Salı, Mayıs 29, 2007

duruma göre değişen düşünceler...

bundan 16 ay önce bir yerlere düştüğüm not aklıma geldi, onu bulup buraya koymak yerinde olur dedim:)

otobüsler...
henüz arabam olmadığı için mecburi taşınma aracı...
ve duruma göre değişen düşünceler...
-tıkabasa bir otobüsün dışındaysan ve gideceğin yere bir an önce varmak istiyorsan girebilmek için elinden geleni yaparsın.. içindeysen daha ne kadar sıkışayım diye yolculara ve yolcu almaya çalışan şoföre söversin...
-durakta bekliyorsa ve içindeysen bir an önce gitmesi için bekler yolcu bekleyen şoföre söversin.. arada 50 metre varsa biraz daha beklemesi için dua edersin...
-çok yorgunsan ve ayaktaysan bir an önce oturan birini kalkmasını bekler,fırsat kollarsın ama yaşı itibariyle yorulması doğal bir yaşlı bindiğinde yer versemmi vermesemmi diye düşünürsün yorgun olmasan bile..
-acelen varsa ve otobüs yavaş giderse şoförün daha hızlı gitmesi için kendi kendine söylenirsin yeni yanan kırmızıda geçmesi için dua edersin belki de,acelen yoksa hızlı giden şoföre söver ben canımı pazarda bulmadım dersin...
-yanında biri veya birileri varsa tanıdık ve hararetli bir şekilde konuşuyorsanız çevredekilere aldırmadan bağırır konuşur gülersin belki yol biraz daha uzun sürsün bile dersin,ama yalnızsan ve başka bir gruptan bööye bir ses gelirse ne kadar görgüsüzler deyiverirsin...
-birdenbire müzik duyarsan birinin walkmaninden gelen ve şarkıyı seviyorsan o müziği duymak için zorlarsın kendini ama sevmiyorsan o kişiye kızarsın kendi kendine ne kadar görgüsüz dersin...

falan filan enteresan

Cuma, Mayıs 25, 2007

"Lütfen! Sessiz olur musunuz?"

"Lütfen! Sessiz olur musunuz?"
Bunu ben söylemedim. Zaten, o iki gürültücü kıza da asla söylemezdim. O kadar da cesaretim yok açıkcası :) Tamam, bazen gürültüden rahatsız olduğumu söylerim ama bunlar hem gürültücü hem de çok rahat bir şekilde olmadık konulardan bahsediyorlardı.

Okuduğum kitap bir süre sonra elimde ağırlaşmaya, kelimeleri küçülmeye ve galiba ben sadece duyabilen bir varlık olmaya başladım.

Sonra, çift katlıda, en önde oturan kız ayağa kalktı ve eli ile de sus işareti de yaparak "Lütfen! Sessiz olur musunuz?", dedi. Hayranlıkla izledim :)

Sustular. Otorite konuştu ve o iki kız sustu. Hatta tüm otobüs sessizleşti. Olağanüstü bir andı :)

İsterim ki her zaman benim bindiğim otobüse binsin ve gürültü yapanları sustursun. Ben de rahat rahat kitap okuyayım :)

Teyzenin Sözleri

Birinci Bölüm (sağ tıkla, farklı kaydet)

İkinci Bölüm (sağ tıkla, farklı kaydet)






Pazartesi, Mayıs 21, 2007

Bir Teyze Daha

  1. Bir şeyler söylüyordu; otobüse biniyorken, arkaya doğru ilerlerken ve boş bir yere oturduğunda. Sesini bazen yükseltiyordu ancak herkesin ilgisini çekmeyi çoktan başarmıştı. Hatta "burda eğlence var" diyen bir çocuk, ona yakın oturmak için yerini bile değiştirdi.
  2. Yeşil İETT'lerden birindeyiz. Yeni Bosna - Taksim seferi idi. Teyze en arka tarafta, ters oturmuş bir halde sürekli konuşuyor, ve bağırıyor.
  3. Bir süre sonra karşısında ki üçlü koltuktan [Bu üçlü koltuğa tasarlayan adamı bana gösterin!!!] insanlar teker teker kalkmaya başladılar. Koltuk boşalınca yeni binenler hızlıca yerleşseler de bir süre sonra onlarda kalkıyorlardı.
  4. Bu teyze sözlerinden hiç sakınmıyor, karşısındaki insanlara bakarak, dilin kemiği olmadığını ispatlıyordu.

Not: Bir adam, bir olaya şahit olur ve bunun için de ses kaydı yapar, güzelce yazmak istedikçe de batırır. Az önce bir karar aldım ve baştan yazdım; yine olmadı. Hikayem güzel ancak anlatamıyorum. Belki de yazılmaması gerekiyordu ama anlatmak istedim :(

benden yol sormayınız

ezberbozan'ın beyazıt otobüsü hikayesini görünce hatırladım..
fi tarihinde bir gün kadıköy'deki karaköy iskelesinde beklerken
bir adet çekik gözlü adam yanıma gelip taksim'e nasıl gidebileceğini sordu.
ben de adama gayet sakin bir şekilde yanlış iskelede olduğunu beşiktaş iskelesine gitmesi gerektiğini falan açıkladım.
beşiktaş'tan taksim'e nasıl gideceğini de bir güzel anlattım.
sonra adam teşekkür edip gitti, aradan on dakika falan geçti, tünel'in varlığını hatırladım.
bu da böle bir anımızdı işte:)

Perşembe, Mayıs 17, 2007

Hırsız aranıyor!!

317 Bağcılar İçaydınlık otobüsü, Nenehatun caddesinden zoraki dönerek daracık bir sokağa girer 50 metre gittikten sonra da tekrar dönerek Reşit Galip'e çıkar. Bugün o 50 metrenin sonunda otobüs dönecekken bir panelvan Palio (Herhalde Panelvan deniyor o araçlara tam bilmiyorum:)) dönüşü imkansızlaştırıyordu, Muavin şoförü bulmak için inince baktı şoför yok,kapı açık anahtar arabanın üzerinde. Muavin fazla düşünmeden palioya binip arabayı ileriye çekmeye davrandı, o sırada esas şoför geldi. Ticari araç olduğuna göre herhalde çok umrunda değil sürücünün ama ben hala dumur bi vaziyetteyim, muavin istese Palioyu alıp gidebilirdi. Bu kadar rahat olmak, hırsızdan korkmamak güzel bir şey olsa gerek:)

Bir otobüsün günlüğü (1) Bak Ben Blog Filan Yazdım

(resim 1)



- merhaba. adım otobüs. kırmızıyı severim. macaristan doğumluyum. çok gürültü yapıp yolcuların kafalarını şişiririm. en büyük hayalim bir uçak ile seyahat etmek. neyse neyse, artık bundan böyle ben de blog yazmaya başladım. diğer arkadaşlarımı da ikna ederim. istemezlerse canları bilirler. artık onlardan da zamanla bahsederim. şimdi değil.


- çok yaşlandım, biliyorum. eskisinden daha çok terlemeye başladım. su koyuveriyorum. sonra su alıveriyorum.


- bazen hiçbir durakta durmayıp, kendi yolumu bulmak istiyorum. bunun için "özgür kız" cesareti arıyorum. bulamıyorum.


- farlarım hep yansın istiyorum. evet evet, gündüzleri de yansın. beni hep neşeli gösteriyorlar.



- bugün tekerleklerimi tekmeleyen iki velet gördüm. ikisi de on yaşında ya vardı ya yoktu. üstleri başları ya vardı ya yoktu. gözlerindeki parlaklık ya vardı, ya yoktu. yok yok, onlar her ikisinde de vardı. böylesine umutlu başka gözler belki de yoktu. bu gözlerin sahipleri unutulacak gibi değildi. unutmamıştım ben de. hem sonra kışın kartopu atan çocuklardı bunlar biliyorum. o günlerde arkadaş olmalıydık. otoyolda ilerlerken onca araç arasından beni fark ettikleri için teşekkür bile etmeliydim, ne desem azdı. ama bunları o zaman diyememiştim, kaçmışlardı. işte fırsatı yakalamıştım. çocuklara selam verip, varsa hatırlarını soracaktım.sordum da.

- seviyor musunuz tekerleklerimi –dedim.
– evet be abi, hem de çok –dedi küçük olanı.
– tabi seversiniz –dedim, küçükken az oynamamışsınızdır.
– yok be abi –dedi, bizim öyle çok oyuncağımız yoktu.
– olsun be –dedim. isterseniz benimle oynayın şimdi.
– yok –dediler. işimiz gücümüz var bizim, sonra ellerimizde soğuk sular var, sonra sıcak hava var, gidelim biz.

onları biraz olsun sevindirebilirdim:
– peki –dedim. atlayın o zaman. bendensiniz.
– su alsana be –abi dediler.
– tamam be –dedim.

hem su aldım, hem de ikisinin gözlerindeki ışığı. ikincisine daha çok sevindim, evet.

Çarşamba, Mayıs 16, 2007

Beyazıtmış. Ne bilim ben

Taksim-Kadıköy arası 110 sefer nolu halk otobüsünde, kitap okumaya en elverişli yerde oturmuş, gecenin 22:30'unda hareket saatini bekliyorum. İnsanlar ağır aksak biniyorlar otobüse. O saatlerde pek kalabalık olmuyor. Her halükarda oturabiliyorum. Birden bir turist geldi ve muavine İngilizce yaklaşık 45 dakikadır Beyazıt otobüsünü beklediğini ve gelip gelmeyeceği ile bilgisi olup olmadığını sordu. Muavin adamı anladı ama Türkçe cevap vererek;

-Nerden bilim ben Beyazıt otobüsünü yaw? Git hareket amirliğine sor. Ben diyom sanki buraya gel diye. Bekle işte sende. Gelir elbet. Töbe töbee, cık cık cık..

Ben gülüyorum ki evlere şenlik. Neyse ki bir Hereos atladı ileriye ve turiste yardım etmeye başladı. Şöförden biraz beklemesini, yabancının sorununu halledip hemen döneceğini, o vakte dek hareket etmemesini rica etti.

5-6 dakika sonra Hereos otobüse döndü. Muavin;

-Gitti mi Beyazıt'a?

Hereos;

-Ya abi burdan fünükiler olayı varmış. Yeni öğrendim. Oraya yönlendirdim işte.

Adam arkalara doğru geçerken muavin söyleniyordu;

-Ben senin ülkene gelsem Türkçe konuşsam kaç kiş yardım eder? Heeçç. Sen neyine güvenip Türkçe bilmeden buralara geliyon anlamıyorum ki? Beyazıtmış. Ne bilim ben...

Şimdi yine reklamlar:)

Yine bir reklam hikayesi, bu sefer abim anlattı bende size anlatayım dedim,
yer kızılay-batıkent metrosu, kahramanlar anne ve çocuğu.
Anne "Meyve suyunu iç"
Çocuk "Bu Aroma, ben Dimes isterim"
Anne "Ama bi farkı yok ki hem Aroma daha iyi"
Çocuk "Yok ben Dimes isterim"
Anne "Tamam Dimes alıyım o zaman bundan sonra"

Mehmet Okur'un Coca-Cola reklamı taklidi bir "Oh" sesi çıkardığı reklamın bu kadar etkili olacağını düşünmemiştim, demek ki oluyormuş:)

Pazartesi, Mayıs 14, 2007

Yolda Kitap Okumak ama

Her zaman yanımda kitap taşıyorum. Çoğu zaman bana yük olsalar bile nedensiz olarak buna devam ediyorum.

Uzun yolculuklarda da yanımda mutlaka birkaç kitapla otobüste yerimi alıyorum.

İşte öyle bir günden bahsetmek istiyorum. Ancak bazılarımız bu yazıya çok kızabilir, bir kutsal meslek için ileri geri laf ettiğimi düşünebilirler. Asla böyle bir cüretim yok. Onlar başımın tacıdırlar ama pek takmam :) Kral da değilim zaten...

Üç saatlik bir yolculukda -pek uzun değil- sekiz numaralı koltukta yerimi kitaplarımla aldım. Hareket saati gelene kadar da beş on sayfaya göz attım. Yolculuk başladığında da ara vererek okumaya da başladım.

Ancak okurken, ön koltuklarda -3 numaralı- yolcunun yerinde duramadığını da fark ettim. Elimde değildi. Çantası ile oynadı. Sağına baktı. Öne eğildi. Kısa ve öz olarak durmak bilmedi. Ta ki yanında ki bayan yüksek bir sesle "pek sıkıntılısınız" diyerek söze başlayana kadar.

Sonrası benim için bir kabus oldu. Önce "Ben sizi bir yerden tanıyorum" ile söze girdi ki çok şey öğrendim:
  • İki emekli öğretmen olduklarını
  • Çocuklarının ana okulunda birlikte okuduğunu
  • Kaç eve sahip olduklarını
  • Yazlarını nerede geçirdiklerini
  • Çocuklarının ne iş yaptıklarını, hangi okulda okuduklarını, kız arkadaşlarını ve erkek arkadaşlarını
  • İstanbul'a ne sıklıkla geldiklerini
  • İstanbul'u neden sevdiklerini
  • Kocaları
  • ...
Saymakla bitmez öğrettiklerim. Tamam, bana ne ama yüksek sesle konuşuyorlar ve ben kitabı [Meraklısını: Mehmet Rifat, XX. Yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim Kurumları] anlamakta zorlanıyorum.

Daha ilginci ise aynı anda konuşmayı beceriyorlardı. İlk önce birbirlerini dinlemediklerini düşündüm ama biraz dikkat edince farkına vardım ki dinliyorlar ve cevap veriyorlardı. Çılgınca bir haldi. Bir an Children of Dune'da iki Atreides kardeşin satranç oynamaları gözüme geldi.

Sonunda yolculuk bitti. Ben kitabı bitiremedim. Eve getirdim hala okunmamış olarak masamın üzerinde bekliyor.

Yok yok, kızgın değilim. O iki emekli öğretmen sayesinde bir yazı çıkti. Teşekkür bile etmem lazım :)

Cuma, Mayıs 11, 2007

Şimdi reklamlar

Merhabalar, Otobüs'ün yeni yolcusu olarak ilk hikayemi ekliyorum, ben güldüm sizi de güldürür inşallah:)

Tunus Caddesi-Hacettepe Beytepe Servisi'nde arka koltukta bir bayan ve 5-6 yaşındaki oğlu oturuyor. Anne çocuğuna pet şişeyle su verince,
Çocuk: "Anne bunun her damlasında hayat mı var?
Anne: Evet Burak
Çocuk: "O zaman ben hayat oldum!"
gülmemek için kendimi zor tuttum, çocuk o sırada başka sorular sorup beni gülümsetmeye devam etti tabii ki..

Cuma, Mayıs 04, 2007

Komik gerilim hikayesi

Uçağın iniş saatinden beş dakika kadar önce ulaşmıştım havaalanına.

Uçak inecek de, yolcular sırayla uçağı terk edecek de, bagajlar uçaktan çıkarılacak da, pasaport kontrolleri falan yapılacak da... Derken ben yarım saat civarında bir vakit tanıdım kendime...

Havaalanlarının girişlerinden iki sene önce nefret etmiştim. "Lütfen ayakkabınızı çıkarıp öyle geçer misiniz" diye sordukları zaman. O yüzden mecbur kalmadıkça içeriye girmemeye çalışıyorum. Kapının önünde dolanır dururum. Hem açık hava. Sigara yasağı yok. Üstelik "birleşmiş milletler" adlı örgütten çok daha renkli. Binlerce tip, binlerce görüntü, binlerce farklı duyguda insan bir arada. Başka yerde olamaz.

[Aslında ben böyle arada bir havaalanı, otogar, otobüs durakları gibi yolculuk geçiş noktalarında öylesine dolanmayı severim. Hani içinden geçip gittiğin tünele geri dönüp, duvarlarını incelemek gibi. Zihinsel ve duygusal bir antrenman olabiliyor.]

Neyse, aradan yirmi dakika geçti ve ben hâla dışarıdayım. Etrafı seyrediyorum. Elimde telefon. Gelir gelmez "ben havaalanına geldim. bekliyorum." diye mesaj atmıştım arkadaşa. Neme lazım diye bir de arayayım dedim. Telefon açık. Çalıyor. Demek ki, uçak indiği gibi açmış telefonu. Güzel dedim. Çaldı, çaldı, çaldı açan yok!.. Herhalde duymuyor dedim içimden. Dolanmaya devam ettim.

Beş dakika sonra bir daha aradım. Çaldı çaldı, açan yok.
On dakika sonra bir daha aradım. Çaldı çaldı, açan yok.
On beş dakika sonra ben hâlâ dışardaydım ve telefon çaldığı halde açan yoktu. İşkillenmeye başladım. "Herhalde telefonu evde unuttu. Uçağı kaçırmamak için de geri dönemedi. Umarım telefon numaralarını bir kağıda yazıp cüzdanında saklıyordur" diye düşündüm.

Uçak ineli bir saat oluyordu ve ben dışarıda dikiliyordum. Telefon halen cevap vermiyordu. Belki dedim alışverişe dalmıştır. Belki de telefonu havaalanında çalındı. Ama çalan kişinin yapacağı ilk şey telefonu kapatmak olurdu herhalde diyorum içimden. Beni asıl ilgilendiren kısım, telefon numaralarını bir kağıda yazıp yazmadığı.

Belki diyorum ben dışarıda beklerken, telefonu da çalındığı için içeride dolanıp duruyordur. Doğru dedim içimden. Bir ihtimal daha var. Telefonu bavula koydu ve duymuyor. Ama nasıl olur bu? Yok yok, bu ihtimal dahilinde olamaz. Kim telefonunu bavulda taşır?

Her şeyi göze alıp, giriyorum havaalanı girişinden içeriye. Biliyorum kemerleri çıkartıyorlar, yine öterse ayakkabına göz dikiyorlar. Son bir defa daha kaldırabilirim belki bu durumu diyorum. Çıkardım kemeri, geçtim kapıdan. Ötmedi. Küçük bir sevinme seansı yaşadım kendi içimde. Taktım kemeri yeniden, insanların yolcularını beklediği bölüme geldim. Etrafa bakınıyorum bizimki oralarda mı acaba diye. Yok.
Telefonla bir daha deniyorum. Çalıyor ama açan yok. Kızmaya başlıyorum.
O sırada telefonla, dış dünya ile iletişimime devam ediyorum. Havaalanında misafir beklediğimi bilen kişiler "ne oldu" diye soruyor tabii. Olanları onlara anlatıyorum, çözüm öneriyorlar. "Danışmaya gidip bir sor istersen" diyorlar. Gidiyorum danışmaya. Diyorum ki "bilmem ne sefer sayılı, bilmem nereden gelen uçak.." daha ben ağzımı açtığımda o karşısındaki ekrana bakıyor: "Tüm yolcular boşaldı o uçakta" diyor.
"E ama benim yolcum hâlâ ortada yok" diyorum. "O zaman bir anons yapalım" diyor. İsmi veriyorum ve anons yapılıyor. Ben bir yandan da telefonla şansımı denemeye devam ediyorum. Çalıyor çalıyor açan yok.

Havaalanına geleli bir saat kırk dakika kadar olduktan sonra durumumuz şu: Ben danışmanın önünde, elimde telefon ile dolanıp duruyorum ve olası tüm ihtimalleri sorguluyorum. Bir tanesi hariç!

Bir saat kırk dakika olduktan kısa bir süre sonra telefonum çalıyor. Bakıyorum o arıyor:
- (Çok sert bir biçimde) Neredesin sen yahu? diye sesleniyorum telefona.
- Afedersin. Telefonu evde unutmuşum. Alışverişteydim. Diyor karşı taraf ve benim hiç tahmin edemeyeceğim kadar soğukkanlı bir ses ile. Bu ağırkanlı ses beni daha da sinirlendiriyor.
- Ben tam bir saat kırk dakikadır sana ulaşmaya çalışıyorum ve sen telefonu açıp bana alışveriş yaptığını söylüyorsun bu kadar sakin bir şekilde! Diyorum.
- Evet. Telefonumu evde unutmuşum. Diyor (bende hâlâ jeton düşmüş değil. Uçağı kaçırdı bu herhalde diyorum içimden.)
- Peki sen şimdi neredesin, ben içeride bekliyorum. Diyorum.
- (Anlamıyor önce ne dediğimi) Peki. Diyor. (Sonra soruyor.) Nerede bekliyorsun beni?
- Havaalanında! Diyorum.

Ben kızgın, o çok sakin. Ne olacak bu işin sonu diye merak ediyorum. Bir saat kırk dakikadır beni bekleten kişi bu kadar sakin olmamalı değil mi? Üstelik yabancı bir ülkedeyse.
"Havaalanında ne işin var" diye sorup sormadığını ve benim açıklama yapmaya devam edip etmediğimi hatırlamıyorum ama sonraki sahnede ben çıkışa doğru yürümeye başlıyorum çünkü "olayı çözmüş buluyorum".

Karşılama noktasına 24 saat erken giderseniz... Böyle saçma sapan bir şey yaşamanız olasıdır. Sakin olun.
Takvimin nasıl karıştığını anlamaya çalışıyorum ben hâlâ.
Elbette ertesi gün yine oradaydım. Bu sefer doğruydu her şey.

Gülmeyin:) Gerilim hikayeleri de komik olabilir. Komedi de gerilim olabilir.

Salı, Mayıs 01, 2007

Beylidüzü yolcusu kalmasın!

Aslında otobüs hikayelerinin en uzunu, en saçması ve en uykulusu benden çıkabilir. Neden derseniz evim Beylikdüzü'nde, işim 1. Levent'te... Sabahları süren 1.45 dk. yolculuk, akşamları kendini ikiye katlayarak çarpım tablosunu ve kare kökü almamızı bize tekrardan öğretiyor.

Bizim durak da en kalabalık olanı, Migros Durağı!Genelde ayakta kalıyorum, otobüs TEM'e girmeden iki durak önce otobüse bindiğim için kapının dibindeki yolculuğum başlıyor. Eskiden erkekler bayanlara öncelik tanırdı, buyrun önden geçin derlerdi. Hayır zaten oturacak yer olmadığını görüyoruz, camdan bize bakan onlarca sardalya var. Biz de sardalya kutusuna girmek isteyen son canlılarız, nedir bu öncelik meselesi, neden bu itişip kakışma çözemiyorum! Paketlenip yola çıkacağız, belli... Baktım bu böyle olmayacak, koşmaya başladım otobüs gelmeden. Bu plan hem yorucu hem de sabah mahmurluğu ile yürümedi. (Yemedi desem daha doğru) Sonra erkenden otobüs durağını gitmeyi denedim, o da tutmadı. En sonunda tamam dedim en son bineceğim ve bu meseleyi artık düşünmeyeceğim! Nasıl düşünmiyim, taktım bir kere...

Sonunda bu işin püf noktasını buldum. Erkekler de bana uyuz olmaya başladılar. Şimdi otobüse bindiğinde, hemen solda bir demir var. (Bu arada otobüs iki katlı) Erkekler o aradan geçip de o köşeyi kapamıyor. Ben de görseniz öyle iğne deliğinden geçebilecek bir hatun değilim, ama artık nasıl canıma tak ettiyse o iki aradan nasıl geçiyorum, nasıl geçiyorum bir görseniz şaşırırsınız! Kapıyorum köşeyi, oturuyorum basamağa!

Yolun sonuna kadar paşa paşa geçiyor yolculuk... Ta ki...

Benim köşemi kapmaya çalışan zatla savaş başlayana kadar! Çok denedi, arada bir denediği taktiklerle maçın ilk yarısını 1-0 önde kapattı. Ertesi gün nasıl bir bakış fırlatmışsam, akbili elinde öylece dondu, kaldı. Kuruldum köşeme... Mutlu, mesut bir yolculuk yaşadım :) Artık o köşe benim Beylikdüzü halkı, ben keşfettim! Ellere yar etmem!

Tabii bu arada bunlar olurken, muhtelif bir ajansta reklam yazarlığı yapmakta olan sevgili kankam Elif Öztaş, mışıl mışıl üst katta uyuyor. Ona da sitemlerimi buradan iletmek isterim! :)