Cuma, Eylül 29, 2006

İki karu, bi' payan!

Aşağıdaki olay bir arkadaşımın başımdan geçmiş.


Mekan Trabzon'da bir minibüs...
Hınca hınç dolu...
İçeride sadece üç kadın var, gerisi erkek...
Kadınlar epeydir minibüsteler ama paralarını daha vermemişler.
Şoför sonunda dayanamıyor, yanındaki adama sesleniyor:

- Ha orda arkada iki karu, bi' payan var. Al onlarin da paralarinu...


Anlatıcının notu: "İki karu" dediği baş örtülü, "payan" dediği ise gayet modern giyinmiş, bakımlı bir kadın... :)

Çarşamba, Eylül 27, 2006

Fethiye-İstanbul

Geçen cumartesi öğlen saatlerinde harikulade bir tatilden gri bir İstanbul'a döndüm, ayağımda toz kalmamış da olsa yazıyorum işte.
Fethiye'den otobüse binerken içimde, yanımdaki koltuğun boş olmayacağını bilmekten kaynaklanan hafif bir endişe vardı. Bileti alırken özellikle belirttiğim gibi (cam kenarı değil mi? eminsiniz değil mi?) sevgili camımın kenarında oturan teyzeyi görünce de içimden bir eyvah çektim hemen. Zira, cam kenarını görünce otobüsün kalkmasını beklemeden derhal yerleşen oportünist teyzelerin çeneleri de düşük olmaya meyillidir. Neyse ki teyzem biletimi görmeyi bile talep etmeden sevgili camımın kenarını boşaltıp koridor tarafına geçti de keyfim yerine gelir gibi oldu. Tabii, 12 saatlik yol boyunca iş bankasında mülakata alınmış aday muamelesi görmemek için bunu pek çaktırmadım. Mümkün mertebe ifadesiz, çok gerekliyse de nazik-ama-soğuk-uyuz-genç yüzümü takındım. Sonra da zaten i-pod u taktım, tekerlek döndü, zzzz.
Buraya kadar yine asayiş berkemal, kopuş noktasını ilk molamıza 10 dakika kala yaşadım. Gece saat 3 falan olmalı, berbat bir karabasan-kabus silsilesinden dilim damağıma yapışmış olarak uyandım. Uyku sersemi, su için muavini çağıracakken, muavinin zaten hemen arkamdaki koltukta oturan yolcuyla tartışmakta olduğunu fark ettim. O kafayla konunun tüm detaylarına vakıf olamasam da, "su" lafının geçtiğini duyup sustum. Ortalık sakinleşince de yanımdaki teyzeye "su isteyemiyor muyuz şimdi?" diye sormuş bulundum. Teyze benden daha insancıl çıktı ve küçük şişe suyunu benimle paylaştı. Sonra tek bir cümlecik çıktı ağzından ve bir daha da yol boyunca konuşmadı. Orta yaşlı teyzelere dair algılarımı tuz-buz etti ve gitti yani.
Şimdi siz benden o cümleyi bekliyorsunuz ama malesef benim "iyi misin evladım, uykunda çığlık atıyordun?" sorusunu o teyze kadar nazik bir şekilde ifade edebilmem mümkün değil..

Pazar, Eylül 24, 2006

Masal gibi

Bu yazı Milton Keynes-Londra arasını 1 saat 20 dakikada gelen bir Volvo'nun bej rengi deri kaplı geniş arka koltuğunda yazıldı:
Otobanı değil de eski yolu tercih eden orta yaşlı İngiliz şoförümüz bize meğer ne büyük bir güzellik yapmış.Köylerin ve at çiftliklerinin yanıbaşında sıralandığı bir yoldan kıvrıla kıvrıla gidiyoruz.Bazen o tablo gibi köylerin içinden geçiyoruz, bazen emekli bir yarış atıyla karşılaşıyoruz.Evler, bahçeler, evlerin huzur kokan dantel perdeleri, yemyeşil düzlükler, sessiz koyun sürüleri...25 sene önce resimlerine bakıp hayallere daldığım bir masal kitabında gibiyim.Her dönemeçten sonra karşıma çıkan resim biraz daha gözlerimi yaşartıyor.Ben daha küçücük bir ortaokul birinci sınıf öğrencisiyken okulumuza bir İngiltere turunun reklamını yapmak isteyen tur şirketinin broşürleri bırakılmıştı.Belki yaşımın küçüklüğünden belki başka sebeplerden ötürü ben o tura gönderilmemiştim.Sene 1985 veya 86...Ama o broşürün şiirsel güzellikteki resimleri nasıl kazınmışsa zihnime, bunca zaman sonra aynen gözümün önündeler.Şimdi ben o resimlerin içinden geçiyorum.
Bir zamanlar bilerek veya bilmeyerek yaptığım iyi birşeylerin mükafatını mı alıyorum acaba? Bunlar teşekkür gözyaşları olsa gerek.:)

Salı, Eylül 19, 2006

Eli çabuk

yıl yine seneler öncesi.. onbin liralık kağıt paralar yeni çıkmıştı sanarım ya da¹ bilemiyorum ama konu onbin liralıklarla ilgili onun için öyle diyelim..

taksiye bindim cebimde iki tane onbinlik var biliyorum (onbin dediğim de onmilyonluk olacak sıfırları atınca benim dengem şaştı ben zihnimde 3 sıfır atabildim sadece; eskiden bahsederken de yenisinden bahsederken de 6 sıfır ekle 6 sıfır at beynim dumur oldu eskisi yenisi tanımıyorum hepsini ortalama 3 sıfır atıldı noktasında fiksledim)

destinasyona vardık 7 bin lira tuttu sanarım. (onbinliklerin yeni çıktığı zaman olamaz sanarım²) cüzdanımı çıkardım elimde de kitap falan var bişeyler var bi yandan onlara hakim olaraktan cüzdandan parayı çıkardım uzattım biliyorum ya ne param olduğunu fazla bakmadan veriyorum parayı. o arada adam da bi deste parayı çıkardı cebinden para üstü verecek modunda hazırlık yapıo. adam aldı parayı(3 sn falan bu olay) ben kitaplarımı şunu bunu toparlıyorum bekliyorum ki paranın üstünü uzatsın bi sessizlik oldu hareket yok kafamı kaldırdım adama baktım adam da hafif dönmüs bana bakıo. şaşkın bi ifade takındım tam paranın üstü diyeceğim adamın bakısında da bi gariplik sezdim elinde parayı tutuo hala bi baktım adamın elinde binlik(1 milyon) birşey diyecem diyemedim bi anda zihnimden düsündüm :

- ama ben onbin vermiştim
- hayır binlik verdiniz beyfendi (zihnimde kendimi beyfendi yapmama da şaştım tabe :P)
- (hah ne diyecem simdi ben buna nası isbat etcem hınk mınk )

düsünüom düsünüom bise gelmedi aklıma adam da o sırada 7 bin tuttu beyfendi dedi (aha beyfendi dedi) diyecek hiçbişi bulamadım ve cebimdeki son param dier onbinlii de çıkarıp uzattım adama bu sefer bastan sona paraya ve sadece paraya bakarak.. adam da paranın üstünü uzattı indim. el çabukluuna mı hayret ediim ayaküstü onbin lira çarpıldııma mı yaniim ama en çok haklı olup da hiç birşey diyemeyip kendimi ifade edemeyip ve de haklılıımı isbat edemeyisime falan yandım galba çok acayip garip hissedmistim kendimi




¹ bu yada kelime midir nedir -da eki ayrı mı yazılır yazılmazsa neden -de hali vardır -den hali falan da var mıdır nedir ne deildir
² ne çok sanarım dedim ben böyle...

Pazartesi, Eylül 18, 2006

BU OTOBÜS DEĞİL, BİR ARABA ANISIDIR!

Pazar gününün güzelliği içinde (Pazar gününden nefret ederim!) uyanmışım, ev ahalisiyle akşamüstüne kadar mutlu anlar paylaşmışım, sonra da arkadaşımla buluşmak için evden çıkmışım. Özel bir hazırlık da yaptığımı söylemeden geçemeyeceğim. Cici cici giyinmişim (Beni tanıyanlar bilir, genelde cicilerimle gezmem :P), hafif bir makyaj da yapmışım, oh mis…

Neyse malum arkadaşımla buluşuyoruz, çok leziz bir yemeğin ardından, GS-BJK maçı için Ortaköy’ü tercih ediyoruz. Birkaç duble bir şeyler de içiyoruz. Buraya kadar yine her şey çok iyi değil mi?

Hayır, kıyamete az kaldığını nereden bilebiliriz?

Maç bitiyor, boğazın eşsiz manzarasını izlemek ve muhabbeti süslemek için yola çıkıyoruz. Aklımızda fenerin oraya gitmek var.

Tam Kuruçeşme Divan’ın önünde Trafik ekibiyle karşılaşıyoruz. Tabii alkol muaynesi yapılıyor. (0.50 promili geçtiğiniz anda ehliyetinize 6 ay süreyle el konuluyor!) Arkadaşın alkol oranı 0.58 promil çıkıyor. Yani 6 ay süreyle ehliyeti rüyasında görecek… Polis memurları sağ olsunlar, çok iyi insanlar, hiçbir kaba söz sarfetmediler, sadece görevlerini yaptılar. Boynumuz kıldan ince, yapacak bir şey yok. Hatta bir iyilik yapıp, arabayı bağlamadılar. Başka bir ehliyeti arabayı teslim aldı, olarak gösterip bizi uğurladılar. Bu arada çok güldüğüm bir dialog yaşadım. "Geçen hafta Serdar Ortaç’ın da ehliyetine biz el koyduk, biliyor musunuz?"

Ben gülmekten bayılacağım, polis de gülerek;
"Ya işte, burada dansöz oldu kendisi…" demez mi?

Neyse biz bu olaya rağmen hala fenere gideceğiz, eminiz kendimizden…
(Saat 02:00 olmuş)

Yolda konuşa konuşa gidiyoruz. O da ne? Bir çevirme daha! Neyse çektiler bizi, cezayı gösterdik. Bizi bırakacaklarını ümit ediyoruz. Polis amca demez mi;
"Çek sağa, arabayı sana nasıl verdiler?"

Şaka bu herhalde, diye düşünürken arkamıza bir araba daha yanaşıyor. Genç ve güzel ablamız arabadan iniyor. Ehliyetini, ruhsatını veriyor. İçkili çıkmadı ama inanın ayakta duramıyor, hem kendisi, hem yanındaki erkek arkadaşı. GBT istemişler sanırım, kadın uyuşturucudan 2 kere tutuklanmış. Polisler arabayı aramak istiyor, kadınsa itiraz ediyor. Erkek arkadaşının kafası güzel, kaldırımda gülerek kıvranıyor. Kameralar gelecek diye ödüm patlıyor. Neyse arabayı arıyorlar bir şey çıkmıyor ama bir sorun var. Kadını da aramak gerekiyor. Erkek polis kadını arayamayacağı için benden rica ediyorlar, mecburen kabul ediyorum. Taksi durağından rica ediyor, memur bey;
"Arama yapacağız." diyor.

İçeri doğru yürüyoruz. Soruyorum yürürken hatuna "Çantanda bir şey var mı?"
Gülmekten başka bir şey yapmıyor. Kafayı yiyeceğim artık!
(Saat 03.20 olmuş bile!)

Neyse bol bol hap çıkıyor hatundan. Ben anlıyorum ne olduğunu. Polis;
"Bunlar ne?" diyor hatuna.

"Ödem sökücü, yeni silikon taktırdım da." Bana dönüyor, "Sizinkiler de silikon mu, kime yaptırdınız?" Ölmek istiyorum, bunlar rüya olmalı…

Neyse polisler hatunla erkek arkadaşını bırakıyor. İçki içeceğinize bunlar daha iyi kafa yapar, temiz iş değil mi? diye gülerek bize yaklaşıyorlar. Bu arada aramayı ben yaptığım için tutanak tutuluyor ve ben kadını aradığımı ve hiçbir şey! bulmadığımı yazan kağıda imza atıyorum.
(04:10 olmuş saat, sürünüyoruz!)

Sıra bize geliyor, ruhsat polislerde… Çekici bekliyoruz. Bu arada bir anons geliyor, kimden mi? Bizi ilk çeviren ve ceza yazan Semih abiden! "Onları bırakın, iyi niyetli insanlar. Herhangi bir taşkınlık yapmadılar. Evlerine gitsinler."

Geri dönüp Semih abiyi öpmek istiyorum! Fenere gitmek yalan oluyor tabii. Ne yapacağız. Bari trafiğe çıkmayalım, sabahı bekleyelim. En yakın neresi? Bizim ajans tabii ki… Ortaköy’e geliyoruz, ajansın önüne arabayı çekiyoruz. Hala şokta olduğumuzun farkındayız. Ne yapalım... Bari biraz uyuyalım diyerek, koltukları deviriyoruz.
(Saat 05:00 olmuş.)

Bir devriye arabasının, mavi-kırmızı dönen ışıkları ve telsiz sesine uyanıyorum. Şaka olmalı bu! Kimlik kontrolü yapılıyor. Kartımı veriyorum ve kapısının önünde yattığım bu yerde çalıştığımı anlatıyorum. İyi akşamlar dileyip gidiyorlar.

(Saat 05:40 olmuşşşş.)

Neyse bekçimizi uyandırmak istemediğim için arabada yatıyoruz. Saat 7’de kapıları açtığını duyuyorum, bekçimizin. Ajansa giriyorum, arkadaşım da kendi işine gitmek için ayrılıyor. 15 dakika sonra telefon çalıyor.

"Tuğçe, bizi ilk çeviren polis abinin adı neydi? Beni yine polis çevirdi de!!!!!!!!!!!!!!

Çok güvenli bir ülkede yaşıyoruz, arkadaşlar. Emin olun… Tek merak ettiğim, acaba darbe mi oldu, benim haberim yok???

Cumartesi, Eylül 16, 2006

Bulutların üstünde

4 Eylül 2006 Pazartesi, Londra'ya giderken uçakta karalanmış satırlar:
...sabah 06:45'te evden çıktım. 25 kg'lık bir bavulla. Belki de çoktan küçücük bir fıtık edinmişimdir kendime. Birçok değişik noktada kuyruklara girdim. Check in kuyruğu, pul kuyruğu, güvenlik kapısı kuyruğu, tuvalet kuyruğu, kahve kuyruğu, pasaport kuyruğu, uçağa binme kuyruğu... Sonunda burdayım işte! British Airways, koltuk no:19C. Sol yanımda tanımadığım 2 kişi sağımda koridor, koridordan sonra 19D'de Başak oturuyor. Onun ikinci benimse ilk İngiltere seyahatim.
20 dakika rötarla kalkıyoruz. Daha önce bindiğim THY uçaklarından daha az bakımlı bir alet bu. Servis arabaları mukavva görünümünde.
...uçakta yemek yemek sirkte numara yapmak gibi. 30x25 ebatında bir tepsinin içinde 3 ayrı kap+kapakları+kahve fincanı+meyvesuyu bardağı+ekmek+çatal kaşık bıçak peçete+tereyağ+reçel... ekmek kuru olduğu için her ısırışta üstündeki kabuk küçük parçacıklar halinde heryana dağılıyor. Evcilik fincanlarında içtiğimiz kahve ılık. Yumurta riskli görünüyor. Meyve ve yoğurtla olayı kapatıyoruz.
...hava açık. Bulutların üstündeyiz. Pencerelere uzağım ama kanatları görebiliyorum. Havalanmadan önce pilotumuz en seksi sesiyle "sizi güvenli bir şekilde indirmek için elimden geleni yapacağım" dedi. Nasıl hissetmem gerektiğine karar veremedim.
...inişe başladık. Kulaklarım zonkluyor. Boğazım düğümlenmeye ve kurumaya başladı. Arkamda oturan adamın dizlerini sırtımda hissetmekten yoruldum. Bu arada kara göründü!
İkaz ışığı sönene kadar kemerlerinizi açmayınız ve uçağı terketmeden cep telefonlarınıza davranmayınız.

Çarşamba, Eylül 13, 2006

Otobüs Hikayesi - Klima ve Telefon

İki gün önce otobüse bindim. Hani şu yeni Mercedes'lerden. Klimalı olanlar. Yere yakın. Koltuk sayısı az olanlardan. (E yeter be, konuya gir.)

İlk duraktan bindiğim için oturdum. Bakırköy'deyiz. Açtım, kitabımı okumaya başladım. Kitabım derken, benim yazdığım kitap değil tabi. Ama kitap bana ait, o yüzden kitabım diyorum. Para verip aldım. (Tamam anladık, uzatma.)

Motor çalışınca, şöför klimayı da açtı tabi. Hava çok sıcak değildi o gün, ama iyi geldi bana, üzerimdeki yağmurlukla soğuk hava birbirini çok güzel dengeliyordu. O sırada, arkadan bir kadın sesi yükseldi. "Şöför beeey, klimayı kapatır mısınız, hava zaten soğuk."
Klima anında kapandı. E tabi ben de yağmurluğumu çıkardım üzerimden. Otobüs hareket etti, ben hâlâ kitabımı okuyorum. Dedim ya, ben yazmadım o kitabı ama para verip aldım, o yüzden benim kitabım. (Düğmeye basıp indirecem ama seni otobüsten.)

Bir süre sonra klima yine açıldı. Ben kitabımı okumaya devam ediyorum. Yola çıktık ve ilerliyoruz. Aradan yirmi dakika kadar geçti mi bilmiyorum ama otobüste bir gürültü çıkmaya başladı. Kafamı kitaptan kaldırıp ön tarafa baktım. Şöförün yanında dikilmekte olan yolculardan biri, şöför ile bağırarak konuşuyorlardı. Ses "rabarba" olarak geliyordu kulağıma ama görüntü bir "inatlaşma" görüntüsüydü. Huysuz bir genç adam, şöför ile inatlaşıyordu. Neye inatlaştıklarını anlayamadım ama huysuz adamın yalnız olmadığı çıktı ortaya. İki kişilermiş. Şöför bir yandan otobüsü kullanıyor, bir yandan da adama derdini anlatmaya çalışıyor ama adamın dinlediği yok. Otobüsten kendisine destek çıkar mı diye etrafına bakıp duruyor fakat kimse adamdan yana çıkmıyor.
En sonunda yolculardan biri patladı: "Ya kardeşim, şöförü rahat bırakın inatlaşmayın, adam hem otobüs kullanacak hem de sizinle mi uğraşacak" deyince şöföre destek arttı.

Genç adam, "kötü adam" durumuna geldi bir anda. Yanına diğer arkadaşını da alarak, şöförü tehdit etmeye başladı. "Tanıdıklarım var benim, işsiz bırakırım seni" gibisinden bir inatlaşma başladı. Şöför de "ne yaparsan yap, yeter ki sus" dedi.

Peki genç adam n'aptı? Tuttu, telefonu açıp biriyle konuşmaya başladı. Otobüs ani bir fren yaparak kenara çekti ve şöför yerinden kalkıp bu genç adamın yanına geldi. "Kardeşim sen bana kaza mı yaptıracaksın, görmüyor musun, bu otobüste telefonda konuşmak yasak" demez mi?

Adam, şöförü hiç iplemeyerek konuşmasına devam etti. Şöför artık iyice kızmıştı. Yolcular da şöförden yana çıktı ve gürültüler başladı. "Kapatsana telefonu, yasak kardeşim", "İnadına yapıyor", "şuna bak, şöförü hiç iplemiyor bile" benzeri yorumlar gelmeye başladı. O sırada, klimanın kapatılmasını isteyen kadının kim olduğunu gördüm. Çünkü konuya direkt olarak başka bir boyuttan girdi:
"Lütfen şöför beyi rahat bırakır mısınız?" diyerek. "İnsanlar evine gitmek istiyor, oyalamayın lütfen şöförü" dedikten sonra ekledi, "şöför bey, siz de şu klimayı kapatır mısınız artık?"

Kadının üzerinde, kürklü bir mont vardı ve klimayı kapatmasını istiyordu bu hengamede.

Yanımdaki adam ise, beni güldüren cümleyi kurdu: "Ya bu kadar da duyarsız olunmaz ki, telefonu kapat diyor, adam hâlâ telefonda konuşuyor."

Neden mi güldüm? "Duyarsız" sözcüğünü herkesin her durumda kullanmasını sağlayan medyadan dolayı güldüm.

Neyse, otobüs ilerlerken, genç adamın yanındaki arkadaşı ne dedi biliyor musunuz şöföre?
"Son durakta görüşeceğiz seninle!".

Otobüs kısa bir süre sonra durak olmayan bir yerde durdu ve şöför otobüsü terk etti. Niye mi? Yol kenarındaki polis arabasını görünce "tehdit" konusunu polislere bildirmek için. Otobüsteki yorumlar: "Adam haklı, tehdit ettiler onu, güvenliği tehlikeye düştü şimdi."

Evine gitmek için sabırsızlanan insanların bir kısmı otobüsten indi. Tehdit eden adamla, arkadaşına baktım. Nasıl da tırstılar, yüzlerindeki renk attı. Polis geldi otobüse. Sinip kaldılar. "Varsa gerçekten bir şey, gelin karakola ifade verin" dedi polis. Adamlar ağızlarını bile açmadılar. Polis de "bu tırsıklar ancak kendilerini tehdit eder" diye düşündü herhalde, otobüsten indi. Otobüs yoluna devam etti.

Ben inerken, o iki dümbüğe baktım. Yanyana sinmiş, oturmuşlardı bir koltuğa. Son durakta ne yaptılar acaba merak ediyorum. Klimayı kapattıran abla da (belki benden bile küçüktür, yaşını çözemedim) inmişti ben inerken.

Garip bir yolculuktu. "Duyarsız" kalamadım, yazayım dedim.

Ya ya ya koko camboo

Geçen hafta Taksim. Gece saat 1.30 civarı. Beyza'yla hafif içki eşliğinde keyifli bir muhabbet gecesinin sonunda eve dönmek üzere Taksim-Bostancı dolmuşlarından ziverbey yönünden gidenlere bindik. Dolmuşa binmemizle birlikte arkamızdan 5 veya 6 kişilik siyahi erkek grubu da dolmuşa yerleşti. Muhtemelen Afrikalı oldukları anlaşılan ekibin çevresine rahatsızlık vermedikleri, vermeyecekleri daha ilk görüşte anlaşılmıştı. (Niye böyle bir açıklama yapma gereği duydum ki? Kendime sinir oldum şimdi.) Hatta birbirleriyle olan sempatik muhabbetleri nedeniyle dolmuş içinde hoş bir hava yarattılar.
Dolmuş hareket etti, yolcu ekibinin ücret uzatma safhası sonuçlandığında İnönü Stadı'nın yanından aşağı inen yokuştaki ışıklarda durduk. Yanımıza siyah camlı, genellikle kroların tercihi olan devasa boyutta bir cip yanaştı. Cip içinde şoförün yanında oturan, bünyeye alkol pompaladığı anlaşılan eleman, bizim bulunduğumuz dolmuşun içine bakmaya başladı. Siyahi arkadaşlar dikkatini çekti. Ve el kol hareketleri ile bu arkadaşlara sövmeye başladı. "Ulan geliyorsunuz Gana'dan Zimbabwe'den buralara! Ne işiniz var lan Istanbul'da!" vb. tepkisel cümlelerle sövmeye devam ederken, arada bizim dolmuş şoförünü de gaza getirmeye çalışıp bu arkadaşları dolmuştan indirmesi yönünde telkinlerde bulunmaya başladı.
Bizim dolmuş soförü durumdan kıllandı ve anlaşılan korktu ki hiç cevap vermiyor, 10-9-8-7... şeklinde trafik lambasının yeşil ışığını bekliyordu. Bu söven arkadaş dolmuşta beni ve Beyza'yı gördü ve "sizin ne işiniz var bunların arasında?" bakışı attı. Tahrik olmamak için kendimi zor tutan ben, bir yandan tepki vermek istiyorum bir yandan da açıkcası adamların mafyavari halleri beni kıllandırıyordu. Trafik ışığının geri sayımı devam ederken cip içindeki arkadaş son numarasını yapınca bende hatlar koptu. Sinirden dolmuş içinde gülmeye başladım. Ve yeşilin yanmasıyla cip hızla dolmuşu geride bırakarak uzaklaştı. Bizi güler misin, ağlar mısın psikolojisine sokan tavrı, cip içinde "ya ya ya koko cambo" şarkısı eşiliğinde dans etmeye başlamasıydı... Olayın finalinde bu şuursuz adam beni güldürdü! :))) :(((

Salı, Eylül 12, 2006

Taksi Hikayesi - Tek cümle

İki masalım var bugün size. Geçin şöyle arka koltuklara. Öteki hikayem de otobüsten. Belediye otobüsü hem de. Yeşil post. Neyse, ilk hikayem:

Bugün taksiye bindim. Kısa mesafe yolculuk. Yol boyunca hiç konuşmadım. Adam da ağzını açıp bir şey söylemedi.

İneceğim caddeye geldiğimizde karşımıza karmakarışık bir trafik çıktı. Normalde hiç tıkanmayan bir yerdi orası ve ben bile bu trafiği garipsedim. Taksici ise yol boyunca konuşmadı ama, ben "şurada ineyim ben bari" demeden önce bir cümle kurdu. Güldüm tabi. Adam da gülmemi beklemiyordu herhalde Nemrut duruşumdan, bana garip garip baktı.

Ne dedi peki taksici?

"Ulan İstanbul bitmiş, okeye dönüyor!"

Pazartesi, Eylül 11, 2006

biraz saçmaladım sanki ama paylaşmak istedim..

pazar günü cüzdanım çalındı.
öyle, kendi halimde, muhtemelen biraz da dalgıncana, yürürken, toplam beş dakika içinde.
(beş dakika olduğunu biliyorum, çünkü dolmuştan indiğim yerden cüzdanımın artık bende olmadığını fark ettiğim yere mesafe o kadar, tamam mı?)
evet, biliyorum, bütün suç bende. çantama fukara sümüğü stilinde yapışmalıydım, yapmadım.
konu cüzdanın çalınmış olması değil aslında. cüzdanı çaldırdığımı fark ettikten, o sersemlikle büyüklerimi arayıp bu durumlarda ne yapıldığını öğrendikten ve karakolda ifade verdikten sonrası..


karakoldakiler eve dönecek param olup olmadığını sordu, var dedim.
arkadaşlarım sordu, var dedim.
abim sordu, var dedim.
cebimde beş kuruş yoktu, beş kuruşum da çalınan cüzdanımla beraber gitmişti.
ama akbilim vardı.
otobüse binip evime döndüm.
yol boyunca da iett'ye dua ettim.

umarım akbil hırsızlığı diye birşey yoktur, ya da varsa bile popüler olmaz :)

Gelişmeler Ak-bil + Tüketici Maili

Sevgili yolcularımız. Sağ sütunda görmüş olduğunuz Ak-bil abonelik sistemimiz kurulmuş olup aktarmalar da ücretsizdir.

Bip sesini duymadan da binebilirsiniz. Otoyollara OGS, otobüslere Ak-bil.
Taksilere de ak-bil sistemi kurulmasını, "bozuk yok mu abi/abla" sorusunun artık tarihe karışmasını istiyoruz, buradan yetkililere sesleniyoruz. Ak-bil ile gofret alınabiliyor, vapura binilebiliyor, trene tırmanılabiliyor ise taksiye neden binilemiyor, sormak istiyoruz.

Ayrıca 24 saat hizmet vermekte olan, "kullanıcı odaklı" tüketici hattımız e-posta hizmeti olarak devreye girmiştir. Durak sayısını artırma çalışmalarımız da devam etmektedir. otobuste [at] gmail [dot] com adresiyle yolcuların dertleri dinlenmekte ve çözüme kavuşturulmaktadır.

Arkalara doğru ilerleyiniz. Düğmeye basmadan inmeye kalkmayınız. Yanınızda bozuk para taşıyınız. Ak-bil'inizi yanınızdan ayırmayınız. Otobüsteye yazınız. Otomatik kapı çarpmıyor sadece dokunuyor.

Çarşamba, Eylül 06, 2006

Metroda kardeş kavgası

Yaklaşık bir sene önce Ankaray'la Beşevler'den Kızılay'a gidiyordum. Çaprazımdaki dörtlü koltukta, tam benim karşıma gelecek şekilde yanyana oturan iki kardeş vardı. Abla olduğu belli olan kız 11, erkek kardeşi de 9 yaşında falandı tahminimce (nokta tahmini:)).

Ankaray yolculukları genelde sessiz olur. Belki de bana hep öyle denk gelmiştir, bilmiyorum. Konuşacağınız varsa da sessizce konuşursunuz. Bu yüzden, iki kardeşin aralarında geçen muhabbete yakınlardaki herkes kulak misafiri olmuştu. Başta ben tabi.

Önceleri sakin sakin konuşurlarken, nasıl olduğunu hatırlayamadığım bir şekilde, ufaktan ufaktan tartışmaya başladılar. Tartışmanın boyutu kısa sürede 9-11 yaş arası kardeşlerde sıkça görülen (kardeşimle benden biliyorum) inatlaşma seviyesine ulaştı. İnatlaşmanın konusu 'inersin, inenmezsin'di. Abla kardeşine, böyle yapmaya devam ederse hemen şu durakta ineceğini söylüyor, kardeşi ise 'inemezsin kiii, inemezsin kiii' diye ablasını gaza getiriyordu. Maltepe durağına yaklaştığımızda abla ne kadar kararlı olduğunu göstermek için kalkıp kapının yanına gitti. Kardeşse hala aynı modda dalgaya devam ediyordu. Kendi kendine çok eğleniyordu yavrucak. Ama az sonra kapılar açılıp da ablası gerçekten de inince, yüzündeki ifadeyi görmeliydiniz. Ablanın bu kadar gaza geldiğine şaşıran biz yolcular, şimdi gözümüzü ayırmadan çocuğu izliyorduk. Önce bir süre şaşkın şaşkın kapıya baktı. Sonra aynı yüz ifadesiyle önüne bakmaya başladı. O kadar tatlıydı ki, hala gözümün önünde çocuğun yüzü.

Yolculardan biri dayanamadı, 'o kadar sinirlendirirsen ablanı olacağı buydu' dedi. Bir başkası da 'ee, nasıl buluşacaksınız şimdi, nerede ineceksin sen' diye sordu. Çocuğun cevabı herkesi telaşlandırdı, çok ısınmıştık bu tatlı velete:

"Ben bilmiyorum ki...Yani, nerede ineceğimizi bilmiyorum. Ablam biliyordu, ben bilmiyorum..." dedi ağlamaklı bir sesle.

Amanın! Ablaya bak. Şimdi herkes, ablanın aleyhinde, cık cıklıyordu. Sonra, bir kadın çocuğun yanına eğildi, bir şeyler sordu. O sırada Kızılay'a geldik. Onlarla beraber indik. Kadın, ablanın muhtemelen Kızılay'a geleceğini tahmin ediyordu ve o gelinceye kadar çocukla Kızılay durağında bekleyeceklerdi.

Sonrasında ne oldu bilmiyorum, ben beklemedim. Ama hala çok merak ediyorum ne olduğunu.

Taksi Hikayesi. Müzik.

Cuma gecesi.
Yağmur yağıyor.
Taksi durdurdum bir tane.

Durdu önümde.
Tek başımayken ön koltuğa binerim. Nedense arkaya oturduğumda adamların biraz bozulduğunu düşünüyorum. Zaten yanlarına oturunca ben konuşmasam bile konuşmaya başlıyorlar. Ama arka koltuktan sohbet açma çabalarımın hiçbirine henüz cevap gelmedi.

Bu ilginç gözlemimden sonra asıl hikayeme döneyim.

Ön kapıya uzandı elim. Kapı kilitliydi.
Kilitleri açtı. İlk defa kapıları kilitli bir taksiye rastladığımı hatırladım o anda.

Bindiğimde özel radyolardan biri çalıyordu. (Özel radyo tabiri 90'larda çok kullanılıyordu, bu aralar azaldı gibime geliyor veya sadece ben böyle düşünüyor da olabilirim.)

Hani radyolar geceleri disco yayınlarına geçerler ya. O anlardan birindeyiz. Müzik çalıyor. Yağmurun ne zamandan beri yağdığını sorararak sohbete başlıyorum. Güleryüzlü biri çıkıyor neyse ki şöför, her cümlesini güleryüzüyle kuruyor: "İki saattir yağıyor abi. Aralıklarla. Bazen artıyor, bazen azalıyor."
Buğulanan camları klimayı açarak karşılıyor. Ben ilk soruyu sorduktan sonra susarım genelde.
"Bu yeni taksiler iyi oldu valla. Eskiden Tofaş'ta elimizde bezle alıyorduk bu buğuyu. Şimdi açıyoruz klimayı, anında gidiyor buğu."
Cevabım, küçük bir gülümseme oluyor.

Yol boyunca radyo açık. Frekansı hiç değiştirmiyor. Hani şu zenci-kadın vokalli trance şarkıları gibi elektronik müzikler olur ya. Onlardan çalıyor. Neyse ki ses normal bir seviyede. Böylece kendimi amcasının Şahin'ini ödünç almış, arkadaşlarını toplamış, gece "kız avına" çıkmış bir grubun olduğu bir arabada hissetmiyorum.

İneceğim yere az kala, yani yaklaşık on beş dakika sonra, sohbetin bittiğini düşünerek yeni bir sohbet açıyor. Frekansı değiştiriyor ilk önce. "Yaa bu ne böyle gavurca müzik, ne anlıyorlar bu müzikten. Küfür mü ediyor, ne diyor belli değil." diyor gülerek. Ben onun bu cümleleri kendi keşfiymiş gibi söyleyerek gülmesine gülüyorum. Yabancı müziği duyunca "küfür mü ediyor" diye tepki veren ilk kişi kimdi acaba diye düşünüyorum. İlk söyleyişi çok komik olmuş olacak ki, günümüzde bu cümle hâlâ sarf ediliyor ve gülenler de oluyor demek ki. "İneklik Etme Taksi Tut" sözünü kimin söylediğini hâlâ bulamadım bu arada.

Gülümseyerek iniyorum taksiden. Yağmur karşılıyor beni. Değişen frekansa rağmen, hâlâ yabancı müzik yayını yapan bir radyonun çaldığını belirtmeme gerek var mı, bilmiyorum? Gecenin karanlığında kayboldu gitti bile. Neşeli şöfördü. İyi.

Cumartesi, Eylül 02, 2006

Otibis

Dün ve bugün otobüse bindim.
Bir tanesi yeşil otobüstü. Bir tanesi mavi. Bir tanesi de kırmızı belediye otibislerindendi...

Hiçbirinde, hiçbir şey olmadı.!!!

Evet. Dün ve bugün otobüste hiçbir şey olmadı. Herkes yolu seyretti. Trafik akışkandı ve kimse konuşmadı. Hiçbir şey olmadı.

Valla.