEO suyla tanıştırayım dediğini duydum. Tabi İngilizcemin “veri guud “ olması şartıyla!
Ağzımdan çıkan son cümle “ very good very good “ oldu. Sonrasında ise taksici Turgay diye kaydetmemi istediği bir numarayı, telefonuma tuşlarken buldum kendimi.
Taksiden indiğimde 20 YTL karşılığında 30 dakika da preslenmiş bir danışmanlık hizmetinin yanında, Kariyer sayfalarında ilk iş deneyimlerinden bahseden insanlara karşın taksicisinden iş teklifi almış biri olarak hayatın benim için sürprizlerle dolu olduğunu düşündüm bir kez daha.

Salı, Ocak 22, 2008

Otobüs Postasından: Dolmuş Bu, Dolmadan Kalkar mı...

Otobüs bloguna henüz denk gelmiş okurlarımızdan Burçin Çobanoğlu göndermiş. (Yine) Maili geç fark ettiğim için özür dileyerek sevgili yolcularımıza ikram ediyorum.

Taksim- Bostancı dolmuşlarını İstanbul'da yaşayan herkes bilir. Sarı, bodur bir görüntüsü olan ve adından da anlaşılacağı gibi dolmadan bir adım öteye gitmeyen araçlardır vazgeçilmez İstanbul trafiğinin. Çoğu zaman binmesi bir dert inmesi ayrı dert oluşturur.

Eğer yazmayı seviyorsanız bedava malzeme için araba kullanma sevdanızı bir kenara iter ve bir tiyatro oyununun tam da orta yerinde buluverirsiniz kendinizi. Cam köseleri kapılmamışsa belki tembellik eder önünüzdeki taze malzemeyi afiyetle dinlemek yerine cama dayar kafanızı İstanbul’u izlersiniz. Yanınızda geçen farklı arabalar ve onun akabinde farklı hayatlara saniyelik şahit olursunuz ya da ön koltukta Anadolu’nun bağrından kopup gelen ve müzik zevkiniz de dahil olmak üzere hiç bir ortak yönünüz olmayan şoförünüzle ön sıraları paylaşır ya memleket sorunu ya son olan facialar ya da trafik üzerine vaazını dinlersiniz kafanızı tulumba gibi sallayarak. Ne siz onun hayatına ne o sizin hayatınıza dahil olmak istemese de sarı dolmuş ortak noktanızdır ve siz bir müşteriden de öte yan koltukta oturan yoldaşı olursunuz onun için.

En zevkli olanı da halk dediğimiz diğer yolcuların arasına karışmak ve orta cephede onların tam da ortasında yerinizi almanızdır.

Böyle durumlarda en eğlenceli olabilecek şey içeride koyu bir muhabbet alıp başını giderken yolculardan bazılarının inmesi ve yerlerini yeni oyuncuların alması olur. Sahneye yeni girmiş bir oyuncunun heyecanı ve şaşkınlığıyla olan biteni izlemesi güldürür sizi. Bazen ton ton teyzeler, amcalar oturuverir yanınıza. Nimettir bu! Seyyar tarihçi de diyebilirsiniz onlara. Dinlerken trafik derdi bir de içeride bas bas çalan tarzınızda çok uzak olan müziğin sesi yok olup gider aklınızdan. Elde edemeyeceğiniz bir hazineyi dudaklarından kulağınıza akıtır. Yolculuk bittiğinde eski İstanbullu olmasanız da bilirsiniz o koca koca evlerin yerinde hangi şehzadelerin nasıl bir hayat yaşadığını ve bilirsiniz belediye binasının olduğu yerde hangi yalının ev sahipliği yaptığını.

Bir de sizin baktığınız gözle bakmasa da sizden daha eğlenceli zaman geçirmeye hazır üç dört yaşındaki çocuklar vardır ki onlar size tarihi değil sahip olduğunuz en eşsiz şeylerden birini hatırlatır. Hayal gücünüzü! Onunla birlikte atına atlayıp ordusunu koruyan bir kral olursunuz dolmuş hız yaptıkça ya da gizemli bir kovboy!

Bazen de aklınızdaki birçok gereksiz soruyu sizi zahmete sokmadan bir çırpıda soruverir yan tarafındaki ilgisini çeken herhangi birine. En önemli görevi de sessiz kalmış dolmuşu konuşmaya ya da gülmeye sürüklemesidir.

Her zaman bu kadar eğlenceli olmasa da sürprizlerle doludur dolmuş içleri yoğun İstanbul trafiğinde. Yan yana oturup ister istemez omzunuzun değdiği insanların hayatlarını öğrenme şansı tanır size. Herkesin kendine ait bir evi, bir yaşamı ve muhtemelen hiçbir zaman bilemeyeceğiniz hikayeleri vardır ama siz o gün şansınız yaver giderse kıyısından tutuverirsiniz küçük bir anın. ve bir daha karşılaşmayacağınızı bilmenizin verdiği rahatlıkla gülümseyerek anlatırsınız size ait hikayenizi. Çünkü bilirsiniz ki bu koskocaman kente "güven" her dakika karşı karşıya kaldığınız bir durum değildir. Samimi bir muhabbet için bazen uzun yıllarınızı feda etmeniz bile yetmez yaşamınızdaki insanlara ama dolmuşta geçirdiğiniz bir kaç dakika o günü düzeltmeye yetecek bir moral yükler size.
Hatırı sayılır bir süre İstanbul'da yaşamışsanız bilirsiniz ki size bağlıdır monoton büyük kent havasından kurtarmak ruhunuzu. Küçük ayrıntıları alıp yaşamınızın merkezine oturtmak ve onlardan kendinize pay çıkarmak. Şanslıysanız bazen bir dolmuş bazen eşsiz boğazda süzülen bir vapur muhabbeti karşılar sizi.
Ve belki bu koskocaman kentte yalnızlıktan yakınmaya bir son verir, tavşan gibi yaşamaktan vazgeçer gülümsemeye çalışırsınız tanımadığınız yaşamlara.

Cuma, Ocak 18, 2008

Yalnızlık Akşamları

Eldivenler, atkım, yakası kaldırılmış paltom ve boynum olabildiğince yok olmuş bir şekilde büzülmüş olarak çamurlara basmadan sekerek yarı koşarak yarı hovering modda durağa doğru gidiyorum. Havalar malum hafif kapalı, hafif puslu, az biraz monet'nin "vanilya gökyüzü", çokca can sıkıcı ve iç karartıcı.. Nedense bahar geldiğinde o otobüsler kışın çamurunu atıp yıkanırlar ve üzerlerine güneş bahar güneşi vurduğunda bir ayrı parıldarlar yada bana öyle gelir bütün bir kış boyunca çamur ve pislikten boyaları ve renkleri görünmediğinden ve sanki sırıtıyorlarmış gibi gelir. Belki de psikolojim cansız nesnelerden tepkiler gözlemleyebilecek kadar da bozulmuş olabilir.
Kestanecinin yanından bu durumda geçerken o sıcacık kestane kesekağıdının cebimde oluşturacağı huzur bana çekici geldi ve kestaneler aldım kendime..
etrafa bakmadan ve buz tutmuş kulaklarım duyma yetisini kaybetmiş bir halde şansa bakın ki otobüsüm durağa giriyordu. bir iki sıçrama sonra koltuğuma kurulmuş avucumda sıcak kestaneler yolculara da fazla çaktırmadan cebimde kabuğunu ayırıp o lezzetli ateş parçalarını ağzıma atıyorum. bir iki derken bi 5 tanesini yemiştim ki buzları eriyen gözlerim etrafı kolaçan etmeye başladı ve diğer çift gözü buldu. 7-8 yaşlarında bir çocuk beni seyrediyordu. ben yedim o gözlerini ayırmadan bana baktı. kestaneler güzel, otobus rahat ve sıcak, çocuğun bakışları üstümde. bir kaç durak gittik. biraz sonra bir kadın çocuğu çekiştirdi orasını burasını düzeltti ve kalktılar ve gittiler. çocuk inip de beni göremez olana dek beni süzdü. rahatsız edici değildi, ama konuşan deliren bağıran çocukların yanında bir de bakan çocuklar var.. hele otobüste gelip de karşınıza oturunca neyse soğumadan bir kestane daha attım ağzıma ve bedenimle birlikte ruhum da erimeye başlamış olacakki kaykıldım yerimde ve boynumu gömüp kendime sarılarak gözlerimi kapattım. duyulan tek ses otobüs vites değiştirirken dişlilerin isyanıydı..

Pazartesi, Ocak 14, 2008

Otobüs - Saç

- Saçımı alabilir miyim, diye bir replik duyunca otobüste, dikkatimi çekti hemen döndüm o tarafa.

Bir de baktım, şöyle kıvırcık ve uzun saçlı bir hanfendimiz arkasına yaslanmış kitap okumaya çalışırken, arkasında ayakta dikilmekte olan abimiz saçına yaslanıvermiş. O da öne kaykılmaya çalışırken saçını alamadığını fark etmiş de o yüzden kurmuş böyle bir cümleyi.

Yani mevzunun peruğunu kaptıran biriyle ilgisi yokmuş. Olsun.

Cumartesi, Ocak 05, 2008

Bozuk Para

Öncelikle fotoğrafa tıklayalım:)
Bozuk Para Gönderiniz yazmak için olabilecek en alakasız yer, kim dolmuşa binince şoför koltuğunun yanına bakar ki!
Belki dolmuş sahibi kendisi çalışmıyor ama şoför çalıştırıyorsa "Söyle o yolculara bozuk para göndersinler" yazabilirdi, ya da o yazıyı görebilecek 4 yolcuya hitaben "Arkadakilere bi zahmet söyleyin de bozuk göndersinler" yazılabilirdi:)
Acaba şoför amca kutunun kapağı kapanınca ne yapıyor, yolculardan bozuk para istemeyi unutuyor mu?
Bir de bu fotoğrafı çekeyim derken şoförle makine kameralı mı,kaça aldın ver bi bakayım muhabbetine girmek durumunda kaldım ki o da ayrı bir mevzu.